İçindekiler
Müspet hareket, yapıcı, imar edici, eksiklikleri giderici pozitif bir tavır sergilemek demektir. Müspet hareketin zıttı ise, menfî harekettir. Menfî, nefyedilmiş, sürgün edilmiş, ortadan kaldırılmış ve yok edilmiş mânâlarına gelmektedir. Müspet olan, barış, dostluk, kardeşlik, anlaşma, uzlaşma, yardımlaşma ve imar iken; menfî ise savaş, düşmanlık, anlaşmazlık, kavga, çatışma ve tahriptir. Kısaca, bütün hayırlar ve güzellikler müspet, bunların zıtları ise menfidir. Müspetler de, menfiler de sayısız denecek kadar çoktur.
‘Müspet hareket’ bir kavram olarak, Üstat Bediüzzaman ve M.F Gülen Hocaefendi’nin eserlerinde ve düşünce dünyasında daha özel bir mânâ kazanmıştır. Bediüzzaman bu kavramdan bahsederken şöyle der:
“Bizim vazifemiz, müspet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Hakk’ın rızasına göre iman hizmeti yapmak, fakat ilahî vazifeye karışmamaktır. Bizler toplumda asayiş ve düzeni sağlayacak olan bu müspet iman hizmetinde yaşayacağımız her bir sıkıntıya karşı sabır ve şükürle mükellef kılındık.” O bu tavrının toplumda huzur ve güvenin sağlanmasına matuf olduğunu belirterek, bunun büyük bir fedakârlık gerektirdiğine de şöyle işaret eder:
“…Otuz senedir müspet hareket edip menfiliğe bulaşmamak ve kudsî vazifeye karışmamak için (hakkım olduğu hâlde) bana karşı yapılan muamelelere hep sabır ve rıza ile mukabele ettim.”[1]Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, Şahdamar yay., İstanbul, 2007, II/221 (Sadeleştirerek).
Asrın mütefekkirlerinden M.F Gülen Hocaefendi de barış ve asayişin büyük önem taşıdığı günümüz şartlarında, müspet hareket kavramı etrafında inşa edilecek bir barış ortamının her zaman mümkün olacağına vurgu yapmıştır. Ona göre “müspet hareket, insanın, ‘Benim yolum, hizmet metodum güzeldir.’ duygu ve düşüncesiyle mesleğinin muhabbetiyle yaşaması ve asla gönlünde başkalarına adavete/düşmanlığa yer vermemesidir.” Dolayısıyla kendi takip ettiği hayat tarzına ve benimsediği mesleğine bağlılığını canlı tutup, onun sevgisini başka gönüllere duyurmak yerine, başkalarının yolunu tahrip etmekle meşgul olan bir insan, müspet değil menfi hareket ediyor demektir. Bu kimse günah işliyor, başkalarına düşmanlıkla yaşıyor ve haddizatında kendi mesleğine zarar veriyor demektir.[2]M.F Gülen, Kendi İklimiz (Prizma-5), Nil Yay., İzmir, 2007, s.218.
Müspet Hareketin Temel Dinamikleri
Ferdî ve içtimâî hayatın barış ekseninde seyredebilmesi için müspet hareket tarzının ne kadar elzem olduğu muhakkaktır. Zîrâ bu hareket tarzı, kavga, çatışma, bedbinlik ve toplumu gerginliğe sevk edebilecek her türlü tavır ve davranıştan kaçınmayı esas alır. Dâhiyane vasıf ve kabiliyetleri olan bir insan, toplumla uyumlu bir diyaloğa girmedikçe, ondan istifade etmek mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla müspet hareketin en temel esası, toplumla barışık bir ideal insan portresine dayalı olmasıdır. Burada müspet hareketi inşa eden temel esasların neler olduğunu ana hatlarıyla açıklamak istiyoruz.
1) Muhabbet Fedaisi Olmak
Barış inşasının temelinde muhabbet ve sevgiyle insanları kucaklamak vardır. Dünyaya barış getirmeyi hedefleyenler, öncelikle kendilerini düzeltmeli; içlerini kinden, nefretten, kıskançlıktan; dışlarını da her türlü uygunsuz davranışlardan temiz tutmalıdırlar ki, çevreye güzel bir örnek teşkil edebilsinler. Kendi içini kontrol edememiş, nefsiyle savaşamamış, duygu âlemini fethedememiş kimselerin etraflarına gönderecekleri mesajlar, ne kadar parlak olursa olsun, ruhlarda heyecan uyaramayacak, uyarsa da sürekli bir tesir bırakamayacaktır. Dolayısıyla geleceğin aydınlık ve mesut dünyalarını ancak muhabbetle şahlanmış sevgi kahramanları, muhabbet fedaileri inşa edecektir.[3]M. F Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, Nil Yay., İzmir, 2007, s.230.
Asrın büyük mütefekkiri Üstad Bediüzzaman: “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.” der.[4]Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, Şahdamar Yay., İstanbul, 2007, s.54. Bu prensip, İslâm dininin herkes için çok önemli gördüğü bir düsturdur. Bugün buna her ne kadar farklı kültürler sahip çıkıyor olsa da, sevgi ve muhabbetin hakikî sahipleri yine İslâm’ın özündeki sevgiyi keşfedip yaşayanlar ve gösterenlerdir. İnsanı sevmenin aşkın boyutundan bahseden Hocaefendi’nin de haklı olarak belirttiği gibi,
‘Gelecek asır, sevgi ve diyaloğun neşv ü nema bulduğu bir muhabbet asrı olacaktır. Düşmanlıklar büyük ekseriyetle yok edilecek ve her taraf sevgi ve hoşgörüyle tüllenecektir. Hususiyle dünyanın globalleştiği bir dönemde bunun gerçekleşmesi hiç de uzak bir ihtimal değildir.'[5]M.F Gülen, Fasıldan Fasıla-2, Nil Yay., İzmir, 2007, s. 157.
Bugün bin bir fenalığın kol gezdiği savaşa, kavga ve çatışmalara odaklanmış dünyamızda, her zaman temiz kalabilmiş, güzellik ve cazibesini her dâim koruyabilmiş bir şey varsa, o da sevgidir. Dünyada hiçbir millet ve toplumda ondan daha gerçek ve daha kalıcı bir şey yoktur. Sevginin kapıları her zaman bütün olumsuzluklara kapalıdır. Bugüne kadar, bütünüyle kine, nefrete ve düşmanlığa kilitlenmiş insanlardan başkası da ona karşı koymayı, onunla savaşmayı düşünmemiştir. Esasen bu gibi sevgiden mahrum ruhlarla başa çıkmanın yegâne iksiri de yine sevgidir. Şu bir gerçektir ki, dünyada hiçbir değerin, sevgiye karşı koyması ve onunla rekabet edebilmesi mümkün değildir. Bugüne kadar şeytanın en tehlikeli oyunlarını boşa çıkaran bir büyü varsa o da sevgidir. Tarihte Peygamberler; firavun ve nemrutların azgınlık ve öfke ateşlerini hep sevginin o büyülü atmosferinde söndürmüşlerdir.[6]M. F Gülen, Kalbin Solukları, Nil Yay., İstanbul, 2009, s. 81.
İnsanın insanları sevip çevresine alâka duyması, hattâ bütün varlığı şefkatle kucaklayabilmesi, kendisiyle barışık olmasına, kendi mahiyetini keşfedip Yaratıcı’sıyla olan münasebetini duymasına bağlıdır. Peygamber beyanı olarak nakledilen “Mü’min mü’minin aynasıdır.“[7]Ebû Dâvud, Edeb 49; Tirmizî, Birr 18. sözünü, daha da genişletip “İnsan insanın aynasıdır.” şeklindeki ifadeyi bu bağlamda değerlendirebiliriz.
2) Yaşatma İdeali (Fedakârlık)
Fedakârlık, insanın nefsi, malı, onuru hattâ izzeti adına bir kısım şeylerden vazgeçmesi, onları daha ulvî ve yüce hakikatlere feda etmesi demektir. Müspet hareket de, toplum ve insanlık adına kendi yaşama zevklerinden fedakârlık yapan, bir mânâda başkaları için yaşayan ideal insan modelini esas alır. Ancak böylesi bir insan, her alanda müspet hareketi esas alıp geliştirebilir. Tarihte hayatlarını yaşatma idealine adamış kudsiler, hep bu hasbîlik ve fedakârlık sebebiyle ayakta kalmış, dirilik soluklamışlardır. Nitekim Asr-ı Saadet’te yaşanan hayatın en diriltici yönünün de bu haslet olduğu görülür.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünya malı adına geride bir şey bırakmadığı gibi, Hz. Ebu Bekir’in (radıyallâhu anh) de, vefatında taksim edilecek mirası yoktur. Hz. Ömer (radıyallâhu anh) ise, vefatına sebep olan hançer darbesini aldığı zaman, ‘Bakın bakalım, malım borcumu ödeyecek mi? Ödemezse Adiyy oğullarından, onlarda da yoksa Kureyş’ten borç alıp ödeyin.’ vasiyetinde bulunmuştu.[8]Buhârî, Fedâilu’s-Sahâbe 8.
Fedakârlık ve diğergamlık hissiyatını en yüksek seviyede temsil eden ruhların gerçek mânâda diriltici soluklara sahip olacağı vurgusunu yapan M. F Gülen Hocaefendi’ye göre de,
“Sadece kendini düşünen, ya hiç insan değildir veya eksik bir varlıktır. Gerçek insanlığa giden yol, başkalarını düşünürken gerektiğinde kendini ihmal etmekten geçer. İnsan, kendi ayıpları karşısında savcı, başkalarının kusurları karşısında da, onlar hesabına avukat olmalıdır. Olgun insan ve gerçek dost, Cehennem’den çıkışta ve Cennet’e girişte bile ‘buyurun’ demesini bilendir. Hakikî insan, şartlar ne olursa olsun, kendi kovasına süt sağarken, başkalarının kovasını da boş bırakmaz.”[9]M. F Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s.136.
Fedakârlıkta ölçünün nasıl olması gerektiğine işaret sadedinde Tâbiînin büyüklerinden Hasanu’l-Basrî’nin sahabe hakkında söylediklerine kulak vermek gerekir. O diyor ki: “Siz ashabı görseydiniz onlara ‘deli’ derdiniz. Onlar da sizi görseydi ‘Bunlar Müslüman mı?’ diye tereddüt yaşarlardı.”[10]Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, II/152. Dolayısıyla bizim düşünce dünyamıza göre akıllı insan, hak yolunda her şeyini vermeye âmâde olan insandır.
3) Dil ve Üslûp Nezaheti (Kavl-i Leyyin)
Müspet hareket tarzının en temel prensiplerinden biri de, nezaketli, yumuşak, şefkatli, kin ve nefret barındırmayan, ötekileştirmeyen, nezih bir dil ve üslûba sahip olmaktır. Dil, insana bahşedilmiş hem en büyük nimetlerdendir, hem de potansiyel olarak insanın en büyük kayıp vasıtasıdır. Dilin kullanımı, aynı zamanda üslûbu da belirleyici bir husustur. Düşünce, söz, beyan, tavır ve davranışta belli disiplinlere bağlı olarak takip edilen yol, metod ve tarz demek olan üslûp, meselelerin zamana, şartlara, muhatap ve konjonktüre göre nasıl ve ne şekilde icra ve ifade edilmesi gerekiyorsa, ona göre icra ve ifade edilmesidir.[11]M. F Gülen, Kalp İbresi (Kırık Testi-9), s.174.
Dil ve üslûbun barışa katkı sağlayabilmesi için herkesçe kabul görecek evrensel bir yaklaşımı esas alması gerekir. Bu ise belli prensiplerin öne çıkartılmasını; münakaşa konusu olabilecek, yadırganıp yanlış anlaşılabilecek hususların söz konusu edilmemesini lüzumlu kılmaktadır. Elbette ki bu, farklı görünüp kendini farklı ifade ederek insanları aldatmak demek değildir. Belki başkalarının farklılığına değer verme, kendi farklılıkları içinde onları kabullenme ve o kabul ve saygı içinde farklılıklara göre davranma, meseleleri öyle bir eda ve üslûpla ortaya koyma demektir.
Kendi çağında barışın sesi ve soluğu olmuş, günümüzde de hâlâ yankısı devam eden büyük düşünür ve gönül insanı Hz. Mevlâna’nın hayatı, tavırları ve herkesi kucaklayıcı bir üslûba sahip olması güzel bir misâldir. Yunus Emre de, aynı yolun yolcusu olarak “Dövene elsiz, sövene dilsiz ve kalb kırana karşı da gönülsüz yaşama” üslûbunu tercih etmiştir. Asrın mütefekkiri Üstad Bediüzzaman da bu hususa şöyle işaret eder: “Risale-i Nur’un mesleği, nezihane, nazikâne, kavl-i leyindir.“[12]Bediüzzaman, Lem’alar Yirmi Üçüncü Lem’a, s.220. Bu büyük zatlar, böylesi hâl ve tavırların referansını İslâmî esas ve disiplinlerden almıştır. Zîrâ İslâm, “kötülükleri iyilikle savmayı“,[13]Bkz. Ra’d, 13/22; Kasas, 28/54. hak ve hakikate davet için firavunun karşısına çıkıldığında dahi kavl-i leyyin (yumuşak söz ve hâl) yolunu emir ve tavsiye etmektedir. Allah (celle celâluhu) Hz. Musa’ya (aleyhisselâm) hitaben: “Ona yumuşak söz söyle, belki düşünür ve ürperir.” (Taha, 20/44.) diyor. Bu demektir ki, muhatap, insanlara yıllarca kan kusturan zalim Firavun bile olsa, mesajın hedefe ulaşabilmesi için yumuşak söz ve tatlı dille ifade etmek gerekir. Çünkü maksat, intikam almak değil, insanları doğruya davet etmek, kurtuluşa çağırmaktır.
4) Konuma Saygı (Müsamaha)
Müspet hareket tarzı, etnik, dinî ve kültürel farklılıkları kavga ve çatışma sebebi olarak görmeden birlikte yaşayabilmenin en mümkün yolunun ‘konuma saygı‘ prensibinden geçtiğini kabul etmektir. İnsanlık âlemine, ‘Bütün insanlar Âdem’in çocuklarıdır; Âdem de topraktandır.'[14]Ebu Dâvud, Edeb 120. anlayışıyla yaklaşıldığında, farklı dinî ve kültürel kimliklerin karşılıklı hak ve yükümlülüklerine dâir müspet ontolojik bir tanımlama da yapılmış olmaktadır. Buna göre insanlar, Hz. Ali’nin deyimiyle, ‘Ya dinde kardeşlerimizdir veya yaratılıştan hem cinslerimizdir.’ Bu anlayışın temelinde, ‘Allah’ın (celle celâluhu) ahlâkıyla ahlâklanmak'[15]Mansûr Ali Nâsıf, et-Tâcu’l-Câmi’, I/3. gibi İlâhî bir terbiye ölçüsü vardır. Allah’ın af ve mağfireti o denli engindir ki, kullarının yaptığı bütün nankörlüklere, inkârlara rağmen ‘Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.’ (A’râf, 7/156.) fermanıyla hiçbir ayrım yapmadan onları rahmetiyle yaşatmaya, nimetlerini bahşetmeye devam etmektedir. Aynı anlayışla Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’ye hicretten sonra Yahudileri de içine alacak şekilde Medine halkı arasında yaptığı hukukî ve içtimaî mukavele de, bu hususta O’nun engin müsamahasını gösteren kıymetli bir belgedir.
Resûlü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanları kendi konumlarında görüp değer atfetmenin ve saygıyla yaklaşmanın en güzel örneklerini sergilemiştir. (Nesâî, Cenâiz 46.) Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem), İslâm’a sığınan hemen herkese iyi davranmış, onlara ikramda bulunmuş ve zimmet akdini kabul edenleri, hukukta Müslümanlarla bir tutmuş, her fırsatta, âlemlere rahmet olduğunu (Enbiyâ sûresi, 21/107) onlara da hissettirmiştir. Davet ettiklerinde davetlerine icabet etmiş (Buhârî, Cizye 7, Tıb 55; Ebû Dâvûd, Diyât 6.) ve hastalarına ziyarette bulunmuştur. Gayrimüslimlerden borç para almış, onlara rehin vermiş (Buhârî, Rehin 2, Büyû’ 14; Müslim, Müsâkât 124.), onlarla ticaret yapmış ve Müslümanların himayesi altında bulunanlara asla zillet yaşatmamıştır. (Buhârî, Diyât 29.)
Dünden bugüne bu medeniyetin düşünce kodlarını taşıyan milletler, kendileri gibi inanmayan ve yaşamayanları ötekileştirmemiş, hep müsamaha göstermiş, hoşgörü ve empatili olmanın eşsiz örneklerini sergilemişlerdir. Kusurlara göz yumma, farklılıklara saygı gösterme, affedilebilecek şeyleri affetme, hak ihlâli karşısında bile insanî değerlere saygılı kalarak ‘ihkâk-ı hak’ etmeye çalışmama, paylaşılması imkânsız en kaba düşünceler karşısında dahi kavl-i leyin üslûbunu muhafaza etme enginliğinde bir müsamaha anlayışı önemli bir ruh disiplinidir.[16]M.F Gülen, Yeşeren Düşünceler (Çağ ve Nesil-6), s.29. Burada kastedilen hoşgörü, başkalarının tesirine girerek onlara iltihak etmek değil, başkalarını kendi konumlarında kabul ederek, evrensel insanî değerler çerçevesinde geçinmesini bilmektir. Bu bir zarurettir; çünkü farklı duygu ve düşüncelere mensup insanlar, ya birbirleriyle uzlaşarak geçinebilmenin yollarını arayacak yahut birbirlerine girip sürekli kavga edeceklerdir. Oysa her dönemde birbirinden farklı düşünen insanlar olmuştur ve olacaktır da. Asıl olan bu farklılıklar arasında fasl-ı müştereklerde buluşarak uzlaşma yollarını aramaktır.
5) Kendini Sıfırlama ve Cemaat Enaniyetinden Kaçınma
İnsanların bir arada barış ve uzlaşı içerisinde yaşamalarının bir başka temel dinamiği de, üstünlük tutkusu ve enaniyet duygularından sıyrılıp kendisini başkasının yerine koyabilme, empati kurabilme erdemine sahip olabilmektir. Bu yaklaşımın temelini, İslâm’ın engin şefkat ve muhabbet eksenli ahlâk anlayışında görmekteyiz. Bu ahlâk anlayışında, günümüz modern ahlâk anlayışlarında olduğu gibi, ‘öteki’ yoktur; kardeşlik ve empati vardır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bu anlayış, ‘taşları birbirine kenetlenmiş bir bina‘ (Saf, 61/4.) benzetmesiyle ifade edilmiş; bir hadîs-i şerîfte ise, ‘tek bir vücudun birbirleriyle uyum içindeki uzuvları’ (Buharî, Edeb 27; Müslim, Birr 66.) olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca Kur’ân’da îsâr ufkuna işaret eden “Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, (kardeşlerini) kendilerine tercih ederler.” (Haşr, 59/9.) mealindeki âyet de kendisini başkasının yerine koymanın bir başka buudunu beyan etmektedir. Allah Resulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kendin için istediğini, kardeşin için istemedikçe (kâmil) mü’min olamazsın” (Buharî, İman 7; Müslim, İman 71.) buyruğu da, bu güzel hasletin herkeste olması gerektiğine işaret etmektedir.
Kendini başkasının yerine koyabilecek kadar civanmertlik ve diğergamlık hasletinin yanında, bir de kendinden başka kimseyi düşünmeyen, sadece kendisi için yaşayan hodbin, egoist ve gurur abidesi şahsiyetler de vardır ki, bu kişiler müspet hareketi hazmedemeyen, başkalarıyla sulh içinde yaşama sorumluluğu taşımayan bir kişilik özelliği sergilerler. Kendilerini enaniyet sarmalına kaptırmış bencil ruhlarda içtimaî sorumluluk hissi hiç gelişmemiştir; onlar her zaman heva ve heveslerine göre davranırlar. Olabildiğine kibirli ve gururludurlar; herkesi hafife alır ve hep tepeden bakarlar. Bir de bu hasta ruhlar, çevrelerindeki insanlar tarafından alkışlanıyor, ferdî bencillikleri herhangi bir cemaate mensubiyetle besleniyorsa, bencillikleri daha bir derinleşir, nemrutlaşır ve akla-hayale gelmedik fenalıklara sebebiyet verebilirler. Firavun böyle bir ruh hâletiyle “Ben sizin en yüce rabbinizim.” (Nâziât, 79/24.) sözleriyle haddi aşmış, Nemrut: “Ben de ihya eder ve ben de öldürürüm.” (Bakara, 2/258) deme hezeyanına kapılmış; Kârun ise: “Ben bu serveti kendi imkân ve kendi bilgimle elde ettim.” (Kasas, 28/78.) diyebilme inkârcılığına düşmüştür.
Günümüzde ise, enaniyet her zamankinden daha fazladır. Bencillik o kadar yaygındır ki, kendini sıfırlayamamış, egosuna mağlup olmuş insanlar, Allah’ın (celle celâluhu) lütuflarını bile enaniyetleri hesabına kullanmakta ve onları benliği besleyen birer unsur gibi algılamaktadır. Dolayısıyla da kulların ruhen yükselmelerine vesile olabilecek nimetler, helâke götüren birer tuzak hâlini almaktadır.[17]M. F Gülen, İkindi Yağmurları (Kırık Testi-5), s.287. Bundan kurtulmanın yolu ise, her şeyi Allah’a (celle celâluhu) vermek ve tıpkı Hz. Süleyman’ın (aleyhisselâm) dediği gibi “Bu, Rabbimin bir lütfudur.” (Neml, 27/40.) diyerek nimetin hakiki sahibini hatırlamaktır.
6) Şiddet Karşıtlığı
Dünyada barışın sağlanması adına atılması gereken adımlardan biri de, şiddet karşıtlığı ve radikal söylem ve eylemlerden uzak durmaktır. Yaşadığımız dünyada şiddet karşıtlığı, problemlerin üstesinden gelmede önemli bir araç kabul edilmiştir. Bir tanım çerçevesinde ifade edilecek olursa, şiddet karşıtlığı, taraftarlarının sosyal veya siyasî bir hedefe ulaşmada şiddetin kullanılmasını reddeden bir dizi ahlâkî, dinî ve kültürel esaslara sahip çıkmaktır. Şiddet karşıtlığı, bir mânâsı da ‘barış ve esenlik’ demek olan İslâm’ın temel bir esası ve müntesiplerinden beklediği bir davranış tarzıdır. Kur’ân-ı Kerîm, müminlerin âhiretteki ebedî yurtlarını ‘dâru’s-selâm’ yani ‘barış yurdu’ olarak tarif eder ve insanları oraya çağırır. (Yunus, 10/25.) Cennet ehlinin birbirleriyle selâmlaşmasının da ‘selâm (esenlik) size’ şeklinde olacağından bahseder. (Yunus, 10/10.) Kur’ân’da Allah Resûlü’ne “Barış elbette daha hayırlıdır.” (Nisâ, 4/128.) mealindeki âyetle hitap edilir. Bu sebeple Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), mümkün olduğu her ortamda barıştan yana tavır almayı teşvik etmiştir. Hattâ savaşın tam ortasında bile, “düşman barışa yönelik bir meyil gösterirse” O’ndan barışı kabul etmesi ve Allah’a güvenmesi istenmiştir. (Enfâl, 8/61.) Benzer bir âyette de meâlen, “Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle vuruşursa, onların aralarını bulun.” (Hucurât, 49/9.) buyrulmutur.
Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı da şiddete karşı tavır aldığını gösteren örneklerle doludur. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekkeli müşriklerin onca işkenceleri ve baskıları karşısında, güç kullanmaya izin vermemiş, sabır tavsiyesinde bulunmuştur. O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) şiddet karşıtlığı, bütün eziyetlere rağmen devam etmiş, ne zaman ki, bu saldırılara meşru müdafaa hakkı tanınmış, işte o zaman zulme karşı güç kullanılarak savunma yapılmasına izin verilmiştir. (Hac, 22/39-40.) Dolayısıyla zulme ve haksızlığa sessiz kalmamak ve ona karşı meşru yollarla mücadele etmek bir esas kabul edilmiştir. Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) “zalim sultan karşısında hakkın söylenmesini” (Ebû Davud, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 13; Nesaî, Bey’a 37.) en büyük cihad olarak nitelemesi de aktif bir sabır ve direnişi tavsiye ettiğini göstermektedir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), saldıran ve düşmanlık edenlere karşı müdafaada bulunmuş olsa da, O’nda (sallallâhu aleyhi ve sellem) aslolan affetmek ve bağışlamak olmuştur.
Asrımızda şiddet karşıtlığı ve barış dilini kullanmasıyla müspet hareket tarzına dâir en önemli mesajı vermiş olan düşünürlerden biri de Üstad Bediüzzaman’dır. O, bu çağda gösterilmesi gereken tavrın karşılıklı diyalogdan geçtiğini şöyle ifade eder: “Medeni insanlara galebe ikna ile olur, laf anlamayan kaba kimselere yapıldığı gibi icbar ile değil.” Bu sebeple Bediüzzaman, günümüzü mânevî cihad devri olarak tanımlar ve “mânevî yıkıma karşı mücadele fizikî değil mânen olmalıdır.” der.[18]Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s.54. Topluma barış ve huzur getirmeyi hedefleyen kimseler bilmelidirler ki, ‘bağırıp çağırmayla, şiddet ve hiddetle kimseye bir şey anlatmak ve hele kabul ettirmek hiç mümkün değildir. Belki, belli bir dönemde yani insanlığın bedevîlik döneminde, şiddet kullanma bir metod ve bir yoldu, ama zaman onun hükmünü ortadan kaldırmıştır.'[19]M.F Gülen, Prizma-1, s.41. Bugün artık en güçlü dil, şiddetten, radikallikten, kabalık ve saygısızlıktan arınmış dildir. Şiddeti esas alan hiçbir düşünce, insan fıtratına uygun değildir. Bu tür hareketlerin muvakkaten bir hâkimiyeti söz konusu olsa da fertler üzerinde kalıcı tesir icra etmesi imkânsızdır. Şiddete dayalı hükümranlıklar bir gün sona erdiğinde, hep nefret ve lânetle anılacaklardır.
Sonuç
İslâm’ın şefkat ve merhamet düsturları üzerine kurulu düşünce dünyasının bir ürünü olan ‘müspet hareket’ prensibi, hedefleri, muhtevası, tabiî ve fıtrî oluşu itibariyle günümüz insanlığı için barış inşası adına büyük bir ümit kaynağıdır. Müspet hareket, her şeyden önce benimsemiş olduğumuz bir mefkûreyi, bir yolu, bir düşünceyi ve mesleği aşk ve iştiyakla yaşamak, hak olduğuna inandığımız bu yolun güzelliklerini başkalarıyla paylaşmak ve onu herkese anlatmak için var gücüyle çalışmak ve gayret göstermektir.
Bu hareketin temel dinamikleri arasında, ‘yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevme’ anlayışını esas alarak muhabbet ve kardeşlik hissiyatını hayatın esası hâline getirmek; başkalarıyla birlikte yaşayabilecek enginlikte bir müsamaha kültürüne sahip olmak; herkese ve her inanışa kendi konumunda saygıyla yaklaşmak; kendisini başkasının yerine koyarak empati yapmak; sadece kendini düşünmek değil başkalarını yaşatma idealiyle hareket ederek hakka tercüman olmaya çalışmak; hiç kimseyi kınamamak, ötekileştirmemek; doğuştan kazanılan hak ve hürriyetlerin güvence altına alınması için çalışmak, ihlâline asla göz yummamak; sosyal adaletin gerçekleşmesi için gayret göstermek; gerektiğinde fedakarlık ve diğergamlık göstermek; yapılan iyilikler karşılığında Hakk’ın hatırı ve rızasından başka bir beklentiye girmemek; bencillikten ve cemaat enaniyetinden uzak durmak; kullanılan dil ve üsluba azamî itina göstermek; kırmamak, incinse de incitmemek ve kavl-i leyin bir üslûbu tercih etmek; kötülükleri en güzel yolla savmaya çalışmak; iyi ve faydalı işlere karşı kıskançlık ve hazımsızlık göstermemek; düşünce ve aksiyonda radikallikten ve şiddet eğilimli olmaktan kaçınmak gibi prensipler vardır. Bu prensiplerin belli bir eğitim ve terbiye sistemiyle fertlere ve topluma kazandırılması, toplum barışının inşasına büyük katkı sağlayacaktır.
Kaynak: Müspet Hareket Prensibi (Tebliğ), Prof. Dr. Osman Güner
Dipnotlar
⇡1 | Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, Şahdamar yay., İstanbul, 2007, II/221 (Sadeleştirerek). |
---|---|
⇡2 | M.F Gülen, Kendi İklimiz (Prizma-5), Nil Yay., İzmir, 2007, s.218. |
⇡3 | M. F Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, Nil Yay., İzmir, 2007, s.230. |
⇡4 | Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, Şahdamar Yay., İstanbul, 2007, s.54. |
⇡5 | M.F Gülen, Fasıldan Fasıla-2, Nil Yay., İzmir, 2007, s. 157. |
⇡6 | M. F Gülen, Kalbin Solukları, Nil Yay., İstanbul, 2009, s. 81. |
⇡7 | Ebû Dâvud, Edeb 49; Tirmizî, Birr 18. |
⇡8 | Buhârî, Fedâilu’s-Sahâbe 8. |
⇡9 | M. F Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s.136. |
⇡10 | Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, II/152. |
⇡11 | M. F Gülen, Kalp İbresi (Kırık Testi-9), s.174. |
⇡12 | Bediüzzaman, Lem’alar Yirmi Üçüncü Lem’a, s.220. |
⇡13 | Bkz. Ra’d, 13/22; Kasas, 28/54. |
⇡14 | Ebu Dâvud, Edeb 120. |
⇡15 | Mansûr Ali Nâsıf, et-Tâcu’l-Câmi’, I/3. |
⇡16 | M.F Gülen, Yeşeren Düşünceler (Çağ ve Nesil-6), s.29. |
⇡17 | M. F Gülen, İkindi Yağmurları (Kırık Testi-5), s.287. |
⇡18 | Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s.54. |
⇡19 | M.F Gülen, Prizma-1, s.41. |