İçindekiler
Kısa özet: Her dinin kendine mahsus bayramları, kutsiyetine inanarak kutladıkları gün ve geceleri vardır. Bu bayramların taabbüdî bir yanı vardır; din mensubu o günü, hem bir mutlu günü yaşama coşkusu hem de bir ibadet olarak kutlar. Bu açıdan, bir Müslümanın, başka bir dinin bayramını kutlaması doğru olmaz.
Başka bir dinin bayramını kutlamak yani bizzat kutlamalara iştirak etmek doğru olmasa da, kutlayanların gönlünü alma babında tebrik ve tes’îd etmekte dinen bir sakınca yoktur. Bu, onların itikatlarına katılma, onların dinlerine rıza manasına gelmez. Bir Müslüman, bunu, aynı toplumun içinde birlikte yaşadığı insanlarla iyi münasebetler geliştirmek için yapar. İnsanlarla iyi münasebetler kurmak da pek çok ayet ve hadisin delaletiyle dinimizin bir emridir.
İnsanlarla İyi Münasebetler Kurma
Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanların yüzleştiği bazı durumlar neticesinde ortaya çıkan birtakım soruları, sorunları var. Bunların bir kısmının cevabını klasik kaynaklarımızda bulabiliyor, bir kısmınınkini ise bulamıyoruz. Bunların cevabını bulabilmek için, Kur’ân’ı, Sünneti ve bu asıllara bağlı klasik kaynaklarımızı bilmemiz gerektiği gibi, bugünü, içinde yaşanan toplumun yapısını ve o toplumu oluşturan fertlerin durumlarını da iyi tahlil etmemiz gerekiyor.
Hepimizin malumu olan klişe haline gelmiş bir söz var: “İnsan sosyal bir varlıktır.” Müslümanlar olarak biz de diğer insanların ekserisi gibi farklı farklı toplumların içinde yaşıyoruz. Bu toplumlar, çoğunluğunu bizim gibi Müslümanların teşkil ettiği toplumlar olabildiği gibi bunun böyle olmadığı durumlar da söz konusu.
Toplumdan topluma değişse de içtimai hayatın kendine göre gereklilikleri vardır. Eğer bir toplumun içinde yaşıyorsanız bu gerekliliklerden kaçamazsınız. Hele insanlarla iyi geçinen, toplumun iyi bir ferdi olmak istiyorsanız.
Kur’ân pek çok ayetiyle Müslümanlara “iyi insanlar” olmayı, insanlarla iyi münasebetler kurmayı emreder. Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi vesellem) sünneti de her konuda olduğu gibi bu konuda da bize çok önemli pratikler sunmaktadır. Bu konuda pek çok ayet, pek çok hadis zikredilebilirse de biz bunlardan birkaçını vermekle yetineceğiz:
Cenab-ı Hak, Maide sûresinin 12-13. âyetlerinde, Benî İsrail’den aldığı ahitten, onların birçoğunun ahitlerine sadık kalmadıklarından, Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) döneminde de onların pek çoğunun hâlâ bir takım hıyanet planları olduğundan bahsettikten sonra, فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاصْفَحْ إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ “Onların yaptıklarına aldırma, onları affet. Allah iyileri sever.” buyuruyor.
Surenin 11. âyetinde Allah, müminleri, onlara zarar vermek isteyenlerden koruduğunu söylüyor. Tefsirlerde, âyetin nüzul sebebinin, Yahudi kabilesi Benî Nadîr tarafından Efendimiz’e (sallallahu aleyhi vesellem) düzenlenmek istenen suikast olduğu üzerinde duruluyor. Yani Allah Resûlü’ne, kendisini öldürmeye çalışanları affetmesi emredildikten sonra, ALLAH’ın iyi kimseleri sevdiği söylenerek âyet tamamlanıyor. Buradan şunu çıkarabiliriz: Müslüman, insanlara iyi davranır. Onun iyilik dairesi canına kastedenleri bile kapsar.
Nisâ sûresinin 86. âyetinde ise Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
وَإِذَا حُيِّيتُمْ بِتَحِيَّةٍ فَحَيُّوا بِأَحْسَنَ مِنْهَا أَوْ رُدُّوهَا إِنَّ اللهَ كَانَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ حَسِيبًا
“Size birisi selam verdiğinde, iyi dilekte bulunduğunda siz ona daha güzeliyle mukabele edin, en azından aynı ölçüde mukabelede bulunun. Allah katında her şeyin hesabı tutulmaktadır.” (Nisa, 4/86)
Bu âyette de Cenab-ı Hak Müslümanlara, kendilerine iyilik dileğinde bulunulduğunda buna aynı şekilde hatta daha ileri seviyede mukabelede bulunmalarını emrediyor. Âyet, daha güzel şekilde karşılık vermeyi, aynıyla mukabeleden daha önce zikretmek suretiyle de asıl olması gerekene vurguda bulunmuş oluyor. Yani bir Müslüman, kendisine selam verildiğinde, kendisine iyilik temennisinde bulunulduğunda bunun altında kalmaz, en azından aynıyla mukabele eder ki bu, onun mükellefiyetinin asgari sınırıdır. Ama ona yaraşan, bunun da üstüne çıkmak, kendisine iyilik yapana, onun yaptığı iyilikten daha büyük bir iyilikle mukabelede bulunmaktır. Yani Müslüman, iyilik hususunda kimseden aşağı kalmaz, insanî münasebetlerde herkesten daha ileride bulunur, bununla yükümlüdür.
Müslümanların, Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlarla münasebetlerini ele alan bir başka âyet ise kurulacak ilişkinin iyilik ve güzellik üzerine oturması gerektiğini söylemektedir:
وَلاَ تُجَادِلُوا أَهْلَ الْكِتَابِ إِلاَّ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِلاَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُوا آمَنَّا بِالَّذِي أُنْزِلَ إِلَيْنَا وَأُنْزِلَ إِلَيْكُمْ وَإِلَهُنَا وَإِلَهُكُمْ وَاحِدٌ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
“Zulüm ve haksızlık yapanları müstesna, Ehl-i Kitapla olan diyaloglarınızı en güzel şekilde sürdürün, güzellikten ayrılmayın! Onlara deyin ki: ‘Biz, bize indirilen kitaba da size indirilen kitaba da inanırız. Bizim tanrımızla sizin tanrınız farklı değil, aynı tek tanrıya inanıyoruz; biz O’na gönülden teslim olmuşuz.’” (Ankebût sûresi, 29/46)
Bir başka âyet: ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ السَّيِّئَةَ “Kötülüğü iyilikle sav!” (Mü’minûn sûresi, 23/96)
Bir diğer âyet:
وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلاً مِمَّنْ دَعَا إِلَى اللهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ إِنَّنِي مِنَ الْمُسْلِمِينَ * وَلاَ تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلاَ السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ * وَمَا يُلَقَّاهَا إِلاَّ الَّذِينَ صَبَرُوا وَمَا يُلَقَّاهَا إِلاَّ ذُو حَظٍّ عَظِيمٍ
“Allah’a çağıran, doğru işler yapan ve ‘Ben Müslümanım, Allah’a teslim olanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü bile) en iyi şekilde sav. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık olan kimse candan dost oluvermiş! (Herkese kısmet olmayan bu büyüklüğe) ancak sabırlı kimseler nail olur. Buna ancak (ahlaktan, faziletten) nasibi büyük olanlar nail olur.” (Fussilet sûresi, 41/33-35)
Âyette, Müslümanların hep iyi insanlar olmaya, güzel, doğru ve yumuşak sözlü olmaya teşvik edildiği görülüyor. Âyette geçen “Allah’a çağıran, doğru işler yapan ve ‘Ben Müslümanım, Allah’a teslim olanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” ifadesi, ilk akla gelen manası itibariyle, Allah’a çağırma ve “Ben Müslümanım” demekten daha güzel söz olmayacağı anlamına gelir. Bu mana mahfuz olmakla beraber başka bir nazarla bakıldığında âyetten şu mananın çıkarılması da mümkündür: Allah’a çağıran, doğru işler işleyen ve Müslümanlığını ilan eden insanlardan daha güzel sözlü, tatlı dilli kimse olamaz. Yani bu sıfatları haiz olan kimseler, sözlerin en güzelini söylerler, konuşurken herkesin imreneceği bir güzellik sergilerler, nezaket ve nezahette kimse onlarla boy ölçüşemez.
Son olarak Mümtehine sûresindeki şu iki âyeti zikredelim:
لاَ يَنْهَاكُمُ اللهُ عَنِ الَّذِينَ لَمْ يُقَاتِلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَلَمْ يُخْرِجُوكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ أَنْ تَبَرُّوهُمْ وَتُقْسِطُوا إِلَيْهِمْ إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ * إِنَّمَا يَنْهَاكُمُ اللهُ عَنِ الَّذِينَ قَاتَلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَأَخْرَجُوكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ وَظَاهَرُوا عَلَى إِخْرَاجِكُمْ أَنْ تَوَلَّوْهُمْ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ فَأُولَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
“ALLAH (celle celâlühû); dininizden dolayı size savaş açmayan ve sizi yurdunuzdan yuvanızdan etmeyenlere iyi davranmaktan ve onlara karşı adil olmaktan sizi menetmez, sizi bundan alıkoymaz. Bilakis Allah, adaletli olanları sever. Allah’ın yasakladığı; dininizden dolayı size savaş açmış, sizi yurdunuzdan çıkarmış ya da bunu yapanlara destek vermiş olanlara yakınlık ve taraftarlık göstermeniz, onlarla birlik olmanızdır. Onların tarafında yer alanlar, zalimlerin ta kendileridir.” (Mümtehine sûresi, 60/8-9)
Bütün bu ve benzeri âyetlere bakıldığında, Müslümanın her halükârda ve herkese karşı “iyi” insan olmasının gerektiğinin vurgulandığı görülür. İyi insan olmanın genel ve evrensel kriterlerinin yanında; içinde yaşanılan topluma, zaman, mekân ve şartlara göre değişen ölçüleri de olacaktır. İnsanlarla iyi ilişkiler kurmayı istiyorsanız, onlara yalnızca kendi ölçülerinizi dayatarak bunu yapamazsınız. Onların değer yargılarını, kültür, örf, anane hatta dinî değerlerini de nazar-ı itibara almanız gerekir.
Dinimizin gereği bazı mükellefiyetlerimiz vardır. Gerek Rabbimizle gerekse de insanlarla kuracağımız ilişkilerle ilgili temel esaslar bulunmaktadır. Bunlara riayetle yükümlüyüz. Bunlar bizim hem dünya hem de ukba saadetimiz adına çok önemli esaslardır. Dinimizin vaz ettiği hükümlerde, insanlarla iyi münasebetler geliştirmemize mani bir durum yoktur, hatta yukarıda zikrettiğimiz âyetlerde de gördüğümüz gibi bu teşvik edilmektedir.
Bir kısım Müslümanlar tarafından, bazı çok sert dinî yargıların ileri sürüldüğünü müşahede ediyoruz. Delil olarak da bazı âyet ve hadisleri, geçmiş ulemanın bazı sözlerini gösteriyorlar. Halbuki dikkatle baktığınızda ve söz konusu âyet ve hadisleri, fukahanın bahis mevzuu sözlerini incelediğinizde, iddia sahiplerinin, bunların hangi durumlar için söylendiğine dikkat etmemiş olduğunu, yani bağlamından kopardığını görüyoruz. Örneğin savaş hukukunun anlatıldığı bir âyetin genelleştirilip her türlü insani münasebete uygulanmaya çalışıldığına şahit oluyoruz.
Pek çok Müslüman, bir toplumun ferdi olarak hayatını sürdürmektedir ve toplum hayatının bazı gereklilikleri vardır. İslâm’ı, onun kolaylık, esneklik ve müsamahasına aykırı şekilde katı bir biçimde insanların önüne koyduğunuzda aslında şunu yapmış oluyorsunuz: Bir yandan Müslümana, toplum içinde ve insanlarla beraber yaşamanın helal olduğunu söylerken hatta onu buna teşvik ederken, diğer yandan zımnen bunu yasaklamış oluyorsunuz. Yani onun önüne birbiriyle çelişen iki hüküm koymuş oluyorsunuz. Zira toplum hayatının gerekliliklerini göz ardı ederek toplumda yaşamak mümkün değildir. Her toplumun kendine göre örfleri ananeleri vardır. Dinimiz evrensel olduğuna, kıyamete kadar hükmünü devam ettireceğine göre, onun getirdiği ahkâmın, bütün toplumlarda, bütün zaman ve zeminlerde uygulanabilecek bir esnekliğe sahip olması gerekir ki elhak öyledir, buna iman ediyoruz. Bu böyle değerlendirilmediği takdirde karşımıza, ifrat ve tefritlerin çatıştığı, sırat-ı müstakime yol bulunamadığı bir tablo çıkacaktır. Zira birileri, insanlara, din adına, esnekliği olmayan katı kurallar bütününü dayatırken, diğer yanda başka birileri, dinî kuralların toplum hayatıyla bağdaşmayacağını, zamanın gereklerine uymadığını öne sürerek dinî değerlerden tamamen uzaklaşma, dünyevi mutluluğu bu suretle yakalamaya çalışmaya meyledeceklerdir. Bugün dünyanın pek çok yerinde bunu esefle müşahede ediyoruz.
Gayrimüslimlerin Bayramlarını Tebrik Etme
Bu girişten sonra mevzuumuza gelecek olursak: Bizim, dinimizden gelen bayramlarımız, mübarek gün ve gecelerimiz olduğu gibi, Müslüman olsun olmasın her milletin de kendi kültüründen, medeniyetinden gelen bayramları vardır. Dinî bayramların kutlanması, dinin bir gerekliliği, tabiri caizse bir “dinî kültür” olduğu gibi, milli bayramların kutlanması da, bir millete, bir topluma, bir kültüre mensup olmanın bir gereğidir. İstisna kabul edilecek şaz görüşler dışında, İslâm uleması, Müslümanların, kendi milletlerinin milli bayramlarını kutlamalarının mübah olduğu görüşündedirler. Bunu söylerken, kutlanan şeyin ve icra edilen kutlamanın mahiyetinin şer’î ölçülerle uygunluk içinde olması gerektiğini hatırdan çıkarmamak gereklidir.
Gelelim, gayrimüslim bir toplumun ya da aynı toplumda beraber yaşadığımız gayrimüslimlerin dinî ve milli bayramlarını kutlamaya. Kutlama kelimesi, Türkçemizde iki manaya geldiği için önce bu iki manayı birbirinden ayırmamız gerekecek. Kutlamanın birinci manası, kutlama yapma, kutlama etkinliğine bizzat katılmadır. İkinci manası ise, kutlamaya bilfiil katılmamakla birlikte, bir şeyi kutlayan insanları tebrik etme, mesela “hayırlı olsun, kutlu olsun, nice yıllara…” gibi sözlerle onları tebrik, eskiden kullanılan tabirle tes’îd etmedir. Bu iki mana birbirine karışmasın diye ilkine kutlama, ikincisine tebrik etme diyeceğiz. Bu yazının konusu, ikincisi yani Müslüman olmayanlara, dinî bayramlarıyla ilgili tebrikte bulunmaktır. Müstakil bir makaleyi hak eden diğer konuya yazının sonunda kısaca değinmekle yetineceğiz.
Konunun detayına girmeden önce, bu mevzuda sarih (hükmü açıkça gösteren) âyet ve hadis olmadığını belirtmemiz gereklidir. Buna cevaz veren ve vermeyen görüş sahiplerinin delil olarak üzerinde durdukları âyet ve hadisler tabii ki vardır ama vardıkları sonuç, bu âyetlerde net şekilde geçmemekte, onlar üzerine yapılan yorumlara dayanmaktadır. Dolayısıyla bu, “içtihadî” bir meseledir.
İslâm uleması; gayrimüslimlerin dinî olmayan mutlu günlerini tebrik etmenin bir mahzuru olmadığı üzerinde neredeyse ittifak halindedir. Yani mesela birisi yeni bir araba aldığında ona “hayırlı olsun” deme veya birinin doğum günü için “doğum günün kutlu olsun, nice yıllara” gibi iyi dileklerini dile dökmede herhangi bir sakınca görmemektedirler.
İhtilaf, dinî bayramların tebrik edilmesindedir. Bir kısım Müslüman ilim adamları bunun caiz olmadığını söylerken diğer bir kısmı ise bunda bir mahzur olmadığı görüşündedirler.
Deliller ve Münakaşası
Çok uzun süreceği için delillerin tek tek münakaşasını yapmayacağız. Caiz değil diyenlerin görüşlerini ve delillerini zikrettikten sonra, bunlara verilen cevapları genel olarak vereceğiz.
Başka bir dinin bayramını kutlayan insanları tebrik etmek caiz değildir diyenlerin kullandıkları argümanlar şunlardır:
- Başka din müntesiplerinin dinî bayramlarını tebrik etme, onların itikatlarına rıza gösterme ve onların dininin hakkaniyetini kabullenmiş olma manasına gelir.
- Başkalarının dinî bayramlarına katılma, onlara bâtıl hususunda yardımcı olmaktır.
- Onların bayramlarını tebrik etme, onları bâtıl hususunda teşvik edici olur, belki zayıf Müslümanların aklını çelme noktasında onları ümitlendirir.
- Kendi bayramlarında onlar bizi tebrik etseler de biz onları tebrik edemeyiz; zira bunlar ya onların kendi dinleri adına kendi uydurdukları bayramlardır ya da en azından İslam’ın gelişiyle neshedilmiş, hükmü kaldırılmış bayramlardır. Bunlara iştirak etmek, “İslâm’dan başka kabul edilebilecek din yoktur.” (Âl-i İmran sûresi, 3/85) âyetine muhalif hareket etmektir.
- Bu yapılırken iyi niyetle yapılmış olsa bile iyi niyet, yapılan fiili helal kılmaz.
- Gönül alma kabilinden ya da tebrik etmezsek ayıp olur düşüncesinden dolayı yapmak da caiz değildir. Zira bâtıl konusunda gönül almaya çalışmak caiz değildir. Münkerin reddedilmesi ve onun düzeltilip yerine hakkın yerleştirilmesi vaciptir.
- Onların bayramlarını tebrik etme, onlara benzemeye çalışmaktır ve hadisin ifadesiyle bu bir Müslümana yakışmaz.
- Seleften bazıları, Furkan sûresinin 72. âyetinde geçen وَالَّذِينَ لاَ يَشْهَدُونَ الزُّورَ “(Allah’ın o halis kulları) yalan ve batılın olduğu yerlerde bulunmazlar (ya da yalan yere şahitlik etmezler)” ifadesini, gayrimüslimlerin bayramlarına iştirak manasında anlamışlardır.
Bu görüş sahipleri, gayrimüslimlere karşı takınılacak tavırlarla ilgili yukarıda zikrettiğimiz gibi umumi içerikli nasslarla, fukahanın bu meyandaki görüşlerini kendilerine dayanak göstermektedirler. Bu hususta şu iki hadisi çok zikretmektedirler:
- “Birilerine benzemeye çalışan, onlardandır.” (Ebu Davud, libas 4) ve “Bizden başkasına benzemeye çalışan, bizden değildir.” (Tirmizî, isti’zan 7)
- “Yahudi ve Hıristiyanlara ilk selamı siz vermeyin!” (Müslim, selam 13). Hadisin başka bir rivayeti ise şöyledir: “Yarın Yahudilere gideceğiz. Onlarla karşılaştığınızda, onlar selam vermeden siz selam vermeyin!” (İbn Mâce, edeb 13)
Caiz değil diyenlerin delillerinin değerlendirilmesine, son zikrettiğimiz iki hadisin konumuza delaletinin münakaşasıyla başlayalım. Dikkat edilirse ilk hadis, birilerine benzemeye çalışma ve birilerini taklit etmeyle ilgilidir. Yani hadis, bilfiil başkalarının bayramını kutlayanlara şamil olsa da yalnızca tebrik edenlerle ilgisini kurmak zordur.
İkinci hadise gelince; ilk verdiğimiz rivayete göre hadis mutlak gibi görünse de ikinci rivayet onun özel bir duruma işaret ettiğini göstermektedir. İbn Kayyim el-Cevziyye de hadisin, Medine’de ikamet eden Yahudi kabilelerinden Kurayzaoğullarına yapılan seferle ilgili olduğuna dair bir görüş naklediyor. (Zâdü’l-Meâd, 2/388) Bilindiği gibi Medine’de ikamet eden son Yahudi kabilesi olan Kurayzaoğulları, Hendek savaşında Müslümanlara ihanet etmiş, o en kritik zamanda Efendimiz’le yaptıkları ahdi bozarak Müslümanları arkadan vurmuştu. Halbuki Efendimiz Medine’ye geldiğinde yaptıkları anlaşmaya göre bir düşman saldırısı olduğunda birbirlerine yardım edecekler, Medine’yi birlikte savunacaklardı. Onlar ise yardım etmek şöyle dursun, düşmanla birlik olmuşlardı. Hendek savaşının bitiminde Efendimiz hiç vakit fevt etmeksizin Kurayzaoğullarının üzerine yürüme emri verdi. İşte bu hadis de bu esnada söylendi. O dönemde selam vermenin, normal selamlaşmanın yanında sembolik olarak taşıdığı bir anlam vardı. Özellikle savaş ihtimali olan durumlarda selam verme, karşı tarafa eman verme, savaş istemediğini ilan etme demekti ki bunu, Nisâ sûresinin 94. âyetiyle, bu âyetin sebeb-i nüzulü olan hadisenin anlatıldığı hadislerden de (Buhârî, tefsîru’l-Kur’ân, Nisâ 94; Tirmizî, tefsîru’l-Kur’ân, Nisâ 94) görebiliriz. Dolayısıyla Efendimiz bu hadisiyle, onlara eman verilmemesini emretmiş olmaktaydı. Yani mevzu, gayrimüslimlerle bizim anladığımız manada selamlaşma-selamlaşmama mevzuu değildi.
Selef-i salihînden hadisi mutlak olarak anlayıp bunun caiz olmadığına hükmedenler varsa da pek çok fukaha bunu mutlak bir hüküm olarak ele almamış, maslahat düşüncesine bağlayarak, herhangi bir maslahat bulunduğunda caiz olduğuna hükmetmişlerdir.
Öte yandan, hadisi sadece lafzına ve zahirine bakarak mutlak olarak anlayıp hüküm vermenin, Kur’ân ve Sünnet’te varid olan pek çok hükme ters düştüğü görülür. Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem), tanıdığı tanımadığı herkese selam vermeyi en hayırlı ameller arasında saymış (Buhârî, iman 5; Müslim, iman 63), selamın yaygınlaştırılmasını emretmiş (Müslim, iman 93), iki kişi karşılaştığında ilk olarak selam vermenin faziletini övmüştür (İbn Ebî Şeybe, Musannef 5/249). Yukarıda verdiğimiz Nisâ sûresinin 86. âyeti de hatırlanacağı üzere, selam ve iyi dilek izharına aynıyla hatta daha güzel şekilde mukabele edilmesini emretmekteydi. Bütün bu nassların yalnızca Müslümanlarla ilişkilere mahsus olduğuna dair bir delil yoktur.
Âyet ve kavlî hadislerin yanında Efendimiz’in sünnetine de baktığımızda, konumuza ışık tutacak pek çok uygulama görürüz. Ezcümle, Efendimiz, kendisine hizmet eden bir Yahudi genci, hastalandığında evine giderek ziyaret etmiş (Buhârî, cenâiz 81), içinde Yahudilerin, putperestlerin olduğu bir topluluğun yanına gittiğinde onlara selam vermiştir (Buhârî, tefsîru’l-Kur’ân, Âl-i İmran sûresi 186). Allah Resûlü vefat ettiğinde, ailesine aldığı bir kısım zahire karşılığında zırhının, satıcı olan Yahudi’de rehin olması meselesi de çok manidardır. Medine’de zengin, varlıklı pek çok Müslüman varken bu, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem), son alışverişlerinden birini bir Yahudiyle yapmış olduğunu gösteriyor. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi vesellem), aynı toplumda birlikte yaşadığımız herkesle iyi ilişkiler geliştirmekle ilgili olarak bununla sanki bize son bir mesaj daha veriyor.
Efendimiz ve Ashab, Medine’de Yahudilerle iç içe yaşıyorlardı ve aralarında çok ciddi komşuluk ve alışveriş münasebetleri vardı. Dolayısıyla da birbirlerinin yanına gidip geliyorlar, birbirleriyle görüşüyorlardı. Böyle bir ortamda yani insani münasebetlerin çok normal şekilde cereyan ettiği bir durumda, “Önce siz selam vermeyin, onların selam vermesini bekleyin, onlar size selam verirlerse ondan sonra siz onların selamını alın…” dendiğini düşünmek mantıkî olmadığı gibi, Müslümanın ihsanda ve iyi insani ilişkilerde başkalarının gerisine düşmesini, başkalarından aşağı kalmasını iktiza edeceğinden, Kur’ân ve Sünnet’in çizdiği Müslüman profiline de aykırıdır.
Selamlaşma, iyi münasebetler geliştirme, Sünnette, yukarıda zikrettiğimiz türden birkaç hadise ile sınırlıymış gibi zannedilmemelidir. Aslında Sünnet taransa bu hususta pek çok uygulama bulunabilir. Rivayetlere yansıyanın, gerçekleşene nispetle çok çok az olduğu da söylenebilir. Bunun sebebi, muhtemelen, hadiseleri nakledenlerin bunları zikretmeye gerek görmemesidir. Zira bu, özellikle zikredilmeye gerek görülmeyecek şekilde, gündelik hayatın içinde vuku bulan normal bir davranış biçimidir.
Daha geniş perspektiften baktığımızda ve Kur’ân ve Sünnet’in çizdiği Müslüman imajı üzerinden düşündüğümüzde, insanlarla insani münasebetler geliştirme, onlara iyilikte bulunma, karşılaştığında onlara selam verme, selamlarını alma gibi hususların caiz olup olmadığını konuşuyor olmak bile başlı başına garip bir durum olarak değerlendirilebilir. Bu, Kur’an ve Sünnet’i iyi süzememenin, yalnızca bazı âyet ve hadisleri lafzî, zahirî ve parçacı şekilde ele almanın bir sonucudur. Öte yandan bu durum, pratik hayatın usul, adab ve gerekliliklerini nazar-ı itibara almadan sadece teorik olarak hadiselere yaklaşma hatasının ürünüdür. Zira günlük hayatta da, ilmî konularda da teoride “Hayır!” dediğimiz pek çok şeye, pratikte karşımıza çıktığında “Evet!” deriz. Bunun tersi de söz konusudur.
Sosyal hayatta insanlarla iyi ilişkiler geliştirebilme adına söylenecek tatlı sözler vardır. İnsani münasebetlerin helal, insanlarla bir araya gelindiğinde gönül alma kabilinden söylenecek sözlerin haram olması, pratik alanda bir çelişki doğurur. Bir gayrimüslim komşunuzla böyle bir günde karşılaştığınızı düşünün, o sizden ne bekler ve siz kendinizi ne yapmak zorunda hissedersiniz? Pratik hayatta bu durumlarla karşılaşmamış ya da bunu tasavvur etmemiş bir kimsenin bunlara haram demesi, ayet ve hadisleri buna göre yorumlaması belki normal görülebilir ama bunu tecrübe veya tasavvur eden birinin varacağı hüküm farklı olacaktır.
Hele hele onlar bizim mutlu günlerimizde yanımızda oluyor, bizi tebrik ediyor, bize hediyeler getiriyorlarsa… Müslüman en aziz, en kerim insandır, öyle olmalıdır. İyilik ve ihsanda kimse onunla boy ölçüşemez/ölçüşememelidir. Başkaları ona kötülük yaptığında bile o herkes hakkında iyilik düşünen, herkese iyilik yapan insandır. O, en amansız hasımlarının karşısında bile adaleti, insafı, iyiliği, güzelliği, müsamahayı, af ve merhameti elden bırakmayan insandır. Yazının başındaki ayetleri tekrar hatırlayabiliriz. Sünnet de bunun delilleriyle doludur.
Öte yandan, dinî bayramların bir itikadî sistemin sembolleri olduğu doğru olsa da, bayramın mahiyeti de önem arz etmektedir. Yani cevaz vermeyenlerin yukarıda zikrettiğimiz argümanlarına göre, “Başkalarının dinî bayramlarını tebrik etme, onların itikatlarına rıza gösterme manasına gelir. Küfre rıza ise küfürdür.” düşüncesi çok genellemeci bir düşüncedir. Zira her bayramın mahiyeti aynı değildir. Dolayısıyla bir bayram, mahiyetine göre hüküm almalıdır. Buna Sünnet’te açık deliller vardır. Mesela, Efendimiz Medine’yi teşrif ettiklerinde, Yahudilerin Aşure günü oruç tuttuklarını gördü. Sebebini sorduğunda, o günün, Hazreti Musa’nın Firavun’a karşı zafer kazandığı gün olduğunu, o günü kutlama mahiyetinde oruç tuttuklarını söylediklerinde Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem), “Biz Musa’ya onlardan daha yakınız.” demiş ve ashabına Aşure orucu tutmalarını emretmiştir. (Buhârî, tefsîru’l-Kur’ân, Tâhâ sûresi 78; Müslim, sıyam 127)
Görüldüğü üzere Allah Resûlü, “O onların dinî bayramıdır, mahiyeti bizi ilgilendirmez, onların bayramı onlara, bizimki bize!” dememiş; mahiyetini soruşturduktan ve mahiyetinde bizim akidemize ters bir şey olmadığını, ters olmak şöyle dursun güzel bir günün hatırasını temsil ettiğini gördüğünde ona sahip çıkmış ve yapılmasını emretmiştir.
Öte yandan, dinî bayramlar çoğu zaman sadece dinî olarak kalmaz, kültüre mal olur, dolayısıyla zamanla meselenin bir folklorik tarafı da gelişir. Buna karşı geliştirilecek tavrı ille de dinî bir hüviyetle açıklamaya çalışmak ve bunun üzerinden insanları tekfir, tadlîl veya tebdî etmek (başkalarının küfrüne, dalaletine veya bid’atçılığına hükmetmek) çok yanlıştır. Kaldı ki insanların bir şeyi yaparkenki niyetlerini, maksatlarını, kalplerinden geçenleri sorgulamak bize düşmez.
Gayrimüslimlerin bayramını tebrik etmeyi caiz görmeyenlerin en çok üzerinde durdukları, bunun küfre rıza içermesi, çok abartılı bir yargıdır. Zira bunu yapan Müslümanlar, muhatabın dinini, itikadını benimsediği için yapmıyor, bunu yalnızca insani muamele gereği bir hoşlama, bir gönül alma kabilinden yapıyorlar. Günlük hayatın içindeki her harekete dinî bir kisve biçmek yanlıştır. Bunlar, fıkıh kitaplarında zikredilen “âdât” babındandır, yani günlük hayatta normal olarak yapılan dünyevi ameller. Evet, ibadât olsun âdât olsun dinde her şeyin hükmü vardır ama âdât kabilinden olan fiillerle ilgili genel hüküm, haramlığına dair sarih bir delil yoksa bunların helal kabul edileceğidir: “Eşyâda aslolan ibâhadır.”
Günümüz ulemasından buna caiz değil diyenler azınlıktadır ve bunlar daha ziyade ferdî içtihatlardır. Buna mukabil ekseriyeti teşkil eden zümre bunun caiz olduğu kanaatindedir. Bu kanaatte olanlar içinde, fertlerin yanında kurumlar ve fetva heyetleri vardır. Ezcümle zikredecek olursak:
- Mısır’daki meşhur el-Ezher kurumu, caiz olduğuna dair delilleriyle bir açıklama yapmıştır. Diğer delillerin yanında, Müslümanın yüce ahlak sahibi olmasının dinî bir gereklilik olduğunu, bu hususta başkalarından aşağı kalmasının doğru olmadığını söylemektedir. [1]https://www.elbalad.news/4123479
- Mısır Fetva Kurulu (Dâru’l-İftâi’l-Mısriyye): Caizdir; Allah’ın bize (yukarıda zikrettiğimiz âyetleriyle Mümtehine sûresinde) emrettiği “birr (iyilik)” cümlesindendir. [2]https://ar-ar.facebook.com/EgyptDarAlIfta/posts/981762708520178
- BAE Evkaf Heyeti (الهيئة العامة للشؤون الإسلامية والأوقاف) konuyu gayet veciz şekilde izah ettiği beyanında bunun caiz olduğuna hükmetmektedir.[3] https://www.awqaf.gov.ae/ar/Pages/FatwaDetail.aspx?did=110959
- Avrupa İslâm Araştırmaları ve Fetva Meclisi (المجلس الأوربي للإفتاء والبحوث) de caiz olduğuna hükmeden heyetler arasındadır.[4] https://www.e-cfr.org/blog/2018/09/08/تهنئة-غير-المسلمين-بأعيادهم/
- Suudi Arabistan Fetva Kurulu ve Hey’et-i Kibâri’l-Ulema (Büyük Ulema Heyeti) üyesi Şeyh Abdullah Mutlak, bir fayda mülahaza edildiği takdirde bunun caiz olduğunu, özellikle başkalarını İslâm’a davet derdi olan bir Müslümanın bunu yapmasının, insanlarla güzel geçinmesinin gerekli olduğunu söylemektedir.
- “Müslüman Toplumlarda Barışın Güçlendirilmesi Platformu” başkanı Moritanyalı büyük âlim Abdullah Binbeyye de konu hakkında görüş bildirenlerin öne sürdükleri âyet-hadis ve fukahanın görüşlerini değerlendirdiği kapsamlı makalesinde, konuyu gayet müdellel şekilde ele alıp bunun caiz olduğunu söylemektedir. Binbeyye, konuyu işlerken önemli bir hususun da altını çiziyor:
“Bu, “içtihadî”, “fer’î” bir meseledir. Bu gibi meselelerin “itikadî” sırasına çekilip “usul”den bir meseleymiş gibi ele alınması ilmî, metodolojik bir hatadır ve “usul”le “fürû”un birbirine karıştırılması manasına gelir.”[5]https://binbayyah.net/arabic/archives/1393
- Mısır Ezher Şeyhi Prof. Dr. Ahmed Tayyib, Mısır müftüsü Prof. Dr. Şevki Allâm, eski Mısır müftüsü Prof. Dr. Ali Cuma, Dünya Müslüman Alimler Birliği eski başkanı Prof. Dr. Yusuf el-Karadâvî de caiz diyenler arasındadırlar.
Caiz değil diyenlerin delil olarak zikrettikleri âyet ve hadislere, selef-i salihînin uygulamalarına ve fukahanın ortaya koyduğu görüşlere dikkatlice bakıldığında ve İslâm’ın hükme esas teşkil eden diğer delilleriyle kıyaslandığında, onlardan böyle bir hükmün çıkarılmasının zor olduğu görülmektedir. Buna, şer’î delillerin ve fıkıh literatürünün sabit ve donuk şekilde değerlendirilmesini netice veren zahirî ve lafzî yorumlar sebep olmaktadır. Halbuki fıkıhta, hükmün üzerine oturduğu temel mantık, ana sebep diyebileceğimiz “illet” çok önemlidir. Yani hükmün “neden” vaz edildiği. Bir şey haramsa “niçin ve içerdiği hangi vasıftan dolayı” haram kılındığı. Bunun yanında, İslâm’ın gerçekleştirmeyi gaye edindiği temel maslahat ve maksatların, Kur’ân ve Sünnet’ten süzülen “temel fıkhî prensipler”in de hükme giderken doğru karar verebilme adına çok önemli bir yeri vardır. Bunlara müracaat edilmeden bir âyet ya da hadisin yalnızca zahirine ya da belli bir dönemdeki uygulanışına bakarak hüküm vermek bizi yanlış değerlendirmelere götürecektir. Hele yeni ortaya çıkan durumlarda Kur’ân ve Sünnet’e müracaat etmeyip yalnızca fukaha-i kiramın konuyla ilgili kendi dönemlerinde söylediklerine inhisar ettirilmiş bir araştırma, bize kendi dönemimizi ıskalattıracaktır. Zira fıkıh kitapları; genel esaslar ortaya koysalar da, öncelikle kendi dönemlerinin problemlerini çözmeye odaklanan birer hukuk/kanun kitabıdır. Kendi çağlarının fotoğrafını iyi çekip, Kur’ân ve Sünnet ışığında o çağın problemlerine çözüm bulmaya çalışır.
Öyleyse bugün Müslüman-gayrimüslim ilişkilerini değerlendirirken yapılması gerekenler şunlardır: Önce Kur’ân ve Sünnet’in bu gibi durumlar için söylediği şeyler, yine Kur’ân ve Sünnet’in genel içerikli diğer ahkâmının ışığı altında değerlendirilecek.. sonra fukaha-i kiramın benzer durumlarla ilgili söylediği ve yazdığı şeyler değerlendirilecek, bunların hangi şartlarda hangi durumlar için söylendiği iyice anlaşılacak, bunun için de bu hükümlerin “illet”leri iyi tespit edilecek.. sonra kendi dönemimizde ortaya çıkan durum dikkatlice tahlil edilecek, tablo tüm netliğiyle ortaya konmaya çalışılacak.. en sonunda da Allah’ın inayeti ve doğruyu göstermesi dilenerek bir içtihatta bulunulacak. Bunlar yapılmadan ortaya konacak hüküm, oluşum evrelerini tamamlayamamıştır ve neticenin yanlış çıkma olasılığı çok büyüktür.
Bu genel esaslardan hareketle tekrar konumuza dönecek olursak: İnsanlarla bir toplumda beraber yaşayan, komşuluk ilişkileri, iş arkadaşlıkları vs. olan bir insanın, onlar bir şeyi kutlarken gördüğünde “Size mutluluklar dilerim, hayırlı olsun…” diyememesi, Kur’ân ve Sünnet’te çizilen çerçeveye zıt düşmektedir. Ne kutluyor olurlarsa olsunlar, en azından “Nice mutlu yıllara!” kabilinden genel bir gönül alma sözü söylemenin caiz olmadığına dair hiçbir delil yoktur. Biz bunu söylerken, insanlar hep mutlu olsunlar, saadet içinde yaşasınlar niyetiyle söyleriz ve Allah katında niyetimize göre muamele görürüz. Öte yandan bizim için saadet sadece dünya saadeti ya da sadece maddi ve bedenî saadet değildir; dolayısıyla onlar için temenni ettiğimiz şey onların kutladıkları şeyin çok çok ötesinde daha ulvi bir şeydir ve bir Müslümanın herkes için temenni etmesi gereken şeydir. Bunlar, gönül alma, iyi niyetini izhar etme kabilinden sözlerdir; ne olursa olsun kutlanılan şeyi kabullenme ifade etmez.
Bir de karşımızdaki kişi, özellikle iyi ilişkiler geliştirdiğimiz, ahbaplık yaptığımız insanlar olursa, hele hele bizim mutlu günlerimizde, bayramlarımızda bizi tebrik eden, hediyeler getiren insanlar olursa, onlara mukabele edememe, bir güzel söz dahi söyleyememe, yazının başında verdiğimiz ayetlerin, özellikle de Nisâ Sûresi 86. âyetin hükmüne aykırıdır. Muhatapları tarafından nezaketsizlik olarak algılanacak bir durum içinde bulunmak, Kur’ân ve Sünnet’in anlattığı Müslüman sıfatlarına terstir. Hele hele İslam’ı insanlara sevdirme gayesi olan bir Müslüman -ki her Müslümanın böyle bir gayesi olmalıdır- böyle bir duruma düşemez. Zira bu şekilde insanlarla iyi bir ilişki, onlara ulaşabilme adına bir münasebet geliştirmek mümkün değildir.
Aynı zamanda İslâm, başkalarıyla beraber yaşama, müsamaha ve karşılıklı hürmet konularında Müslümanları teşvik eder. Bu, Müslümanın izzetine dokunan bir şey değildir. Bir Müslüman, İslam’ı daha iyi anladıkça başkalarına hürmeti artar, başkalarına daha iyi davranır. Özellikle de aynı vatanı paylaşan insanların arasındaki münasebet daha önemlidir. Bu, toplumsal barışın, birliğin gereğidir. Vifak ve ittifak içinde olma, ayrılıklardan elden geldiğince uzak durma da dinin emridir.
Gayrimüslimlerin Dinî Kutlamalarına İştirak Etme
Gayrimüslimlerin dinî bayramlarına bilfiil katılma meselesine gelince, başka bir yazının konusu olan bu mevzuda kısaca şunu söyleyebiliriz:
Her dinin kendi bayramları, kutlu gün ve geceleri vardır ve bu bayramların da bir taabbüdî yanı vardır. Her din mensubu, kendi dininin bayramını hem bir mutlu günü kutlama coşkusu hem de bir ibadet olarak kutlar. Bundan dolayı da bir Müslümanın, başka bir dinin bayramını kutlaması caiz olmaz. Biz kendi bayramlarımızı kutlarız, başkaları da kendi bayramlarını. Dinî bayramlarımızın, aynı zamanda yetişen nesilde Müslüman şahsiyetinin oluşması ve oturaklaşması açısından da önemli bir yeri vardır.
Gayrimüslimlerin bayramlarını bizzat kendimiz kutlama değil ama onlar kutlarlarken -özellikle de davetliysek- uğrama, insani münasebetler çerçevesinde bir kısmında hazır bulunup onlara mutluluklar dileme, bu suretle onların gönlünü hoş etmenin ise bir mahzuru olmasa gerek. Yukarıda bir kural olarak söylemiş olmakla birlikte, katıldığımız, yaptığımız şeylerin bizim dinimizce mahzurlu kabul edilen şeyler olmamasına dikkat etmenin gerekliliğini tekrar hatırlatalım. Herhangi bir gereklilikten dolayı bir mecliste bulunmak, orada konuşulan her şeyi kabullenmek anlamına gelmez. Bunlar, âyetlerde ifade edilen “insanlara iyilik etme, güzel söz söyleme, iyilik dileklerine aynıyla hatta daha fazlasıyla mukabelede bulunma…” gibi genel prensipler cümlesindendir.
Yapılacak bir uygulamada, başkalarıyla iyi münasebetler geliştirmeye riayet edeceğimiz gibi, riayet etmemiz gereken başka hususlar da vardır. Nefsimizde ve neslimizde dinî hassasiyetin geliştirilmesi, bunun korunması, kendi dinimize, kendi kültür ve medeniyetimize sahip çıkma, bunlara karşı oluşacak aidiyet duygusu, başkalaşmama… gibi çok önemli hususlar. Dolayısıyla yapılacak şeyin kendimizde, evlatlarımızda, diğer Müslümanlarda nasıl bir etki hâsıl edeceği meselesi de bulunulan şartlar muvacehesinde çok etraflıca değerlendirilmeli, bunu da nazardan uzak tutmadan hareket etmelidir. Bu ise farklı durumlarda, farklı pozisyonlarda bulunan Müslümanların kendilerinin ölçüp biçmesi gereken bir durumdur.
Aynı toplumun içinde başka din müntesipleriyle birlikte yaşarken hem kendimizin hem de yeni yetişen nesillerin dinî ve insanî olarak en doğru şekilde yetişmesine, Müslüman kimliğinin oluşmasına, başkalarıyla çatışmadan bir din aidiyetinin oluşturulmasına çalışmak, buna kafa yormak ve kanaat olarak tespit ettiğimiz hususlarla ilgili plan ve projeler geliştirmek çok büyük önem arz etmektedir.
İlave bilgi için bakınız:
Dipnotlar