Fransız İhtilâl-i Kebiri’ni müteakip hem Hıristiyanlık âleminde hem de Batı mukallitleri vasıtasıyla âlem-i İslâm’da, hususiyle pâyitaht ve hilâfet mahalli olan İstanbul’da, “Din bir vicdan işidir, hayata müdahale etmemeli, elden geldiğince onun dışında tutulmalı.” şeklinde kartezyence bir moda türedi.
Bu konunun insanî ve hukukî olanı şöyledir: Bir dindarın dindarlığına kimse müdahale etmemelidir. Evet, bir insanın dini hayatına müdahale edilmez. Ancak burada dinin vicdana hapsedilmesinden söz edilmektedir ki bu doğru değildir. Din, insanın Allah ve Resûlü’nün bütün fermanlarını dinleyip itaat etmesinden ibaretse, benim, Allah’a imandan tesettüre, kılık ve kıyafetimi kendim seçmemden çocuklarımı istediğim gibi yetiştirmeme kadar her şey hem hayatımla alâkalı benim işim hem de vicdanımın işidir. Buna müdahale eden de insanlara zulmetmiş olur. Aynı zamanda bu şekildeki bir kabul demokrasinin de gereğidir. Böyle bir kabulden, kimseye dinî meseleler anlatılmayacak şeklinde bir mânâ çıkarılması da bir tenakuzdur. Çünkü dindar olmanın içinde aynı zamanda benim dinimi anlatma meselem de vardır.. evet, dinî hayatı anlatmak benim mü’minliğimin muktezasıdır. Yani Allah (celle celâluhu) bana, namaz kılacaksın, oruç tutacaksın, zekât vereceksin, hacca gideceksin demekle birlikte aynı zamanda Beni, Peygamberimi ve Kur’ân-ı Kerim’in emirlerini de anlatacaksın, demektedir. Bu açıdan, anlatmak da bir mü’minin dinî hayatının içine girmektedir. O zaman bu da bir bakıma vicdan işi sayılmaktadır.
Ayrıca bir mü’min olarak, gayret-i diniye açısından, başkaları inkarcılığa, inançsızlığa ait düşünceleri neşrederken ben dinimi anlatmazsam dinime karşı saygısızlık etmiş olurum. Evet, inançsızlığa ait kitaplar kütüphanelerde okumaya arz edilirken, ben, gökten inen, Arş’ı ferşe bağlayan ve kendisine tutunanları a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çıkaran Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ve ondan nebean eden hakikatleri; Efendimiz’in söz ve beyanlarını anlatmayacağım. Bu, benim dinime karşı vefasızlığımın ifadesi olur.
Bir de İslâm’da dini neşretmek için irşad müessesesi vardır. Bidayette Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm), Kur’ân’ın kendisine o günün gereği لَكُمْ دِينُكُمْ وَلِيَ دِينِ “Sizin dininiz size, benim dinim bana.” (Kâfirûn sûresi, 109/6) diyerek bir bakıma kimseye bir şey söylememeyi ifade etmişti. Ama bu âyet nâzil olduğu zaman Mekke-i Mükerreme’de Müslümanların sayısı beş-on kişiyi geçmiyordu. Müslümanlığı büyük ölçüde halk kabul ettikten sonra Efendimiz, Allah’ı anlatmak için irşada yönelmişti ki, bu mânâda o mânevî cihad her zaman var olmuştur ve olacaktır da. Bu zaviyeden, din, inanç ve iz’an da bir vicdan işidir fakat aynı zamanda inanılan şeyin neşir ve tebliğ edilmesi de onun emridir. Evet, mü’min dini bütünüyle omuzlarına aldıktan sonra onu başkalarına da anlatacaktır.
Şimdi hükmü ortadan kalkmış olan anayasanın 19. maddesi bu mevzuda bir kısım ahkâm getirmiş, ceza kanunu vâzıı bu ahkâmdan 163. maddeyi istinbat etmiş, dinî propaganda ile şahsî nüfuz temin etmeyi, dini neşretme mevzuunda bir araya gelerek bir cemiyet teşkil etmeyi ve sonra bu cemiyetin içine girip hizmet etmeyi yasaklamıştı. Yani buna göre bir kişinin dinini neşretmesi ve anlatması yasaktı. Bununla beraber daha önceleri devlet belli kanunlara dayalı olarak bir diyanet müessesesi meydana getirmişti. Bu diyanet müessesesinin vaizleri vardı. Bunlar bütün cami kürsülerinde, din ve İslâm’ın usûl ve fürûunu anlatacaklardı. Yani kanunun yasakladığı propagandayı yapacaklardı ki bu da eski telâkki ile yeni anlayışın tenakuzu demekti.
Niçin bu serbesti ile yasak iç içeydi? Niçin bu böyle yapılmıştı? Bunu soracak kimse de yoktu. Sorana da “Kanunun sırrına kimsenin aklı ermez.” denirdi. İleride idrakli ve basiretli bir topluluk kanunlardan bu tenakuzları, daha doğrusu kanunlardaki tenakuzu bertaraf ederek birbiriyle mütenakız düşmeyen ahkâmı getirecek ve toplum da o gün aradığını bulup huzura erecektir.
Kaynak: Çizgimizi Hecelerken, “Din Bir Vicdan İşi Midir?”