Esas itibariyle, insan irâdesiyle kader arasında bir zıddiyet yoktur. Yani insan irâdesiyle kader, omuz omuzadır. Şimdi bunu biraz açalım: İnsanlar işledikleri sevaplarla cennete, günahlarla da cehenneme gitmeleri bir vakıa ise, bunların kader dilinde, Cenâb-ı Hakk tarafından tasdik edilmesi, bir bakıma irâdelerinin kuvvetlendirilmesidir.
Demek insanda, onu hayra, sevaba ve cennete sevkeden veya tamamen tersine, kötüye, günaha ve cehenneme yuvarlanmasına sebep olan bir güç var ki, takdire esas teşkil ediyor. İşte bu güç irâdedir. Ve bu irâdenin var olması Allah’ın takdirine mâni değildir. Esasen bütün fiillerimiz için de böyle düşünebiliriz. Meselâ, elimizi kaldırmak istediğimizde, fizikî bir ârıza söz konusu değilse, elimizi kaldırabilir; konuşmak istediğimizde de konuşabiliriz. Bu fiilleri işlemeye muktedir oluşumuz bize bir şeyi, yani bizde bir irâdenin oluşunu ispat eder. İster buna irâde, ister cüz’-i ihtiyarî, isterse meşîet veya dileme deyin, netice değişmeyecektir. Mahiyetini bilmediğimiz bu şeyin varlığı her türlü ispat gayretinin üstünde, gün gibi ayândır.
İlâhî takdirin ma’nâsına gelince; sanki Cenâb-ı Hakk, insana şöyle demektedir: “Ben, şu zamanda, iradeni şu istikamette kullanacağını biliyorum. Onun için de senin hakkında bu işi o şekilde takdir buyuruyorum.” İşte bu, iradeyi sağlamlaştırmak demektir.
Evet, eşyayı yaratan Allah’tır. Ancak insan iradesinin söz konusu olduğu yerde, yapılan takdirde, insan iradesinin hangi tarafa sarf edileceği Cenâb-ı Hakk tarafından bilinmekte ve takdir ona göre yapılmaktadır. Öyle ise kader, insan iradesini sağlamlaştırıyor, iptal etmiyor. Yani, bir bakıma kader, insan iradesini de içine alıp kuşatıyor, ihata ediyor. Bu ise iradeyi sağlamlaştırmak demektir; iptal etmek değildir.
Kaynak: Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader