Hayatın her alanında denge çok önemlidir. İnsan, itikadî meselelerden ibadet ü taata, ondan yeyip içmesine, ondan da uzak-yakın çevresiyle münasebetlerine kadar her konuda dengeli davranma mecburiyetindedir. “Rabbinin senin üzerinde hakkı var, nefsinin hakkı var, ehlinin hakkı var. Her hak sâhibine hakkını ver” (Buhârî, edeb 86, savm 51, teheccüd 15; Tirmizî, zühd 64) mülâhazasıyla her ferdin ciddî bir denge ve temkin üzere olması gerekmektedir. En başta, kulluk anlayışının çok iyi yorumlanması gelir. Bilindiği gibi Allah’ı zikirde asıl gâye, rıza-yı İlâhî’yi elde etmektir. Onun dışında keşf ü kerâmete nâil olma, fevkalâde hallere ulaşma gibi şeylerin hiçbiri asıl gâye değildir ve “ehlullah” onlara hayız kanı nazarıyla bakmış ve hiç mi hiç itibar etmemişlerdir. Bu türden şeyler, talepsiz olarak insanın samimî sa’y ve gayretine terettüp edebilir. O zaman kul “Rabbim bu senden gelen bir armağandır” der ve sevinç endişe karışımı mülâhazalarla kabul eder. Ama bu mevzuda ona yakışan, daima bir vefâ eri tavrıyla “Rabbim! Bende bir vefâsızlık mı gördün ki şekerleme veriyorsun?” diyerek sadakat duygusunu bir kere daha kontrol etmesidir.
Yine bir insanın, Rabbisiyle olan münasebetini tanzim etmesi için, illa da bir inzivâhâneye çekilmesi de şart değildir. O, bazen hem varlığın hem de kendi hayatının yorumunu sürekli yenilemek, taze tutmak ve muhasebe, murakabe, aşk-u şevkle de aynı şeyleri elde edebilir. Bu çizgideki bir insanın gâfilâne geçen bir zamanı olamayacağı için o, kullukta derinleştikçe derinleşir ve kendini huzurda hisseder. Bir örnek vermek gerekirse; meselâ bir tabibin, insan anatomisi ve insan fizyolojisiyle alâkalı araştırmaları, bu konularla alâkalı sürekli onun düşünce ufkunu biler ve keskinleştirir. Belki bu yüzden İmam Gazali Hazretleri, “İhyau Ulumi’d-Din” adlı eserinde, tıp ve din ilmine aynı ölçüde önem verir ve bunlardan birinin ihmalini millet-i İslâmiye adına çok büyük ihmal sayar. Nasıl ihmal sayılmaz ki! Çok basit bir misal vermek gerekirse; siz, ayağınıza batan en küçük bir tırnaktan ızdırap duyuyor, yok mu bunu dindirecek birisi? diyorsunuz. O anda birisi gelip o acıyı dindiriyor. İşte bu insan, sizin nazarınızda âdeta bir Hızır gibi olur. Büyük küçük bütün hastalıkların tedavisinde inanmış her hekimin durumu aynıdır. Eğer insanların, insanlara yararlı olması açısından bir insanın sevap kazanması bahis mevzuu ise, bir toplum insanı olarak, halka dönük hizmetleriyle inançlı hekimler evliya sayılır ve hiç kimse velilikte onlara ulaşamaz. Öyle zannediyorum inancı olan bir hekim, sadece icra-i tabâbetle bile kurtulabilir. İşte bu bir dengedir ve bunun böyle kabul edilmesi çok önemlidir. Dînî ilimlerde de durum aynıdır; siz, Rabbim deyip inzivâya çekilirseniz, beri tarafta dünya kadar insan küfür ve ilhad ızdırabı içinde kalır. Çünkü din adına onlara bir şeyler anlatılması gerekirken anlatılmamış olur.
Bu mevzuyla alâkalı Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde yaşanmış bir hâdiseyi örnek olarak arz etmek istiyorum:
Efendimiz’in evde olmadığı bir zamanda, zevce-i pâklerinin hâne-i saâdetlerine bir grup erkek gelir ve Rasulullah’ın ibadetlerinden sorarlar. Sordukları husus kendilerine açıklanınca, onu az bulur ve “Biz kim, Efendimiz kim? O, Allah’ın (celle celâluhu) geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affettiği bir insan.” derler. Sonra da içlerinden biri: “Ben artık hayatım boyunca her gece sabaha kadar namaz kılacağım“, ikincisi: “Ben de hayatım boyunca hep oruç tutacağım, hiçbir gün terk etmeyeceğim“, üçüncüsü de: “Kadınları terkedip, onlara hiç temas etmeyeceğim” der ve ayrılırlar. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), olaydan haberdar olunca onları bulur ve: “Sizler böyle böyle söylemişsiniz. Hâlbuki Allah’a yemin ederim, Allah’tan en çok korkanınız ve yasaklarından en ziyade kaçınanınız benim. Ama ben, bazen oruç tutar, bazen yerim; bazen namaz kılarım, bazen de uyurum; kadınlarla beraber de olurum. (Benim yolum, sünnetim budur), kim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” buyurur. (Buhârî, nikâh 1; Müslim, nikâh 5)
Görüldüğü gibi Allah Rasulü (sallallâhu aleyhi ve sellem), amelde yapılan herhangi bir ifrâta, bir masiyete öfkelendiği gibi öfkeleniyor. Masiyet, İslâmî hayatta dengeyi bozan, insanı kendi yörüngesinden çıkaran bir şey ise, amelde ifrât da aynı mânâda bir dengesizliktir. Dolayısıyla ona karşı da çok dikkatli olmak gerekir.
Hayatta, hemen belki hepimizin bir kısım dengesizlikleri olmuştur. Meselâ; ben Trakya’da görev yaparken, beşerî garîzelerim yükselmesin, dolayısıyla gençliğin vermiş olduğu arzulara takılıp kalmayayım düşüncesiyle, günün bir öğününde sadece kalorisi olmayan bir şey yerdim. Oysaki Allah Rasulü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu tür duyguları kontrol için oruç tutmayı tavsiye etmiştir. Belki az yeyip az uyuyup, iman hizmeti adına daha çok koştursa idim, aynı neticeyi elde edebilirdim. Yine o zamanlar, “Allah’ım, bana hastalık ver, ağrımla sızımla meşgul olayım da, kendi nefsimi unutayım” diye dua ettiğim olmuştur. Hatta, nefsimi kahretmek için daha ağır isteklerde bulunduğum da olmuştur. Ama bütün bunlar, yanlış şeylerdi ve bu mevzuda dengeyi bilememekten kaynaklanıyordu. Çünkü Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allah’tan af ve âfiyet isteyin” buyuruyor. Dolayısıyla, bize de Efendimiz’in bu mevzuda bizden istediği ölçüyü korumak düşerdi.
Zannediyorum günümüzde dengenin korunamadığı diğer bir husus da, anne-baba hakkı ve akraba ziyaretleridir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de bu husus üzerinde ısrarla durur ve onlara saygıyı kendisine ibadetle birlikte zikreder. Öyle ise bu mevzuda bize düşen şey, iman ve Kur’ân’a hizmet düşüncesiyle en önlerde koşarken dahi, her fırsatta gidip onların ellerini öpmek ve gönüllerini almaktır. Haddizatında çok işimiz olabilir ve onlar bizimle aynı çizgi üzerinde bulunmayabilirler. Ne var ki, dünyaya gelmemize vesile teşkil etmeleri yönüyle, onları razı etme adına, -Allah’a isyanın dışında- ne yapılsa değer.
Netice olarak; insanın bir şeyi baştan plânlarken gecesini gündüzünü, hastalığını, yaşlılığını hesap ederek, sonuna kadar işi götürebilecek şekilde plânlaması, başladığı işi tamamlama esaslarına bağlaması ve taşıyamayacağı yükün altına girmemesi önem arz eder.
Kaynak: Prizma 4, “Denge”