İnsanlık dünden bugüne; varlık, insan, Yüce Yaratıcı ve bunların birbirleriyle olan münasebetleri hakkında hep düşünmüş, aralarındaki sırlı münasebetleri anlamaya çalışmıştır. Varlık (Kainat) Cenab-ı Hakk’ın kudret ve iradesiyle yazdığı bir kitaptır. Bu kitap, Allah’ın belli bir plan, program, ölçü ve dengeye göre tanzim ettiği eşya ve hadiseler kitabıdır. Bunun yanında, Allah’ın bir de Kelam sıfatından gelen Kur’an kitabı vardır. Kur’an’ın temel konuları; tevhid (Allah’ın varlığı, birliği), nübüvvet (peygamberlik), haşir (öldükten sonra dirilme) ve ibadet (Allah’a kulluk)tir. Kur’an bu temel perspektifi ile insanlara kainatı anlatır, kainattaki eşya ve hadiselere ışık tutar. Kainatı bir düzen ve ahenk içinde yaratan Allah Teala, kurduğu bu düzeni Kur’an’la beyan eder. İnsan da, bu iki kitabın bir başka biçimde yazılmış şeklidir. Kur’an, kainat ve insan, Allah’ın isim ve sıfatlarının değişik şekillerde tecelli ettiği birer kitaptırlar. Bunlar birbirleriyle fevkalade bir iç bağlantı halinde olup, birbirlerini açıklar ve yorumlarlar. Aralarında bir uyum ve ahenk vardır.
İlim, varlık ve insan kitabını inceleyerek tecrübe ve deneyler neticesi bazı hakikatleri tespit eder. Değişik inceleme ve tecrübeler neticesinde, ulaşılan bilgiler kesinlik kazanıyorsa buna ilim denir. Kesinlik kazanmayanlar ise bir teori ve nazariyeden ibarettir.
Gerçek ilimler, Allah’ın kainattaki icraatından, kainattaki İlahi kanunlarla eşya ve hadiselerin münasebetinden süzülmüş raporlardan ibarettir. Hakikat böyle iken nasıl bunlar birbirini nakzeder ve nasıl birbirinden ayrı düşünülebilir?
Değişik sahalarda gelişen ilimler, İslam ile mutabakat halindedir. Her teoriyi İslam Dini’nin temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’e uyarlamaya çalışmak isabetli değildir. Çünkü bu durumda, henüz ispatlanmamış bir görüş temel kabul edilerek ayet ve hadisler ona göre yorumlanmış olur. İşin doğrusu ilimlerin ulaştığı bilgiler, Kur’an’a, Sünnet-i Sahiha’ya mutabakatları ölçüsünde ele alınması gerekir. Zira ispatlanmamış teorileri birer ilmi gerçek zannederek, semavi yolla bildirilen hakikatleri onlara uyarlamaya çalışmak isabetli değildir.
Din ile gerçek ilim bir hakikatin iki yüzü gibidir. Din, insanı doğru yollarda gezdirir ve mesud edecek neticelere ulaştırır. Gayesi ve hedefi belli olan ilim ise bir meş’ale gibi bu yollarda onun önünü aydınlatır.
Allah; insan, varlık ve Yaratıcı hakkında bilgilendirme vazifesini, söz söyleme salahiyetini peygamberlere vermiştir. Fevkalade ve özel donanımlı olan bu müstesna insanların, Kudreti Sonsuz’la hususi münasebetleri vardır. Varlığın perde önü, perde arkası mana ve mahiyetiyle alakalı en doğru açıklamaları ve yorumlan onlar yapmışlardır.
Evet, bugün modem bilimlerin ortaya koyduğu nice gerçekler var ki, çok önceleri, icmali birer fezleke halinde de olsa, peygamberler, bunların hemen hepsini vahye açık o engin ledünniyatlarına ve müstesna fetanet derinliklerine dayanarak külli “bütüncül” bir nazarla, değişik şekillerde ortaya koymuşlardı. Günümüzün, modem laboratuarlar ve çok ileri teknolojilerle çalışan araştırma merkezleri, onların ortaya koydukları gerçeklerin neresinde bulunurlarsa bulunsunlar, bugün hala milyonlarca insan her şeyi onların mesaj ve yorumları çerçevesinde değerlendiriyor; hususiyle de insan-kainat-Allah konusunda bilakaydışart onları takip ediyor ve onların arkasından gidiyor.
İslam Dini, temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet-i Sahiha ile ilimlere ufuk açmış, inananları açtığı bu ufuklarda koşmaya, çalışmaya teşvik etmiştir. İnsanlara her hususta rehber olarak özel bir donanımla gönderilen peygamberler, manevi yükselişte olduğu gibi maddi terakkide de rehberdirler. Medeniyet harikalarını Cenab-ı Allah ilk defa onların eliyle insanlığa hediye etmiştir. Hz. Nuh’un (aleyhissalatu vesselam) bir mucizesi olan gemi, Hz. Yusuf’un (aleyhissalatu vesselam) bir mucizesi olan saat gibi.
Kur’an-ı Kerim peygamberlerin mucizeleri ile ilimlerin ulaşabileceği son sınırlan işaretlemiştir. Mesela, Bakara suresinde geçtiği üzere, Hz. Musa (aleyhissalatu vesselam) döneminde, ölmüş bir insan geçici olarak diriltilmiştir.(Bakara, 2/73) Demek ki tıb ilmi, ölüme geçici hayat rengi verilebilecek bir noktaya kadar terakki edebilecektir.(Bkz. 20. Söz, 2. Makam)
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de pek çok hadislerinde ilimlerin ulaşabileceği noktaları işaretlemiştir. Allah Resulü, tekarüb-i zaman (bir sürat çağının) yaşanacağını bildirmiştir.( Buhari, fiten, 25; Müslim, 11 ) Tasarı ve aksiyon arasındaki sürenin çok daralacağını, mesafelerin büzüleceğini, hızla hedefe ulaşılabileceğini bildirerek ilimlerde çok süratli bir gelişimin olacağını bildirmiştir. Özellikle iletişim ve telekomünikasyon sahasında baş döndürücü gelişmelerin olacağı asırlarca öncesinden haber verilmiştir.
Bir başka misal verelim. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir nardan bir grup insanın yiyip doyacağını haber vermiştir.(Müslim, fiten, 110; Tirınizi, fiten, 59.) Demek ki tarımda ıslahat yapılacak, yapılan bu ıslahat sayesinde yirmi kişinin ancak yiyebileceği narlar olacak, bir nar kabuğunun altında bir insan gölgelenebilecektir. Görüldüğü gibi bu hadis-i şerifte, günümüzde yeni yeni üzerinde çalışılan gen teknolojisinin ne kadar gelişeceğine işaret edilmiştir. Verilen bu misallerin dışında Kur’an’da ve birçok hadislerde bizim şu anda göremediğimiz; fakat ileride muhakkak görülecek değişik ilim dallan ve bunların ulaşabileceği sınırlar işaretlenmiştir. İşaretlemenin yanında bu hedeflerin yakalanması için insanlık teşvik edilmiştir. Bunlar görülecek ve: “Sen Allah’ın Resulüsün.” denilerek Allah Resfilü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) olan bağlılık yenilenecek ve kuvvet kazanacaktır. Çünkü, asırlar O’nu doğrulamakta ve bütün dedikleri bir bir gün yüzüne çıkmaktadır.
İlim, madde aleminin, hayatın ve özellikle insanın nasıl var olduğunu inceler. Bu kainatta cereyan eden ilfilıi kanunları bulup çıkarır. Bu kanunlar sayesinde insanlığın teknik ve medeniyette daha fazla ilerlemesine imkan hazırlar. Din ise, kainatın ve madde aleminin niçin yaratıldığını ve yaratıcısının kim olduğunu ortaya koyar. Özellikle insanın varlıklar içindeki müstesna mevkiini, yaratılış gayesini ve bu dünyadaki vazifesinin mahiyetini belirtir.
Şu halde “ilim” ile “din”, varlık aleminin sır ve muamma kutularını açan iki anahtardır. Biri, varlıkların yaratılış şeklini, maddi mahiyetini ortaya koyarken; diğeri de yaratılış sebebini ve gayesini açıklamaktadır. Bu bakımdan ortada birbirleri ile çatışan bir durum yoktur, bilakis birbirlerini tamamlama vardır.
Ayrıca din, kendi içindeki bilgi kaynaklarıyla yaratılışın başlangıcı, ölüm ötesi hayat gibi bilginin ufkunu aşan konularda açık üsluplu yanıltmayan bir rehberdir.
İlim ilerledikçe dini görüşlerin iflas edeceğini sananlar, bu noktada yanılmışlardır. İlmin ileriye doğru attığı her adım, her yeni buluş, düşünen insanlığı dini değerlere biraz daha yaklaştırmış ve Allah’ın büyüklüğünü biraz daha yakından göstermiştir. Şöyle ki: Kainatta mevcut kusursuz bir nizamın dayandığı kanunların keşfinden ve bu kanunlardan istifade yollarının araştırılmasından ibaret olan ilimler, bu muhteşem nizamı kuran ve işleten Allah’ın varlığına en kuvvetli burhan ve şahidlerdir. O yüce Yaratanın varlığını, eşsiz kudretini inkar etmek; ancak gözle görülen mevcut nizamı inkar etmekle mümkün olur. Nizamın inkarı halinde ise, ortada ilim kalmaz. Diğer taraftan ilimler, Allah’ın yarattığı varlıklar alemini incelediklerinden, yaratılıştaki harikaları, ince hesap ve ölçüleri ortaya koymakta ve varlıklar üzerinde tecelli eden İlahi isim ve sıfatlardan bilerek veya bilmeyerek bahsetmektedirler. Bu bakımdan, ilimler Allah’ın isimlerine birer ayna olup, her bir ilim Allah’ın bir ismine dayanmaktadır. Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle izah etmektedir: “Her bir kemalin, her bir ilmin, her bir terakkiyatın, her bir fennin bir hakikat-i filiyesi var ki, o hakikat, bir ism-i İlahiye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemfilat, o san’at kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa, yarım yamalak bir surette, nakıs bir gölgedir. Mesela, hendese bir fendir. Onun hakikati ve noktai müntehası, Cenab-ı Hakkın ism-i Adi ve Mukaddirine yetişip, hendese aynasında o ismin hakimane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.
Mesela, tıp bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakimi Mutlak’ın Şafi ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan rG.y-i zeminde Rahimane cilvelerini edviyelerde görmekle, tıp kemalatını bulur, hakikat olur.
Mesela, hakikat-i mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenab-ı Hakkın (celle celalühü) ismi Hakiminin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane eşyada, menfaatlerinde ve maslahatlannda görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet, hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkılab eder ve malayanyatolu veya felsefe-i tabiiye misilli dalalete yol açar.
İşte sana üç misal. Sair kemfilat ve fünunu bu üç misale kıyas et.”(Nursı, Sözler, Yirminci Söz, s.106 .)