Herkes söylediği ve dinleyenlerde de bir ülfet ve alışkanlık meydana getirdiği için artık vicdanlardaki manâsına denk te’sir uyaramayan ve artık klâsikleşen bir söz var: İslâm’ın ilk emri “Oku”. (Alak sûresi, 96/1)
Oku; mâhiyet i insaniyeyi, kâinat kitabını ve bunlara tercüman olan Kur’ân’ı oku!.. Allah Rasûlü nün hayatını tetkîk et! Yeni yeni terkîplere ulaş ve vardığın neticeleri tekrar tekrar oku!..
Vahdâniyete delîl olan bütün tecellileri araştır, marifet merhalelerinde her an bir öteye sıçra ve bir türlü kanmayan susuzluğunla “Helmin mezid-Daha yok mu?” de ve durmadan oku! İster kâinat kitabını, isterse onun bir fihristi olan insan mâhiyetini, Allah Rasulünün nurlu beyânları içinde okumaya çalışan bir insan gönül dünyâsında öyle derinleşir ki, okyanuslar dahi bu derinlik yanında sığ kalırlar. İşte, orada: “Seni hakkıyla bilemedik ey Ma’rûf“[1]el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 2/410; Mer’î İbn Yûsuf; Ekâvîlü’s-sikât s.45 hakîkatı aynel yakîn anlaşılıp idrâk edilir ve idrâktan âciz olmadaki idrâk merhalesine erilir.[2]Bkz.: el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 6/181.
Âcizane kanaatım, bizim dünyamız, İslâm’ın bu emrinden de uzaklaşmış bulunuyor. Bu tabiri kullanırken, yani bizim dünyamız derken bununla sadece içinde bulunduğumuz ülkeyi kastettiğim zannedilmesin. Ben bir zamanlar bizim olan bütün yerleri, bizim dünyâmız olarak kabul ediyorum. Evet, bizim dünyâmız asırlarca şan ve şerefle, âfâkında Muhammedî rûhun şehbâl açtığı Mısır, Sudan, Fas, Tûnus, Cezâyir; bütün mağrip memleketleri, Buhârâ, Semerkant, Taşkent ve bütün Orta Doğu memleketleri gibi daha nice ülkeleri içine alan koskoca bir dünyadır. İşte bizim insanımız, bu ilim irfâna açık bizim dünyâmızda bütün diğer dünyâ insanlarına kıyasla zirvelerde taht kuran ve başkalarını kendisine hayran kalan bir mübârekler topluluğudur.
Önce Haçlı Seferleriyle işgâle uğrayan bu yerler daha sonra da emperyalist düşüncelerin işgâl ve saldırısına ma’ruz kaldı. Belki bir süre sonra onları da bertaraf edip ülkemizden çıkardık; ancak kaldıkları süre içinde içimizden çaldıkları zayıf karakterli insanları yetiştirdiler ve birer düşünce azmanı olarak aramıza salıverdiler. Onlar da, bizim ebedî hasımlarımızın ifsatlarını devam ettirebilecek nesiller yetiştirdiler. Bunu yaparken de öyle şuûrlu davrandılar ki, bir evvelki icrâatları bir sonrakini gerektirecek şekilde ortaya çıkıyor ve böylece tahrîbat, zincirleme birbirini takip ediyordu. Derken onlara âit bir fikir dünyâsı meydana geldi ve bununla bizim cephemizin dağınık ve ferdî teşebbüslerine galebe çalındı. O kadar ki, bugün artık, bunların bütününü ortadan kaldıramadıktan sonra, kendi ruh dünyâmıza dönmemiz, onunla bütünleşmemiz, yeniden kendimizi bulmamız çok zor hatta imkânsız gözükmektedir. Bize vurdukları en önemli darbelerden biri bizi, belli yollarla, mâzimizden târihimizden, millî kültürümüzden, harsımızdan uzaklaştırdılar ve bizleri kendi kitap dünyâmıza karşı yabancı haline getirdiler. Ve böylece bir nesli asırların birikiminden mahrum ettiler. İş bununla da kalmadı, beşinci kol faâliyetlerini serbest bırakarak, gençliğin gönlünü şehevânî meselelerle doldurdu ve onları başka şey düşünmez hâle getirdiler. Nesiller, kıskıvrak bohemlik düşüncesine yakalandı ve düştüğü bu girdapta boğuldu. Kimse de çıkıp böyle bir fecâate “dur” deme cesâretini gösteremedi veya ekseriyet itibâriyle öyle diyebilme mevkiinde bulunanlar vaziyetlerinden memnundular, onun için de bir şey demediler.
Aynen Efendimizin (sav) mirâçta bazı günah işleyenleri, çektikleri azap keyfiyetleriyle müşâhedesi gibi, biz de o gün cemiyeti böyle bir tablo içinde görüyorduk. İçki, kumar, zinâ, rüşvet, ihtikâr, fâiz ve daha nelerin içine gömülmüş nesiller, ciddî bir maneviyat boşluğu içinde zift gibi karanlık düşüncelerle, âdetâ bir başka varlık, bir başka şahsiyetle aramızda dolaşıyorlardı. Kalp dünyalarıyla askıya alınmış ve sarkaçlar gibi sağa sola gelip giden yığınların anarşi ve teröre kurban olması için her şey hazır hâle getirilmiş ve tıpkı eli kolu bağlanıp denize atılan sonra da arkasından “sakın ıslanma”diye bağırılan birisi gibi, sefâhat içine itilen bu nesillere, faziletli olmaları çağrısındâ bulunuluyordu. Evet, o günkü nesle,ahlâklı ol, anarşi çıkarma, vatanını sev, milletini koru, bayrağını aziz tut gibi teklifler, muhteva bakımından farklı olsa da şekil bakımından aynı şeylerdi. Denize atılanların ıslanmamaları, bunların da faziletli olmaları mümkün değildi.
Daha sonra yeni bir anlayış türedi. Hangi akla hizmet ettiği belli olmayan ve gençliği anarşiden kurtarmak için bütün şehvet kanal ve barajlarını sonuna kadar açmayı yeğleyen bu zihniyet, bu tuhaf anlayışlarıyla, gençleri zararlı bazı saplantılardan kurtarmak ve onları başka şey düşünmez hale getirmek istiyorlardı. Halbuki, bugünkü anarşi de öyle bir vasatta yetişmiş ve bir canavar haline gelmişti.
Bütün bu iç ve dış tesirlerle çok yaralı hâle gelen nesiller, her gün biraz daha okumâdan ve düşünmeden uzaklaşıyor ve âdetâ hezeyan yığınları haline geliyordu. Zannımca, bu uzaklaşma ve hezeyânlaşma bugün de devam ediyor. Bu arada dilimize sokulmak istenen nesepsiz kelime yığınları da okuduğunu anlamaya karşı indirilen ayrı bir darbe oldu. Biz onların, onlar da bizim dilimizi anlamâz hâle geldiler. Bugün aynı kuşağın insanları dahi birbirini zor anlar durumdadır. Ve bunun önü alınmazsa, bu da düşünce dünyâmız adına, en az diğerleri kadar yıkıcı olacaktır.
Evet bugün okumuyoruz ve okumadığımızın utandırıcı neticeleri de meydandadır. Düşüncede sığ, yeni terkipler yapmaktan mahrûm bir yığın haline geldik. Okumaya karşı sadece iştahsız değil, aynı zamanda nefret eder durumda bir çoğumuz. Okuyanımızın bir kısmı da âdetâ her şeyi yüzünden okuyor ve fikir adına yeni bir şey üretemiyoruz.
Bütün faziletlerde olduğu gibi okumayı da bizden öğrenen dünün karanlık ruh, karanlık akılları, bugün okuyor, anlıyor ve düşünüyorlar. Evde, arabada, otobüs durağında, çantasında taşıdığı kitabı açıp okuyor ve kendi ölçüleri için zamanını en iyi şekilde değerlendiriyorlar.
Meseleyi biraz daha dar çerçevede mütâlâa edecek olursak, önümüzde çığır açmış büyüklerimiz, kendi yazdığı bazı eserleri, seksen defa, bazılarını da yüz defa okuduklarını söylüyor ve bizlere fiilen okumanın lüzumunu göstermiş oluyor.
İrticâlen söylediği ve kendi karîhasının mahsûlü eserleri, kendisi bizzat bu kadar okuduktan sonra da, talebelerinin başında duruyor ve “okuyun”[3]Bkz.: Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı 1/848, 934, 1011; Mektubat s.37 diyor. Böylece devrimizde en mühim ve en onulmaz bir yaraya parmak basıp tedâvî yolunu göstermiş oluyor. Bu çığırı tâkip edenler okumalıdırlar. Devirlerinin kültürüyle mücehhez olarak, daha önce edindikleri malûmatı hallaç etmeli ve muhtaçların yanına böyle bir kültür birikimiyle gitmeliler. Tâ ki, anlattıkları kabûl görsün ve aynı zamanda hasımlarımızın eline de koz verilmemiş olsun.
Okumuyorsak, ihânet içindeyiz; demektir. Kendimiz boşlukta bocalarken, başkasına nasıl itminân üfleyebiliriz ve menfî akımlardan nesilleri nasıl kurtarabiliriz. Halbuki bu bizim hayatımızın gâyesi ve ilk vazifemiz. Öyleyse, İslâm’ın ilk emri “oku” fermanına herkesten evvel, icâbete en muhtaç bizleriz…
Kaynak: Asrın Getirdiği Tereddütler III
Dipnotlar