Değerli kardeşimiz,
قَالَ يَا نُوحُ اِنَّهُ لَيْسَ مِنْ اَهْلِكَۚ اِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍࣗ فَلَا تَسْـَٔلْنِ مَا لَيْسَ لَكَ بِهٖ عِلْمٌؕ اِنّٖٓي اَعِظُكَ اَنْ تَكُونَ مِنَ الْجَاهِلٖينَ .وَنَادٰى نُوحٌ رَبَّهُ فَقَالَ رَبِّ اِنَّ ابْنٖي مِنْ اَهْلٖي وَاِنَّ وَعْدَكَ الْحَقُّ وَاَنْتَ اَحْكَمُ الْحَاكِمٖينَ
“Nuh Rabbine hitab edip: Ya Rabbi, dedi, elbette boğulan oğlum da âilemdendi, öz evladımdı. (Halbuki ben, onları gemiye alırken, Sen bana kurtulacaklarını müjdelemiştin) Senin va’din elbette haktır ve Sen Hâkimlerin Hâkimisin. Allah: Ey Nuh! O senin âilenden değildir, çünkü o, dürüst iş yapan, temiz bir insan değildi. O halde, hakkında kesin bilgin olmayan bir şeyi Benden isteme. Cahilce bir davranışta bulunmayasın diye sana öğüt veriyorum.” (Hud, 11/45-46)
Mevdûdî, bu âyeti şöyle tahlil eder:
“Kureyşliler, kendilerini İbrahim soyundan saydıkları için, Arapların dînî, ahlâkî, siyâsî ve kültürel liderliğinin kendilerine ait olduğunu sanıyorlardı. Bunlar, Allah’ın yüce mahkemesinde hiçbir zarara uğramayacakları tarzında yanlış bir düşüncedeydiler. Kendilerinin, Hz. İbrahim (a.s.) gibi Allah’ın sevgili peygamberinin evlâtları ve mirasçıları oldukları düşüncesiyle, suçlu olsalar bile, şefâat olunacaklarına inanırlardı. Kureyşli ve Mekkelilerin bu yanlış fikrini reddetmek amacıyla Cenâb-ı Allah, kendilerine Hz. Nuh’un başına gelenleri hatırlatmıştır.
Hz. Nuh, oğlunun mümin olduğu düşüncesiyle bu istekte bulunmuştu. Gerçekte ise, boğulan oğlu bir kâfir idi. Zaten mümin olsaydı, gemiye binerdi ve kurtulurdu. Burada Hz. Nuh, ya oğlunun gerçekten kâfir olduğundan haberdar değildi, ya da biliyordu da, belki son anda iman etmiş olabilir düşüncesiyle hareket etti ve Allah’a, oğlunun kurtulması için dua etti.
Hz. Nuh ile oğlu arasında geçen konuşmalar ve oğlunu tufandan kurtarmak için Allah’a yalvarması da, onun babalık hisleriyle coşarak bir nev’i şefâat etmesi sayılabilir. Ancak bu şefâat isabetli olmadığı için Allah onu uyarmış ve isteğini geri çevirmiştir. Çünkü âdet-i ilâhî gereği, gelecek azaptan kurtarılacak olanlar, peygamberler ve onların tâbileri, yani iman edenlerdir.
Hz. İbrahim’in duası da Kur’ân’da şöyle ifade edilmektedir:
“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani onlar hemşehrilerine şöyle demişlerdi: ‘Bizim ne sizinle ne de Allah’tan başka ibadet ettiğiniz ortaklarınızla hiçbir ilişiğimiz kalmamıştır. Siz Allah’ın tek ilâh olduğuna inanmadıkça, biz sizi reddediyor, bizimle sizin aranızda ebedî olarak düşmanlık ve nefret meydana geldiğini îlân ediyoruz.’ Ne var ki İbrahim, babasına: ‘Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. Bununla beraber, Allah’ın senin hakkında dilediği hiçbir şeyi önlemem mümkün değildir’ dedi.” (Mumtehine, 60/4).
Hz. İbrahim (a.s.), daha sonra babasının Allah’a düşman olduğunu anlayınca, ondan uzaklaşmıştır:
“İbrahim’in babası için af dilemesi ise sırf ona yaptığı va’di yerine getirmek için olmuştu. Fakat, onun Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca, onunla ilgisini kesti. Gerçekten İbrahim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi.” (Tevbe, 9/114).
Burada da Hz. Nuh’un (a.s.) benzeri bir durum söz konusudur. Hz. İbrahim, babasının Allah’a gerçekten düşman olduğunu öğrenir öğrenmez istiğfarından vazgeçmiştir. Dolayısıyla bu âyetlerde, Hz. Nuh örneğindeki gibi dua anlamında bir şefâat söz konusu olmuş, ancak, babası imana yanaşmadığından yapılan dua ve istiğfar yerini bulmamış, diğer bir ifadeyle geri çevrilmiştir.
Selametle kalınız.
Kaynak: Dr. Mesut Erdal, 40 Soruda Şefaat İnancı