İçindekiler
Soru Detayı: Arkadaşlar bana “tavara” adlı bir cin olduğunu ve insana farklı şeyler yaptığını söylediler, doğru mudur?
Tavara, bildiğimiz kadarıyla bazı yörelerde cin, karabasan gibi varlıklara verilen isimdir. Biz genel olarak sorunuza cevap olarak cinlerle ilgili birkaç meseleye temas edelim.
Cinlerle temas kurulabilir mi? Cinler, insanlara hangi hallerde zarar verir?
Bazı insanların ruhları cinlerle temasa müsaittir; çabuk trans haline geçebilir, çabuk bizim buudlarımızın dışına çıkabilir ve onların âlemi, onların buudları, onların dilleri ve haberleşmeleriyle mayalanabilirler. Bu bir fıtrat mes’elesidir.. Ancak, bundan bir insanî üstünlük manası da çıkarılmamalıdır. Evet, görülmeyen bu kuvvetlerin tâbi oldukları belli prensipler vardır. Dolayısıyla insan, her arzu ettiği yerde bunlara iş yaptırtamaz.. Zira onlar, Allah (c.c.)’ın tayin ettiği buudun dışında iş yapamazlar. Kişi, mazhar olduğu bir kısım esmâ ve kelimeleri sırlı kilitleri açar gibi kullanıp cinlerle temasa geçebilir ama cinler kendilerine verilmeyen imkânı kullanamazlar. Bu itibarla her insan, cinlerden istifade edemez, eden de, onları her arzusunda kullanamaz. Bununla birlikte, bazı kelimeleri cinlere ait birer kod, birer telefon numarası gibi çevirip, belirli şekillerde ve belirli sayıda tekrarlayarak, onlarla irtibat kuran insanlar da az değildir.
Birtakım yolları ve usulleri olmakla beraber cinlerle irtibat kurma, mürşid ve rehber ister ve o işin ehli olmayı gerektirir. Usûl, prensip ve rehber olmazsa, hata ve yanlışlıklar yapıp paçayı kaptırma ihtimali de vardır. Bu tür şeylerle meşgul olanların gözleri mana âlemine açık değil ve kendileri ayaklarını basacakları yeri bilemiyorlarsa, o zaman habis ruhların saldırısına uğrar, onların hâkimiyeti altına girer ve onların oyuncakları olurlar. Neticede cinler, böylelerini bazen gurur ve kibre sevk eder, okşayıp şımartır; yeri, zamanı gelince de korkutup tehdit ederek tesirleri altına alır ve kendi hesaplarına konuşturup, iş yaptırırlar. Nitekim 20. asırda Hindistan’da Gulam Ahmed Kâdıyânî, böylesi habis ruhların kurbanı olmuştur. Hind Yogizmine karşı Fakirizm yolunda İslâm adına mücadele etmek istemiş, fakat habis ruhların saldırılarına uğrayıp, oyuncakları haline gelmiş.. Habis ruhlar, önce kendisine müceddid olduğunu kabul ettirmişler; sonra da Mehdiliğine, ardından da İsa-Mesih olduğuna inandırmışlardır. En sonunda da, -hâşâ- “Allah bana hulûl etti ve bende göründü” demeye kadar gitmiştir. Habis ruhlar, habis olanlarla çabuk kontak kurar ve cinnete kadar götürebilirler.
Cinler, ehl-i imana daha çok cünüplük ve hayız-nifas hallerinde, abdestsiz-namazsız hayat sürenlere de yine bu hallerde musallat olup, onları değişik şekilde ve değişik seviyede baştan çıkarabilirler. İşlenen her bir günah, şeytan ve habis cinlere açılan bir kapı ve pencere durumundadır. Bilhassa hassas tipler, bozuk ruhlular, duadan ve dualıların atmosferinden uzak lâubali hayat yaşayanlar, çabuk cinlerin tesirine girerler. Tabiî ki, cinlerin hayat sınırlarını ve hukuklarını ihlâl ve besmele çekmeden evlerini ve yurtlarını işgal de, cinlerden zarar görmede mühim faktörlerdir. Bu yüzden Efendimiz (s.a.s.), bize pis yerlere girerken dua etmemizi öğretiyor ve onların bulundukları mezbelelik, çöplük, hamam, otluk, helâ ve hatta kabirlerde namaz kılmamızı yasaklıyor. Bu yerler, şeytanın ve kötü ruhların uğrak yerleridir. Evet, Efendimiz, helâya girerken, “Allahümme innî eûzü bike mine’l-hubsi ve’l-habâis” dememizi tâlim buyuruyor ve ilerde geleceği üzere, hayatımızın her safhasında duâlı olmamızı, bu kabil zararlı oklara hedef olmaktan korunmamızı temin edecek bir kale ve kalkan sayılabilecek temiz muhitlerde bulunmamızı, temiz insanlarla düşüp kalkmamızı, dualarla bir atmosfer oluşturmamızı ve ibadetle korunmamızı emrediyor. Öyleyse, cinlerin her türlü kötülüğünden emin olmak isteyen, her şeyden önce günahlardan şiddetle kaçınarak, onların girecekleri delikleri kapamalıdır.
Habis ruhların ve cinlerin şerrinden korunmak için ne yapılmalı ve ne okunmalıdır?
a. Evvelâ, Allah (c.c.) ve Rasûlü (s.a.s.) ile iyi münasebet kurup, İslâm’ın prensiplerine uyulmalıdır.
Bu işin birinci ve en sağlam yolu, Allah (c.c.) ve Rasûlüyle (s.a.s.) çok iyi münasebet kurmak, Din-i Mübin-i İslâm’ın prensiplerini hayatımıza hayat yapmak, gönülde derinleşmek ve tertemiz havamızla kendi âlemimizi yaşamaktır. Bir yandan bunları yaparken, bir yandan da habis ruhların sızabileceği hiç bir boşluk ve günah penceresi bırakmamak gerekir. Ruhta açılacak bir gedik, onların sızmasına zemin hazırlayabilir.
b. Fiilî ve kavlî duâ ile Cenâb-ı Hakk’a (c.c.) ilticâ edilmelidir.
Cinlerin ve habis ruhların şerlerinden korunmada ikinci önemli bir unsur, hususiyle duanın kulluğumuzun bir parçası ve silahımız olarak dilimizden düşmemesidir. Evet, korunmamız, hâl-kâl, iç-dış, fiil-dil bütünlüğü ve birliği içinde olmalıdır.
Dua, fiilî ve kavlî olmak üzere iki şekildedir. Çiftçinin tarlayı sürmesi, tımar etmesi, ekmesi, sulaması fiilî dua; sonra da el açıp, “Ya Rabbi, bereket ihsan eyle, rahmetini bol bol ver” diye yalvarması da kavlî duâdır. Birinci dua olmaksızın ikincinin yapılması, insana herhangi bir şey kazandırmayacaktır. Buna karşılık, sadece fiilî dua ile yetinilmesi ise, yümün ve bereketi, hele hele kulluğu eksik bırakacak ve bütün yaptığı, başında bir olmayan sıfır yığınından ibaret kalacaktır.
Diyelim ki bir mü’min, “Ya Rabbi, mü’minleri muzaffer eyle” diye duâ eder; bu güzeldir ama, kâfi değildir. Çünkü tek kanatla kuş uçmaz. Efendimiz (s.a.s.)’in Bedir Savaşı öncesi eksiksiz hazırlık yapması ve sonra da bütün benliğiyle Allah’a yönelerek dua etmesi gösteriyor ki, fiilî dua yapılacak, yani, sebepler dairesinde yapılması gerekli olanlar yapılacak ve elden geldiğince sebeplere riayet edilecek, sonra da kavlî duâ için eller açılacaktır.
Bunun gibi, vücudumuzda bir rahatsızlık ve hastalık hissettiğimizde hekime gitmemiz, ilaç kullanmamız birer fiilî duadır. Arkasından, şifayı verecek olan Cenâb-ı Hakk’a el açıp, şifa dilememiz de kavlî duâdır. Bazen yalnız Allah’a teveccüh ve kavlî duâ ile hastalıklarımız, baş ve diş ağrılarımız geçebilir ama, bazen de murad-ı İlâhî başka olur ve hekime müracaatımız istenir. Efendimiz (s.a.s.): “Allah her derdin devasını yaratmıştır, tedavi olunuz” buyurmakla, bu fiilî duaya bizi teşvik etmektedir. Şu kadar ki, yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi, şifayı Allah (c.c.)’dan bilerek ve bir kulluk vazifesi olarak kavlî duâmızı her hal û kârda yaparız. Ne var ki, bazen münhasıran kavlî duânın yetmediği gibi, fiilî duânın yetmediği de olur. Ve Allah (c.c.), şifayı bazen iki duâya birden, bazen de sadece birine bağlar. Her şey O’nun elindedir. Niceleri vardır ki, kavlî duâ nedir bilmedikleri halde sıhhat içinde, zevk dolu bir hayat yaşarlar; buna karşılık, ilaç kullandıkları ve duâyı da bir ân için olsun ağızlarından düşürmedikleri halde, Allah (c.c.)’a gönülden bağlı insanların hayatlarını dertlerle kıvrım kıvrım sürdürdükleri görülür. Böyle durumlarda biz, duamızın kabul olmadığını sanırız. Halbuki kabûl etmek ayrı, cevap vermek ayrıdır. Her dua işitilir ve icâbet edilir fakat bu icâbet, istenilenin aynen verilmesi şeklinde olabileceği gibi, te’hir edilip sonra verilmesi veya dünyâda verilmeyip, Ahiret’e bırakılması şekillerinde de olabilir; tamamen, Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine bağlıdır bu. Siz doktoru çağırdığınızda o, icâbet eder gelir; fakat “Bana şu ilaçları ver” dediğiniz zaman, doktor o ilaçları size aynen vermeyebilir; neyi uygun görüyorsa onu verir ve uygun görmediğini de vermez, ya da daha iyisini, daha faydalısını verir. Teşbihte hata olmasın, Cenâb-ı Hakk da kulun dualarını her zaman duyar, duyduğunu duyurur ve onun kalbine huzur verir; çünkü O, insana şah damarından daha yakındır. Fakat hikmetinin muktezası olarak, kulunun her istediğini vermeyebilir; bu vermeyiş, bazen kulun yararına olacağı, bazen de ileride daha faydalı şekliyle vereceği içindir. Sonra, mülkün sahibi O’dur ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.. lûtfu da hoştur, kahrı da. O, abes iş yapmaz; her yaptığında bir değil, bin hikmet vardır.
Ayrıca kat’iyyen bilinmelidir ki, dua da namaz gibi bir kulluktur; sâfiyane, hâlisane, garazsız, ivazsız, karşılıksız ve dünyada peşin bir netice beklemeden yapılmalıdır. İnsan, saf ve dupduru bir gönülle O’na teveccüh edip, rızasını aramalıdır. Ama O, bazen lûtuf ve keremiyle ihsanlarda bulunup kulunu hoşnut edebilir… Bu sebeple de, hemen neticesi alınsın ve çarçabuk hedefe nail olunsun diye yapılan dualar kabul görmeyebilir; hâlis ve safî olmadıkları için, kabul noktasına yükselmeleri mümkün olmayabilir…
Peşin ücretler için ısrarla dua edilmemeli, ama Hakk kapısında devam ve sebatta mutlaka ısrarlı olunmalıdır. Rabbine ilticadan bir ân dûr olmamak, daima hayırlı olanı istemek, günahların yaprak gibi döküldüğü, fazilet ve insanî değerlerin ziyadeleştiği o kapıda sadakatta bulunmak, sebat etmek ve imtihanda olduğumuzu unutmayarak neticeleri Ahiret’te beklemek, samimî kul olmanın gereğidir.
Kaynak: İnancın Gölgesinde I, “Melek, Cin ve Şeytanların Hususiyetleri“