Farklı zamanlarda farklı topluluklara gönderildiklerinden dolayı peygamberân-ı izâm efendilerimizin mesleklerinin ve meşreplerinin birbirine uyduğu yerler olduğu gibi, uymadığı yerler de vardır.
Evvelâ, dinin temel rükünlerinde, bir nebinin getirdiği ahkâm asla diğer bir peygamberin getirdiği ahkâmdan farklı değildir; aksine ikisi arasında ciddî bir benzerlik söz konusudur. Meselâ her nebinin, baş davası Allah’ı anlatmak, peygamberlik müessesesini ve misyonunu ilân etmek, haşir akidesini yerleştirip insanların ona göre hayatlarını tanzim etmelerini sağlamak, melekleri anlatmak ve iman-ı kaderi talim etmektir. İcmalde ve tafsilde farklılıklar olmakla beraber bu temel rükünlerde nebiler birbirinden ayrılmamışlardır.
İkincisi, ibadetin esasında nebiler birbirine zıt değildir. Her nebinin getirdiği şeriatın ruhunda Allah’a kulluk yapma vardır. Şöyle ki, insanlara, “İbadet edin, Allah’a kulluk yapın.” demeyen tek bir nebi gösterilemez. Biz Kur’ân-ı Kerim’de bütün nebilerin ümmetlerine hitaplarında bunu görürüz: “Ey insanlar! Hem sizi, hem de sizden önceki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz.” (Bakara sûresi, 2/21) veya “De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah tarafından gönderilen peygamberim.” (A’raf sûresi, 7/158), “Ben size Allah’ın elçisiyim.” (Saf sûresi, 61/6) gibi beyanlarla her nebinin en birinci davası ümmetini Allah’a (celle celâluhu) kulluğa çağırma olmuştur. Binaenaleyh, teferruatta ve ibadetlerin formüle edilmesinde tevafuk olmasa da ibadetin ruhunda her zaman bir birlik söz konusudur.. evet her nebi ibadete teşvik etmiştir ve bu hususta bir ayrılık-gayrılık yoktur.
Esasen, temelde muamelata, aile muaşeretine dair meselelerde de nebilerin birbirine zıt gittiğini ve aralarında tehalüf olduğunu kimse iddia edemez. Hz. Âdem’in çocuklarının muvakkat durumuna ait hususî fetva istisna edilecek olursa, evlenilmesi yasak olanlar her dinde aynıdır. Tevrat’ta haram edilen evlilikler, İncil’de de, Kur’ân’da da haram kılınmıştır. Ancak bir kısım ibtilâ ve imtihanlardan ötürü bazı kimseler, muvakkaten bazı şeylerden mahrum bırakılmış; bazı kimseler de bir ceza ve tedip olarak bazı işleri yapmaya zorlanmışlardır. Aralarındaki ayrılık, teferruattadır, bu da gayet normaldir.
Hz. Âdem’den bu yana beşer tedricen gelişmiş ve kemale ermiştir. İnsan, aklî melekeleri, ruhî kabiliyetleri, hissî durumu kemale ereceği âna kadar bir kısım mükellefiyetlerden azade bırakılmıştı, zira Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadar beşer bir bedavet hayatı yaşıyordu. Hatta Hz. Musa’ya kadar, bir araya gelip bir idari sistem ve bir devlet kurma müyesser olmamıştı. İnsanlık Hz. Musa’dan sonra kısmen bedeviyeti attı, fikri ve zihni ve mâşerî vicdanıyla medeni hayata yaklaştı.
Kabile ve klan hayatı yaşayan bir toplumla, devlet olma durumuna gelen toplulukların birbirinden farklı olması gayet tabiîdir. Bugün bunu sosyolog, ekonomist, filozof, ilâhiyatçı hiç kimse inkâr edemez. Beşer belli dönemler geçirmiştir, bu bir vâkıadır; ancak meselenin tafsilinde farklılıklara düşülebilir. Meselâ biri, feodalizmin doğuşu, arkasından kapitalizmin gelişi ve sonra da komünizmin, yani işçi diktatoryasının bunu takip etmesini normal görür ve cebrî determinizm düşüncesini savunur. Bu, yanlış veya doğru ama onlara göre bir izah tarzıdır. Esas mesele, beşerin tekâmül yolunda belli merhalelerden geçmiş olmasıdır.
İnsan, fikri ve ruhu itibarıyla tedricî bir tekâmül göstermiştir. Dolayısıyla beşerin çocukluk devresinde, onlarla fikir ve ilim bakımından yapılan teati, olgunluk devrinde yapılan teatiden farklı olacaktır. Açık ifadesiyle, Hz. Âdem devrinde yapılan icmalî talimat, Hz. Musa devrinde kısmen tafsile dönecektir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrinde ise topyekün tabakat-ı beşer çapında bir hüviyetle âlemşümul keyfiyeti haiz yeni bir “şeriat” gerekecektir ve bu gayet normaldir. Çünkü artık insanlar birbiriyle rahat görüşür ve konuşur hâle gelmişlerdir. Yeryüzünün bir tarafında meydana gelen herhangi bir olay diğer tarafına çok seri bir şekilde ulaşmaktadır ve yeryüzü âdeta bir şehir hâline gelmiştir. İşte beşerin buna açılmak üzere olduğu bir dönemde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderilmiştir. Tabiî ki, teferruatta da farklılık olacaktır.
Peygamberlerin uygulamaları arasında usûlde farklılık yoktur. Teferruatta bazı farklılıkların olması da normaldir. Meselâ, Hz. Musa’nın ümmeti, o ümmetin karakteristik durumuna binaen günde elli defa Mevlâ-i Müteal’in huzuruna gelip arz-ı ubûdiyet yapma mecburiyetindeydi. O zamandaki insanların tam doğru olabilmesi için elli defa Mevlâ’nın huzuruna gelmeleri gerekiyordu. Efendimiz’de (sallallâhu aleyhi ve sellem) beş defa ile bu miraç gerçekleşebilmektedir ki, Süleyman Çelebi de, “Sıdk ile beş vakit olundukça edâ, Elli vaktin ecrin eyler Hak atâ” diyerek bu durumu ifade eder. Yani samimiyetle beş vakti eda eden, Hz. Musa’nın ümmetinin kıldığı elli vakit namazın sevabını alır Allah’ın izniyle. Dolayısıyla ayrılık kemmîdir; işin aslında ve keyfiyetinde değildir. Böyle olması da gayet normaldir. Mecelle’de, fukahânın, zamanın ihtiyaçlarına cevap adına, kıyas ve istinbat yoluyla çıkarılan hükümlerin değişebileceğini ifade eden, “Ezmanın tagayyuru ile ahkâmın tagayyuru inkâr olunamaz.” ifadesi bu tedricîliğe bağlı olduğu gibi, aynı zamanda, fukahâ-i kiramın Kitap ve Sünnet’te açık olarak bulunmayan ahkâmı, Kitap ve Sünnet’ten usûlüne uygun olarak istinbatı da bu mülâhazanın farklı bir ifadesidir. İstinbat-ı ahkâm ve içtihat konuları müstakillen üzerinde durulması icap eden konulardandır. Hatırlatmakta yarar var…
Kaynak: Yol Mülahazaları, “Peygamber Mesajlarının Özündeki Birlik“