Peygamber terbiyesi görmemiş düşünce, öteden beri hep kuvveti önde tutmuş ve onu temsil edeni hep haklı görmüştür. İslâm ise, bunun aksine kuvveti değil; hakkı üstün tutmuş, ona değer vermiş; her şeyi ona bağlamış ve hak sahibini güçsüz dahi olsa, hakkını alıncaya kadar onu güçlü kabul etmiştir. Günümüzde İslâm’ı temsil edenlerin genel durumuna bakıp: “Şayet hak üstünlük gerektirseydi, onu temsil eden Müslümanların mağlup değil, gâlip durumda olması gerekmez miydi?” Başka bir ifadeyle, batılı temsil eden milletler hâkim ve güçlü durumda iken, Allah’a, Kur’ân’a, Peygamber’e.. sahip çıkan insanların mazlum ve mağdur durumda olmasının hikmeti nedir? şeklinde şüpheler daima akla gelebilir.
İslâm’a göre yukarıda da ifade ettiğimiz gibi kuvvet haktadır ve ona hiçbir şey galebe edemez. Bu izâfî değil; mutlak bir hüküm ve esastır. Yalnız bu mutlak hakikatin, kendiliğinden hayata geçmeyeceği de açıktır. O, kendine sahip çıkan, hak cephesinde yer alan insanların güç, gayret, işbilirliği vb. özellikleri ile hayata hayat olur. Aksi halde, birçok şeyin heder olduğu gibi, bu mutlak hakikat da heder olur gider.
Burada hakkın üstünlüğünü sağlayacak bazı esasları şöyle sıralayabiliriz:
Bir; Hakka ulaştıracak vesilelerin de hak olmasına dikkat edilmelidir. Hak yolunda batıl vesilelerin kullanılması, hakkın ve haklının mağlubiyetini netice verebilir. Bu da kitlelerin hakk’ın hakkaniyeti, doğruluğu, geçerliliği vb. noktalarda şüphelere düşmesine sebep olur. Hâlbuki, kitleleri böylesi bir tereddüde sevketmeye, hiç kimsenin hakkı yoktur.
Meseleyi bir örnekle izah edecek olursak; meselâ, İslâm, ahlâk kurallarının toplum çapında yaygınlaşıp kökleşmesi ve buna bağlı olarak kötülüklerin silinip gitmesi, ya suçluların cezalandırılıp zabt u rabt altına alınması, ya da onların kalb ve gönüllerine yönelik tezkiye ve terbiye ameliyesiyle mümkün olabilir. Başta bulunanlar ya da terbiyeciler, ikinci şıkkı hiç nazar-ı dikkate almaz da, sadece birinci şık üzerinde dururlarsa, -tam anlamıyla denmese de- batıl bir yolla hakkı tahsil etmeye çalışmış olurlar ki, bunun da sağlıklı bir netice vermeyeceği açıktır.
Diğer taraftan, teknik ve teknolojik sahada terakkî etmek için, kafa ve kalblerin ilimle-irfanla donatılması gerekmektedir. Böyle bir terakkî sonucu bütün insanlığı imhâ etme plânı da olsa, zikrettiğimiz hak mülâhazalarla hareket edildiği takdirde, netice (batılda da olsa) elde edilecektir. Çünkü Üstad’ın ifadesiyle: “Her batılın her vesilesi batıl olmadığı gibi; her hakkın her vesilesi de hak değildir.“
İşte günümüzde, hak taraftarlarının batıl temsilcilerine mağlup olma sebeplerinden birisi budur.. ve bu yanlışlık toplumda oldukça yaygındır.
İki; Müslümanlar, müslümanca sıfatlara sahip çıkmalı ve onları bir bütün halinde temsil etmelidir. Halkımız bu mânâdaki insan için “dört dörtlük Müslüman” tabirini kullanır. Gerçi Üstad’ın ifadesiyle: “Her mü’minin her sıfatı mü’min olmadığı gibi; her kafirin her sıfatı da kafir değildir.” Bu demektir ki, bazı mü’minlerde kafir sıfatı bulunabileceği gibi, bazı kafirlerde de mü’min sıfatı olabilecektir. Ne var ki, hakkı üstünlüğe taşıma, ancak kâmil müminlerin yapabileceği bir iştir. Kâmil mümin de yukarıda belirttiğimiz gibi, Müslümana ait sıfatları bütünüyle temsil eden insan demektir.
Üç; tenâsüb-ü illiyet prensibine uygun hareket edilmelidir. Cenâb-ı Hakk’ın kainatta cârî iki çeşit kanunu vardır. Bunlardan biri, “İrade” sıfatından kaynaklanan kanunudur ki, “O bir şey dilediği zaman sadece “ol” der, o da oluverir” (Bakara sûresi, 2/117; Âl-i İmrân sûresi, 3/47; Meryem sûresi, 19/35) âyeti, ona işaret eder. Diğeri ise, “Kelâm” sıfatından kaynaklanan Kur’ân-ı Kerim ve onun ihtivâ ettiği esaslardır.
O’nun emir ve iradesinden kaynaklanan kanunlar, kainatta hükümferma olan “sünnetullah”tır. Atomlardan galaksilere kadar bütün kainat, bu kanunlarla işler ve hareket eder. Meselâ, yere atılan bir tohum hava, su ve güneşin etkisiyle büyüyüp dâne verir; bir çocuğun dünyaya gelmesi, anne-baba çiftinin birleşmesi sonucu olur vs…
Cenâb-ı Hak, bütün bu kanunlarla insanlara bir ders verir ve onların bu kanunları nazar-ı itibara alarak iş yapmalarını ister. Zira o kanunlar nazar-ı itibara alınmadan yapılacak iş ve hareketler, adem-i muvaffakiyetle sonuçlanacaktır. Bunun cezası da, ekseriyet itibarıyla dünyada verilecektir. İşte Müslümanlar, günümüzde bir bakıma bu kanunlara uymamanın cezasını çekiyorlar. İslâm’ın dışında olanlar ise, onlara riayet etmenin safasını sürüyorlar.
Burada arz edeceğimiz husus, dördüncü bir esas olarak kabul edilebilir. Nasıl ki Cenâb-ı Hak, atmacayı serçeye, kartalı küçük civcivlere.. musallat etmek suretiyle onların kabiliyetlerinin gelişmesini sağlamaktadır; aynen öyle de, kafiri dünyada mü’mine musallat etmek suretiyle, onun kendisine gelmesini istemekte ve onu yeni arayışlara yöneltmektedir.
Evet, yıllar var ki Müslüman ilim ve fikir adamları, sadece belli meseleler etrafında dönüp durmuş ve bir türlü Kur’ân-ı Kerim’i asrımızın idrakine sunamamışlardır. Ancak O’nun ihtiva ettiği eşsiz düsturların başkaları tarafından anlaşılıp hayata hayat kılınmasıyla, onlar kendilerine gelmiş ve bunlar Kur’ân’da da var deyip Kur’ân’a sahip çıkmışlardır. Bu bakımdan şahsen ben, inanmayanların Müslüman üzerindeki hakimiyetini, şerr şeklinde değerlendirmiyor, aksine onu bu tür arayışlara sevkettiğinden dolayı izâfî “hayır” olarak görüyorum.
Hâsılı; her ne kadar bu gün, batıl galip görünse de, “vel-âkıbetü li’l-müttekîn; akıbet müttakîlerindir” (A’râf sûresi, 7/128) sırrınca, bu galibiyet dâimî olmayacak, hak taraftarları arz ettiğimiz ve arz etmediğimiz ölçüler içerisinde hareket edebildiği takdirde ِاَلْحَقُّ يَعْلُو وَلَا وَيُعْلَى عَلَيْه “Kuvvet haktadır ve ona hiçbir şey galebe edemez.” (Bkz.: Buhârî, cenâiz 79; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 6/128) sırrının zuhur ettiğini müşahede edeceklerdir.
Kaynak: Prizma 4, “Hakkın Üstünlüğü”