İçindekiler
İslâm bize, “kötülükleri iyilikle savmamızı”, hak ve hakikate davet için firavunun karşısına çıkıldığında dahi kavl-i leyyin, tavr-ı leyyin, hâl-i leyyin, (yumuşak söz, yumuşak tavır ve yumuşak hâl) yolunu emir ve tavsiye buyurmaktadır. İnsanları en çok etkileyebilecek ve onların gönüllerini en çok kazanabilecek hususların başında şüphesiz yumuşak söz ve tatlı dil gelmektedir. Zîrâ yumuşak söz ve güler yüz, insanın gönlüne, kalbine ve ruhuna daha munis gelir. Bu yüzden yumuşak sözlü insanlar, toplum içinde sıcak ve yakın bir ilgiye mazhar olurlar ve her zaman sevilirler.
Biz bu makalemizde önce İslâm davet usûlünün en temel prensiplerinden olan “kavl-i leyyin”in ne anlama geldiğini ve Kur’ân’da nasıl bir çerçeveye oturtulduğunu inceleyeceğiz. Daha sonra da, Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatında ve tebliğ metodunda yumuşak sözün ve yumuşak davranışın önemine, yani “kavl-i leyyin” prensibine temas edecek ve buradan hareketle de bütün tebliğ erlerinde bulunması gereken özelliklere ışık tutmaya çalışacağız.
A. Kur’ân’da Yumuşak Söz (Kavl-i Leyyin)
“Lîn” kelimesi sertlik ve kabalığın zıddı olup nezaket, kibarlık, yumuşaklık ve yumuşak huyluluk anlamlarına gelir.[1]İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, “lyn” mad., Beyrut; Râzî, Muhtâru’s-Sıhâh, Çağrı Yay., İstanbul, 1987, s. 611.; İsfehânî, el-Müfredat, “lyn” mad., Beyrut. Yine “Lin” kelimesi güzel muamele etme ve affedici olma mânâlarını da kapsamaktadır. “Yumuşak söz” şeklinde tercüme edilen “kavl-i leyyin” ifadesi ise nezaketle, şefkatle ve tatlı dille konuşma anlamlarını ihtiva etmektedir.[2]Semerkandî, Bahrü’l-Ulûm, Beyrut, 2/344; İbn Âşûr, Tefsirü’t-Tahrir ve’t-Tenvir, Tunus, 16/225. Kavl-i leyyinden başka hilm ve rıfk kelimeleri de benzer anlamda olup ağırbaşlılık sükunet sabır ve yumuşaklık[3]Razi , Mefâtîhu’l-Gayb, Beyrut, 1990, 10/140. mânâlarına gelir. Özellikle hilm kelimesi daha ileri bir seviyeyi ifade ederek öfkenin kabarması hâlinde itidal ve sükuneti koruma şeklinde açıklanmıştır.[4]İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, “Hilim”, mad.; Cürcani, et-Tarifat, “Hilim”, mad. Bu çerçevede “lîn” kelimesi insanlar arası münasebetlerde yumuşaklık, yumuşak davranma ve tatlı dille konuşma olarak tanımlanabilirken “hilm” kelimesi ise beşerî münasebetlerde hoşgörülü ve bağışlayıcı davranışlar sergilemeyi sağlayan ahlâkî bir erdem olarak açıklanabilir. (DİA., “Hilim” mad.)
Bu kısa kavram tahlilinden sonra Kur’ân-ı Kerîm’de kavl-i leyyin prensibinin nasıl yer aldığına temas edebiliriz. Yüce Allah, Kur’ân’da Hz. Musa ve Hz. Harun’a yönelik şöyle hitapta bulunmaktadır:
اذْهَبَا إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى
“İkiniz Firavun’a gidin; çünkü o, iyice azdı. Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitap edin. Olur ki aklını başına alır, yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâhâ, 20/44.)
Görüldüğü gibi Yüce Allah, Hz. Musa ve kardeşini Firavun’a gönderirken onlara yumuşak söz söylemelerini emretmektedir. Yüce Allah tarafından verilen bu emir, bir Müslüman’ın düşmanına olan tutumunu belirlemede temel kriter olarak dikkat çekmektedir. Buna göre âyette “kavlen leyyinen” ifadesinin kullanılması, Firavun’a karşı hem nasıl konuşulacağına hem de nasıl davranılacağına ışık tutmaktadır. İbn Abbas, âyetteki “kavlen leyyinen” ifadesini, Hz. Musa ve Hz. Harun’un konuşmalarında sert ve kaba olmayıp latîf olmaları şeklinde yorumlar.[5]Fîrûzâbâdî, Tenvîru’l-Mikbâs min Tefsîri İbn Abbâs, Tahrân, s. 262. Aynı şekilde bazı müfessirler de bu ifadeyi, nezaket, kibarlık ve yumuşaklık olarak açıklamışlardır.[6]Mâverdî, en-Nuket ve’l-Uyûn, Beyrut, 1992, 3/405. Bikâî bu âyeti esas alarak “emri bi’l-ma’ruf” görevini yerine getiren insanların muhatapların seviyesine göre derece derece en güzel şekilde yumuşak davranmaları gerektiğine özellikle dikkat çekmektedir. (Tâhâ, 20/44.)
Buna göre Hz. Musa’ya emredilen tebliğ metodundan anlaşılan, Allah’a davet konusunda kabalık ve sertliğin terk edilerek yumuşak söz ve şefkate mutlaka yer verilmesidir. Bir tarafta insanların en azgın ve kibirli olanı, diğer tarafta da Allah tarafından insanlar arasından seçilmiş, mertebesi en yüksek kul bulunmaktadır. Durum böyle olmasına rağmen Yüce Allah, Hz. Musa’ya, Firavun’la konuşurken yumuşaklıkla ve nezaketle davranmasını emretmektedir.[7]Râzî, a.g.e., 3/153; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 3/154. Burada dikkati çeken önemli bir husus, Kur’ân’ın düşünmeyi, Allah’tan korkmayı “kavl-i leyyin”e bağlamasıdır. Bu yaklaşım mefhum-u muhalifiyle ele alınacak olursa,“Sertlikle üzerine giderseniz ne düşünür ne de haşyet duyar.” mânâsını çıkarmak mümkündür. Ayrıca söz konusu âyette korkulan veya umulan bir durumun beklendiği ve o işin mümkün olabileceği “lealle” edatıyle ifade edilmiştir. İlahî Beyan’daki bu üslûp, muhatap Firavun bile olsa yumuşak bir tavrın karşıdaki insanı yumuşatacağı ve onu da tezekküre sevk edeceği mânâsına geliyordu.[8]Gülen, Prizma-1, 40; Kırık Testi-5, 223.
Şu hâlde tanrılık iddiasına kalkışabilecek kadar haddini aşan bir kişinin nasihat dinleyip Allah’tan korkması ümidinin, yumuşak söze bağlı kılınması, konumuz açısından oldukça önem arz etmektedir.
Diğer taraftan başta Mukatil (v. 150/767) olmak üzere bazı müfessirler “kavlen leyyinen” ifadesini Nâziât Sûresi’nde geçen
اذْهَبْ إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى فَقُلْ هَلْ لَكَ إِلَى أَنْ تَزَكَّى
“Firavuna git, zîrâ o iyice azdı! Ona de ki: kendini arındırmaya gönlün var mı?” (Nâziât, 79/18.)
âyetiyle tefsir etmişlerdir.[9]Mâverdî, en-Nuket ve’l-Uyûn, 3/405. Soru tarzında gelen bu cümle son derece nazik, kibar ve muhataba değer veren bir hitap özelliğine sahip olması yönüyle Hz. Musa’nın Firavun’la konuşurken nasıl bir üslûp kullanması gerektiğini bildirmektedir. Bu da peygamberlik makamına yaraşır bir şekilde muhatapla konuşurken -düşman bile olsa- son derece tatlı ve yumuşak bir hitap seçmektir. Böylece Kur’ân, daha evvel zikredilen tatlı dille ve nezaketle konuşma hususuna (Tâhâ, 20/44),Nâziât Sûresi’nde geçen bu âyetle tekrar dikkat çekmektedir.
Yine Firavun’la konuşurken onun konumunu dikkate alacak şekilde bir künye ile hitap etme de[10]Mehmed Vehbi Efendi, Hulasatü’l-Beyan, İstanbul, 1966, 8/ 3291., bu âyet etrafında yapılagelen tefsirlerdendir.[11]Taberî, Câmiu’l-Beyân, Beyrut, 1984, 16/169. O dönemde Firavun’a yönelik farklı şekildeki lâkaplarla (ebu murre, ebu’l-abbas, ebu’l-velid, ebu musab) hitap edildiği söylenmektedir. Künyeyle hitap etme ise genel olarak muhataba bir değer ve şeref verildiğini gösterir.
Fazl b. İsa, Kur’ân’da Firavun’a karşı gösterilen yumuşaklık ve nezaketten esinlenerek İlahî ahlâkı şöyle ifade eder:
“Ey kendisine düşmanlık yapana bile sevgisini gösteren Allah’ım,
Kim bilir seni dost edinene ve sana yakarışta bulunana nasıl yakınlık gösterirsin!”
Yine bu âyetten ilham alan Yahya b. Muaz, ağlayarak duygularını şu özlü ve mânâ yüklü cümlelerle dile getirir:“İlahî “Ben ilahım.” diyerek Sana ilâhlık taslayana işte Sen’in merhametin,
Kimbilir “Sen Allah’sın.” diyerek Sen’in ilâhlığını kabul edene karşı Sen’in merhametin nasıl olur!”[12]Hâzin, Tefsirü’l-Hazin, Beyrut, 1995, 3/205; Âlûsî, a.g.e., 16/195.
Ayrıca Kur’ân’daki “kavl-i leyyin” ifadesi çerçevesinde dikkatleri çeken bir husus da şudur: Hiçbir insan, Firavun gibi kötü olamayacağına göre her ne inançtan olursa olsun, diğer insanlara karşı sertliği ve kabalığı bırakarak yumuşak tavır sergileme, güler yüz gösterme ve tatlı dille konuşma, insanlar arası münasebetlerin sağlıklı bir zemine oturması için Kur’ân’ın getirdiği temel ilkeler arasında yer almaktadır.
Abbasi Devleti’nin seçkin halifelerinden Harun er-Reşid’in yanına bir gün zahid bir kişi gelir. Bu zât, yaptığı işlerden dolayı halifeye öyle sert bir dil kullanır ki, Harun er-Reşid:
“Bu senin yaptığın nasihat ve irşad değil, insaflı ol.” deme mecburiyetinde kalır ve şunu söyler: “Cenab-ı Hak senden daha çok hayırlı birisini (Hz. Musa ve Hz. Harun’u) benden çok daha şerli birisine (Firavun’a) göndermiş ve yumuşak sözle muamele etmelerini, güzel bir şekilde davette bulunmalarını emretmiştir.”[13]İbnu’l-Cevzi, el-Muntazam, Beyrut, 8/328.
Müfessirlerin genel olarak kavl-i leyyin hususunda yaptıkları yorumlardan çıkan sonuç, Hz. Musa ve kardeşinin, Firavun’u hak dine çağırırken, son derece nazik, kibar ve yumuşak bir şekilde konuşmuş olmasıdır.[14]İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 3/154. Özellikle vurgulamak gerekir ki yumuşak söz ve yumuşaklık, insanların gönüllerinde daha çok tesir uyarmakta ve genel olarak daha faydalı neticeler doğurmaktadır. Bu yüzden iki Peygamber, Firavun’a karşı yumuşak bir üslûpla konuşmuş ve ona “Sen yalancısın.”, “Sen azabı hak ediyorsun.” şeklinde incitici bir üslûp kullanmamışlardır.[15]Cezâirî, Eyseru’t-Tefâsîr, 1993, 3/353. Büyük Müfessir Fahruddîn er-Râzî davette yumuşak davranmanın kalb ve gönüllere daha çok tesir edeceğini buna mukabil kaba ve sert davranışın da nefreti ve kabul etmemeyi netice vereceğini bildirmektedir.[16]Râzî, a.g.e., 13/33.
Yumuşak söz ve tatlı dil sadece Hz. Musa ve kardeşine ait bir tutum değil bütün peygamberlerin Hakk’a davet metotlarının genel karakteristik özelliğidir. Çünkü peygamberlerin, Hakk’a davetlerinden maksat büyüklük taslamak, fayda vermeyen sert ve kaba sözler sarf etmek, muhatabı kırmak ve incitmek değil, muhatapta hidâyet ışığının uyanmasına vesile olmaktır.[17]İbn Âşûr, 16/225. Nitekim Kur’ân, Hz İbrahim’in sıfatlarını anlatırken mealen; “İbrâhim çok yumuşak huylu, şefkatli ve kendisini Allah’a teslim eden bir kuldu.” (Hud, 11/75.) buyurarak bu hususa dikkatleri çekmektedir.
İslâm alimlerinin bu âyet etrafında yaptıkları yorumlardan hareketle tebliğde bulunan insanların yani tebliğ erlerinin, muhatapları kim olursa olsun hatta Firavun, Nemrut, Şeddad gibi kalb ve kafaları imana kapalı ve küfre programlanmış insanlar bile olsa, anlatacakları hususları yine “kavl-i leyyin ” ile anlatmaları gerektiği sonucuna varılabilir.
Sözünü ettiğimiz çerçevede bir Peygamber’den amansız bir düşmanı karşısında en öncelikli ve en önemli görevlerinden biri olan risalet vazifesini yerine getirirken bile yumuşak ve hoşgörülü olması isteniyorsa, risalet görevi dışındaki ferdî ve sosyal hayat alanlarında diğer insanlarla ilişkilerinde mülayemet, incelik, şefkat ve hoşgörü gibi pozitif değerlere yer vermesi ve bunları esas alması evleviyetle gerekmektedir.
B. Peygamber Efendimiz ve Mülâyemet
Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanlığa İslâm dinini tebliğ etmiş ve İslâm’a davet vazifesini bütün Müslümanlara bir görev ve miras olarak tevdi etmiştir. Ancak O, ümmetine sadece tebliğ görevini değil, tebliğ görevinin metodunu ve nasıl yapılması gerektiğini de miras olarak bırakmıştır.
Kuran, Hz. Peygamber’e (sallallahü aleyhi ve sellem) hitaben
اُدْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ
“Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle dâvet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et.”
buyurarak tebliğ görevinin nasıl yerine getirileceğini bildirmektedir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da yirmi üç yıla yaklaşan peygamberlik hayatı boyunca insanları dalâletten hidâyete, zulmetten nura ve küfürden imana çağırırken onlara son derece yumuşak davranmış ve en güzel şekilde muamele etmiştir. Çünkü O, Kur’ân’ın ifadesiyle pek üstün bir ahlâk üzerindedir. (Kalem, 68/4.)
Hz. Peygamber’in yüce ahlâkı, hoşgörülü oluşu, yumuşaklığı ve yufka yürekliliği sarih bir şekilde Âl-i İmrân Sûresi’nde geçen
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ
“İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi.” (Âl-i İmrân, 3/159.)
âyetiyle vurgulanmakta ve övülmektedir. Hz. Peygamber’in katı kalbli olması durumunda ise, insanların onun etrafından dağılacağı ifade edilerek, davranışlarında sevgi, hoşgörü ve bağışlama prensiplerine devam etmesi istenmektedir.[18]Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs, 3/196 Şüphesiz bu âyet, Hz. Peygamber’in büyüklüğünü, yüce ahlâkını, onun kaba davranışlardan uzak bulunduğunu, şefkat ve merhametle dopdolu olduğunu ve yumuşaklıkla muamele ettiğini göstermektedir.
Razî, bu âyetin ışığında Resûlüllah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) risaleti ile ahlâkı arasında güzel bir münasebet kurarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün âlemlerin imamı olduğuna göre, onların en halimi ve en güzel ahlâklısı olması gerekir.”[19]Razi, a.g.e., 9/50. Demek ki Hz. Peygamber’deki bu güzel ahlâk, yumuşaklık ve yufka yüreklilik, O’nun peygamberliğinin ve bütün insanlara rehber olmasının gereğidir.
Bir başka açıdan bakıldığında İslâm gibi evrensel bir mesaj getiren ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan bir peygamberin olumsuz vasıflar taşıması, kaba ve sert davranış sergilemesi düşünülemez. Çünkü kaba ve katı kalbli bir kimse başka bazı erdemlere sahip olsa da, muhataplarında nefret uyandırır. Bu durumda insanlar böyle bir kimseyi dinlemek ve onunla konuşmak istemezler. İncitici ve sert bir üslûpla konuşma elbette muhatabın uzaklaşmasını netice verir.
Hz. Peygamber, hadîs-i şerîflerinde de Yüce Allah’ın her işte yumuşaklığı sevdiğini ve sertlik ve kabalığa karşı vermediği şeyleri yumuşaklığa verdiğini bildirmektedir.[20]Buhârî, İstitâbetu’l-Mürteddîn, 4; Müslim, el-Birr ve’s- Sıla ve’l-Âdâb, 23. Bir başka ifadeyle, Yüce Yaratıcı, yumuşaklığa karşılık verdiği şeyleri, kabalık ve sertlik karşısında vermemektedir. Nitekim Yüce Allah’ın bir kulu sevdiği vakitte, ona rıfkı ihsan edeceği ifade edilmiş[21]Taberanî, Mu’cemu’l-Kebir, 2/306. ve bazı nebevî beyanlarda yumuşaklık ve mülâyemetten mahrum olanların bütün hayırdan mahrum kalacağı belirtilmiş ve ٌاَلرِّفْقُ يُمْن “Yumuşaklık berekettir.”[22]Beyhakî, Şuabü’l-İman, 6/139. buyrulmuştur.
Yumuşak davranma ve mülâyemetle ilgili bir başka hadîs-i şerîfe göre ise zulme uğradığında sabreden, kendisine kötülük edilince affeden ve cahilce davranışlara maruz kaldığında onlara yumuşaklıkla ve mülayemetle muamele eden insanların kıyamet gününde cennete koşarak gideceği ifade edilmiştir.[23]Beyhaki Şuab’ü-İman, 6/263.
Yine Hz Peygamber, (gündüzleri) oruç tutan (geceleri) ibadetle geçiren kişinin ulaştığı dereceye, kulun güzel ahlâkla ve mülâyemetle ulaşabileceğini bildirmektedir.[24]Ahmed b. Hanbel, 6/133;Taberanî, Mu’cemu’l-Evsat, 6/232. Bu konu etrafında çok önemli tahşidatlarda bulunan Hz. Peygamber, en yakınında bulunan Hz. Aişe’ye (r.a) bir gün şöyle buyurmaktadır:
“Ya Aişe! Sen Yumuşak davran. Çünkü yumuşaklık bir şeyde bulunursa kesinlikle onu süsler ve bir şeyden çıkarsa da mutlaka onu çirkinleştirir.” (Ebû Davûd, Cihad, 2; Sahihi ibn Hibban, 2/310.)
Bu çerçevede Hz. Peygamber’e ait daha pek çok nurlu beyanlar bulunmaktadır. Bunlar arasında konumuzla yakından ilgisi bulunan şu nebevî beyanlar, varlık gayeleri insanlara hak ve hakikati anlatmak olan müminler için çok önemli tavsiye ve öğütler ihtiva etmektedir:
“Cehennem’e haram olan veya Cehennem’in kendisine haram olduğu kimseyi size haber vereyim mi?
Cehennem her yumuşak huylu, uysal, sakin, kolaylık gösteren ve insanlara yakın duranlara haram kılınmıştır. (Ahmed b. Hanbel,1/415;Beyhakî, Şuabu’l-İman, 2/215.)
“Rıfktan nasibi verilen bir kimseye hayırdan da nasibi verilmiştir. Yumuşaklıktan nasibi verilmeyen bir kimse ise hayırdan da mahrumdur.” (Tirmizî, Kitabü’l-Birri ve’ss-Sılat, 67.)
İşte Hz. Peygamber’den gelen bu öğüt ve tavsiyeler, müminlerin güzel ahlâkı ve yumuşaklığı, kendi fıtratlarına mal etmeleri gerektiğini göstermektedir.
Şu halde kavl-i leyyin çerçevesinde baştan beri zikredegeldiğimiz İlahî hitaplar ve hadîsler bir bütün olarak değerlendirildiğinde tebliğ insanının sadece yumuşak sözle konuşmasının yetmediği, bununla birlikte yumuşaklığın onun aslî vasfı hâline gelmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. Aksi takdirde, pek çok olumsuz hâdiselerin ve yanlışların yaşanması kaçınılmaz olacaktır. Yani, kavl-i leyyin, mürşidin fıtratı ile bütünleşmemişse ve içinden gele gele o hâli yaşayamıyorsa, er-geç damarına basıldığında iç kimliği ortaya çıkacak ve tamiratı tahribata çevirecektir. Böyle bir sertlikle karşı karşıya kalan muhataplar da, onun temsil ettiği düşünceden de, davadan da uzaklaşacaklardır. Bu yüzden kavl-i leyyinin fıtrat hâline getirilmesi tebliğ ve irşatta bulunanlar için çok önem arz etmektedir. Bu da ancak hâl-i leyyin, tavr-ı leyyin, kalb-i leyyin ve şekl-i leyyin ile mümkün olacaktır.[25]Gülen, Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar, s. 275.
Ancak burada göz ardı edilmemesi gereken bir husus şudur: Yumuşaklık ve mülâyemet, hiçbir zaman davet konusu olan iman ve İslâm esaslarının yumuşatılması ve değiştirilmesi mânâsına gelmez. Bu yüzden denebilir ki yumuşaklık, davet konularında tedriciliğe riayet ederek, İslâm’a davet metodunda söz konusudur.
Sonuç
Netice itibariyle Müslümanların her devirde insanları hak ve hakikate çağırırken peygamberlerin çizgisinde olmaları ve onların davet usûlüne uygun davranmaları gerekmektedir. Peygamberler ise insanlara şefkat ve merhamet duygularıyla muamele etmişler ve davet metotları olarak genellikle yumuşak davranmayı ve tatlı sözle konuşmayı tercih etmişlerdir. Bu yüzden müminin, hizmet insanının herkesten daha duyarlı davranarak muhataplarına karşı kullanacağı dilin ve sergileyeceği davranışların yumuşak olmasına itina göstermelidir.
Unutulmamalıdır ki, en sert ve en katı insanlar bile tatlı dil ve güler yüz karşısında yumuşama gösterebilir. Dilimize yerleşmiş olan “Tatlı söz, yılanı deliğinden çıkarır.” atasözü de bu hususu çok veciz bir şekilde açıklamaktadır. Bu yüzden muhatap kim olursa olsun, tebliğ görevini yerine getiren kimselerin muhataplarına bir şeyler anlatabilmeleri için mülâyim ve müsamahakâr olmaları vazgeçilmez şartlardır. Bir başka ifadeyle iyiliği emreden her kişinin üzerine düşen, yumuşak sözle konuşmak ve hoşgörülü olmaktır.[26]Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs, 3/196. Zîrâ “Yumuşaklık, Hakk’a davetin esasıdır.” Hakk’a davet ve tebliğ âdâbı ise, bir yandan sertlik ve kabalığın terk edilmesini, diğer yandan da mülâyemet ve yumuşaklığı gerektirmektedir. Şu hâlde mülâyemet gösterme, yumuşak huylu ve geçimi kolay bir insan olma, tebliğ ve irşat vazifesini yerine getiren bir müminin, en önemli vasıfları arasında sayılabilir.
Kaynak: Yeni Ümit Dergisi, Sayı: 91. Ali Can
Dipnotlar
⇡1 | İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, “lyn” mad., Beyrut; Râzî, Muhtâru’s-Sıhâh, Çağrı Yay., İstanbul, 1987, s. 611.; İsfehânî, el-Müfredat, “lyn” mad., Beyrut. |
---|---|
⇡2 | Semerkandî, Bahrü’l-Ulûm, Beyrut, 2/344; İbn Âşûr, Tefsirü’t-Tahrir ve’t-Tenvir, Tunus, 16/225. |
⇡3 | Razi , Mefâtîhu’l-Gayb, Beyrut, 1990, 10/140. |
⇡4 | İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, “Hilim”, mad.; Cürcani, et-Tarifat, “Hilim”, mad. |
⇡5 | Fîrûzâbâdî, Tenvîru’l-Mikbâs min Tefsîri İbn Abbâs, Tahrân, s. 262. |
⇡6 | Mâverdî, en-Nuket ve’l-Uyûn, Beyrut, 1992, 3/405. |
⇡7 | Râzî, a.g.e., 3/153; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 3/154. |
⇡8 | Gülen, Prizma-1, 40; Kırık Testi-5, 223. |
⇡9 | Mâverdî, en-Nuket ve’l-Uyûn, 3/405. |
⇡10 | Mehmed Vehbi Efendi, Hulasatü’l-Beyan, İstanbul, 1966, 8/ 3291. |
⇡11 | Taberî, Câmiu’l-Beyân, Beyrut, 1984, 16/169. |
⇡12 | Hâzin, Tefsirü’l-Hazin, Beyrut, 1995, 3/205; Âlûsî, a.g.e., 16/195. |
⇡13 | İbnu’l-Cevzi, el-Muntazam, Beyrut, 8/328. |
⇡14 | İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 3/154. |
⇡15 | Cezâirî, Eyseru’t-Tefâsîr, 1993, 3/353. |
⇡16 | Râzî, a.g.e., 13/33. |
⇡17 | İbn Âşûr, 16/225. |
⇡18 | Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs, 3/196 |
⇡19 | Razi, a.g.e., 9/50. |
⇡20 | Buhârî, İstitâbetu’l-Mürteddîn, 4; Müslim, el-Birr ve’s- Sıla ve’l-Âdâb, 23. |
⇡21 | Taberanî, Mu’cemu’l-Kebir, 2/306. |
⇡22 | Beyhakî, Şuabü’l-İman, 6/139. |
⇡23 | Beyhaki Şuab’ü-İman, 6/263. |
⇡24 | Ahmed b. Hanbel, 6/133;Taberanî, Mu’cemu’l-Evsat, 6/232. |
⇡25 | Gülen, Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar, s. 275. |
⇡26 | Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs, 3/196. |