Zenginlik ve hoşsohbet olma gibi hususlar, zâhiren insanın diğer insanlar üzerinde fâikiyetini işaretlediği bir gerçektir. Halk böyle bir kişi hakkında hüsnüzan edebilir, o da bu hüsnüzanna itimat edip bel bağlayarak gurura düşebilir. Keşke düşmese..!
Gurur, Arapçada aldanma mânâsına gelir; insanın kendine ait olmayan bir şeyi kendi malıymış zannederek aldanması da bu cümledendir. Bu nokta-i nazardan dünyaya da, “İnsanların aldandığı dünya” mânâsına “Dâru’l-gurûr” (Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/185; Hadid sûresi, 57/20.) denmiştir.
Hâlbuki bu dünya, sırtına yüklendiği insanları, esas yurtları olan âleme götürmek üzere bir vazifelidir. Ne var ki bazı kimseler yolda giderken süsünden, cazibesinden dolayı bu bineğe âşık olmuş ve öteleri unutmuşlardır. Hâlbuki ona, konumu kadar önem ve ehemmiyet verilmesi gerekirdi. Ne acıdır ki, bazıları ona bağlandı ve asıl matlubu unuttular; unuttu ve aldanmış oldular. Evet, dünya bazı yönleri itibarıyla insanı aldatabiliyor.
Allah (celle celâluhu), bir insana hoşsohbetlik, sürat-i intikal (çabuk kavrama), nüktedanlık, cemal, tesir gücü gibi bazı hususiyetler vermiş olabilir. Bu, insanın elinde olan bir şey değildir. Şayet onun elinde olsaydı pek çok insan hoşsohbet, nüktedan, sürükleyici olabilirdi. İnsan bunların kendine ait olmadığını anladığında, aldanmadan kurtulur ve her şeyi sahibine verir. Bunu anlamak çok önemlidir. Aksine insan, kendine ait olmayan şeylere kendini sahip zanneder, hem Allah’a (celle celâluhu) karşı nankörlüğe girer hem de gülünç duruma düşer.
Evet, her şey Allah’tan ve mülk sahibi de O’dur. İnsanın zenginliği Allah’tandır ve emanet olarak ona verilmiştir. Zaten İslâm’a göre mülk de menkul-gayrimenkul topyekün Allah’ındır. Onlar insanda vedia (emanet) olarak bulunmaktadır. Bundan dolayı su-i ihtiyar ve iradesiyle zayi ettiğinden ötürü Allah onu sigaya çeker. Kasdî ve iradî zayi etme söz konusu değilse Allah onu affeder. Evet, insan, yeryüzünde bir emanetçidir. Allah, insanın nefsinden malına, mülküne, arazi ve akarına kadar her şeyi onun zimmetine emanet olarak vermiştir. O bu emaneti ancak Sahibinin rızası ve izni dairesinde kullanabilir ve O’nun emirlerine göre tasarrufta bulunabilir. Mal nerede harcanır, can nerede feda edilir, O’nun verdiği şeyler nasıl değerlendirilir… gibi bütün bu hususlarda O’nun vaz’ettiği kurallara göre hareket edilir.
İnsan bir emanetçi olduğuna göre emaneti yerinde kullanmalı, emaneten verilen şeyleri korumalı ve bu hususta hep Sahibinin izni ve rızası dairesinde hareket etmeli ki öbür âlemde onları bâkî bir şekilde geriye alabilsin.
Bir kere daha tekrar edelim: Ne servet ne zenginlik ne zekâ ne de ilim insanda gurura sebep olmamalıdır. Çünkü bunların hepsi onda bir emanettir. Bu açıdan, eğer Cenâb-ı Hak tecellî yönüyle “Bana ait olan şeyleri verin!” deyiverse, insan açıkta kalacaktır. Bir zaman bir dünya hakkında boş atıp tutan bir askere –latîfe olarak– şöyle demiştim: “Palaskanın üzerinde o gücün damgası var. Matara, kasatura, elbise ve hatta silâhında onların mührünü taşıyorsun. Şimdi eğer o güç ve kuvvet: ‘Bana ait şeyleri ver!’ dese sen çırılçıplak kalmayacak mısın?”
Fanilere karşı böyle bir durum mutlak olmayabilir ama, Allah’a karşı insanların durumunun böyle olduğu muhakkak ve mutlaktır. Mevlâ-i Müteâl, zerrelerinden, sahip olduğun en son noktaya kadar her şeyi sana bedava vermiştir. Bu itibarla da Allah’ın insan üzerindeki ihsanlarını gurur vesilesi yapmak, O’na karşı nankörlük olur.
Evet, insan asla gururlanmada haklı olamaz. Eğer elinde olmayarak gururlanıyorsa, gururunun, aklî ve mantıkî olarak izalesine çalışmalıdır. Şayet zorlanıyorsa, Allah’a çok teveccüh etmeli ve mutlaka her şeyi O’ndan bilmeye kendini alıştırmalıdır.
Kaynak: Çizgimizi Hecelerken, “Gurulanmak“