Eğer mevzu, Cenâbı Hakk’ın teklif dairesi içinde bir husus ise, böyle bir söz doğru değildir. Allah Teâlâ, insana tâkatını aşan hiçbir şey teklif etmemiştir. Beş vakit namaz, Hac ve Zekat gibi ibadetler nefse ağır gelebilir. Fakat usûlcülerin dediği gibi bunlar, beşere yüklenebilecek, onların da taşıyabileceği türden vazifelerdir. Tıpkı bir merkûbun (bineğin) belli kilogram yük taşıma kapasitesi olduğu ve üzerine o ölçüde yük vurulduğu gibi insanın ne kadar yük taşıyacağını bilen Hâlık-ı Kerim, onu fıtratına uygun bir kısım sorumluluklarla mükellef kılmıştır.
Teklif dairesinde insanların hevâ ve hevesleri ölçü değildir; beşeri yaratan Yüce Kudret onu en iyi bilendir ve onun yapısına, tabiatına ve tâkatine münasip şeyleri ondan ister. Mesela, namaz kılmak, hususiyle de sabah namazına kalkmak bazılarına çok zor geliyor olabilir. Oysa, ne sabah namazı ve ne de diğer namazları kılmak bir yük, bir zorluk ve kulun sırtında bir sıklettir. Bilakis, insan onu fıtrat haline getirdi mi, namaz bir haz kaynağı, bir ferahlık vesilesi, bir güç ve kuvvet menbaıdır. Fakat, bazen insana yerinden kalkmak bile ağır gelebilir. Sabahtan akşama kadar sırt üstü yatan, salondan kalkıp mutfağa gitmeyi bile çok yorucu bir iş bildiğinden televizyonun karşısına meşrubat dolapları koyan, borular döşeten günümüzün zavallı insanı ıtrahâtı dahi bir angarya ve çok ağır bir iş görüyorsa, namazı da ruhunu ezen bir yük ve altından kalkılmaz bir teklif olarak görebilir. Ama onun çarpık anlayışı ve tembelliği ölçü değildir.
Eğer sorumluluklarımızı Allah (cc) yüklemişse, Efendimiz (sav) tebliğ ve tahmil etmişse, onlar hakkında ‘bizim takatımızı aşan şeyler’ diyemeyiz. Bu söz yalan olur. Bize takatımızın üstünde hiçbir sorumluluk teklif edilmemiştir. Nereye kadar? Ölmeye kadar, çoluk çocuğumuzu kaybetmeye kadar, Allah uzak etsin evimizin yanmasına, hicret için yurdumuzuyuvamızı terk etmek zorunda kalmamıza kadar.. bunların hiçbirisi “teklîfi mâ lâ yutâk” değildir. Ama tembelliğe, rahata ve dertsizliğe alışmış olanlar, bunları, altından kalkılması çok zor olan ağır yüklerin insan sırtına yüklenmesi gibi görebilirler.
Felaket günlerimize destan kesen Merhum Akif der ki:
“Viranelerin yascısı baykuşlara döndüm.
Gördüm de hazânında bu cennet gibi yurdu.
Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum.
Ya Rabb beni evvel getireydin ne olurdu!”
Zannediyorum, hepimiz Fatih’le beraber İstanbul surlarına çıkmayı arzu ederiz. Hepimiz Yavuz Selim’in yanında Kutlu Nebî’nin kılavuzluk ettiği seferde bulunmak isteriz. Fakat, ben Merhum Şair’in bu sözlerini her hatırladığımda diyorum ki, “Ya Rab! İyi ki bizi evvel getirmemişsin, kim bilir ne olurduk!” Çünkü, o günlerde her on haneden ikisine iki tane şehit düşerdi; her gün vatanın dört bucağından feryad u figan yükselirdi. Şimdilerde Allah tek bir acıyı da göstermesin bir askerimiz şehit düşüyor, yüreğimiz yanıyor, ağlıyoruz. O günlerde de binlerce insan ölüyordu. Biz sadece Çanakkale’yi biliyoruz; ama o savaşların hiç birinde binden az insan ölmemiştir ve her savaşta binlerce aileden feryad kopmuştur. İşte, o zor günler, mesela, bir İstiklal Harbi de “teklifi mâ lâ yutak” değildir. Fakat, günümüz şartlarında düşünürsek, o günler bizim için katlanılması imkansız zaman dilimleridir.
Bazı şeyler de vardır ki, bunlar dinin emretmediği, şahsın kendi kanaat ve kararının bir sonucu olan hususlardır. Mesela, nefsini dizginleme yolları arayan bir insan, “Ben günde bir öğün yemek yiyeceğim.” diyebilir. Ya da “Bir yabancı memlekette vatanıma hasret yaşasam da, dörtbeş sene Rabb’imi anlatacağım.” şeklinde kendi kendine söz verebilir. Cenâbı Allah’ın, o insanın söylediği şekilde bir teklifi yoktur; öyle bir vazife tahmil etmemiştir kuluna. İnsan, bunları, o şekilde yapmazsa sorumlu olmaz; fakat yaparsa, fedakarlığının karşılığını görür. Bu fedakarca bir davranıştır.
Kezâ, insanın manevî hayatı adına bir derinleşme mevzuu ve ilme’lyakîni ayne’lyakîn seviyesine yükseltme, kabilse onu hakka’lyakin sınırına götürme hususu da insana teklif edilen şeylerden değildir. Fakat, bir insan bunların arkasında olursa; Allah (cc) indinde, derinleşmesinin mükafatını görür.
Bir toplum da, “teklifi mâ lâ yutâk” olmamak üzere bazı hususlarda aralarında mütabakat sağlarsa; mesela, “Ülkemizin dört bir yanında eğitim faaliyetlerine katkıda bulunalım. Her birimiz millî kalkınmanın gönüllü erleri olarak çalışalım. Yarının ümidi nesillerimizi seviyeli yetiştirelim.” der ve bunun gereklerini yerine getirirlerse; bu duygu, karar ve salih amel her türlü takdirin üstündedir. Fakat, bu da güç yetirilmez bir işin omuza yüklenmesi demek değildir.
Dinimizde, “Bu ağır yükü götüremiyorum.” denebilecek hiç bir mesuliyet yoktur ve böyle bir sözü söylemek sadece bir mazeret ve bahaneden ibarettir, yanlıştır.