İçindekiler
Dünyada adı İslâm bankaları veya faizsiz bankalar olarak geçen finans kuruluşlarının Türkiye’deki adı katılım bankalarıdır. Katılım bankalarının bazı işlemleri faize dayalı geleneksel bankalarınkilere çok benzediği, verdikleri kâr payları ile banka faizlerinin birbirine çok yakın olduğu vs. sebeplerle bu kurumlar kıyasıya eleştirilere uğruyor. Hâlbuki çok tabiî olan bu ve diğer benzerliklere rağmen iki banka türü arasında çok ciddi farklar vardır.
Bu yazıda katılım bankacılığını bugünkü görünümlerini dikkate alarak tanımlayacak, en fazla yaptıkları işlemlerden olan peşin alıp vadeli satma işlemini İslâmî-iktisadî bir perspektiften değerlendirecek ve faiz-kâr benzerlik ve farklılıklarını tespit etmeye çalışacağız.
Katılım Bankacılığının Tanımı
Faiz, iki kişi veya kurum arasındaki bir işlemde bir taraftan diğer tarafa karşılıksız değer aktarımıdır. Faizsiz esasa göre çalışan katılım bankacılığı, kâr ve zarara katılma esasına göre fon toplayıp; ticaret, ortaklık ve finansal kiralama yöntemleriyle fon kullandıran bir bankacılık modelidir.
Katılım bankaları, fon toplama aşamasında kâr-zarar ortaklığını başarıyla uygularken, fon kullandırma aşamasında bu yöntemi kullanmakta zorlanmakta ve bugün daha çok ticarette yoğunlaşmış bulunmaktadır. Kendilerinden beklenen ve ideal olan ortaklık yöntemleri bu kurumlarda şimdilik çok az yer tutmaktadır.
Katılım bankaları fon kullandırma aşamasında günümüzde ağırlıklı olarak kişi ve kurumların mal ve hizmet alımlarını finanse etme, yani onlara bu alımlarda malî destek sağlama fonksiyonu görmektedir.[1]Kredi kelimesi, nakdî borç anlamında kullanıldığı için katılım bankaları için geçerli olmayan bir kavramdır. Katılım bankaları nakdî (parasal) kredi vermez, vadeli mal satarak … Okumaya devam et
Bu özelliklerini dikkate alarak bugünkü hâliyle katılım bankacılığını, parasal işlemlerle mal ve hizmet hareketlerinin birbirine sıkı sıkıya bağlandığı, her para hareketinin mutlaka bir mal veya hizmete karşılık geldiği; gelirin ise, katılım hesabı sahipleriyle kâr ve zarar ortaklığı esasına göre bölüşüldüğü bir sistem olarak da tanımlamak mümkündür.
Yani katılım bankaları sadece para hareketlerinden para kazanamaz; parayı mutlaka bir iktisadî faaliyette değerlendirerek ticarî kazanç elde etmeye çalışır ve kazanç gerçekleşirse, onu ortağı durumundaki katılım hesabı sahipleriyle yani halkla paylaşır.
Katılım hesapları, katılım bankalarında açılan ve sahibine kâr veya zarar getiren vadeli yatırım hesaplarıdır.
Katılım bankacılığının bugünkü uygulamasında elindeki tasarrufuyla kazanç elde etmek isteyen fon (tasarruf) sahipleriyle banka arasında İslâm hukukunda mudârebe denilen bir ortaklık tesis edilir.
Mudârebe, emek-sermaye ortaklığı demektir. Bu ortaklıkta sermaye sahibi emek sahibi müteşebbise parayı teslim eder ve müteşebbis de bu parayı işletir. Kâr elde edilirse, bu kâr taraflar arasında önceden belirlenen oran üzerinden paylaşılır. Kâr elde edilmezse, sermaye sahibine bir şey verilmez. Hattâ zarar meydana geldiğinde, bu zarar da sermayeden düşülür; müteşebbis de boşa çalışmış olur, yani emeğinin zararını çeker.
Bu ortaklıkta tasarruf sahibi sermayeyi, katılım bankası emeği temsil eder. Kâr paylaşım oranı, gerçekleşmiş olan net kârın –anaparanın değil– %80’i sermaye sahibine, yani bankaya para yatırana; %20 bankaya şeklindedir. Bu oranlar piyasa şartlarına göre değişebilir.
Katılım bankası emek tarafı olarak kendisine yatırılan parayı ticarî bir faaliyette veya üçüncü kişilerle kurduğu mudârebe veya diğer ortaklık türleriyle değerlendirerek bir ticaret veya ortaklık kârı elde etmeye çalışır. Kâr gerçekleşirse, katılım hesabı sahipleriyle paylaşır.
Katılım bankalarının bir diğer fon kullandırma yöntemi finansal kiralamadır. Bu yöntemde gayrimenkul veya dayanıklı bir mal, katılım bankası tarafından satın alınarak, mülkiyeti bankada kalmak üzere belli bir süre kullanmak üzere ona ihtiyaç duyan kişi veya firmalara kiralanır.
Kiralamada üretkenliği tabiî, kendinden, belirli ve kesin olan dayanıklı malın kullanım faydası belli bir kira karşılığında satılmış olur. Kullanım faydası kesin olduğundan kiranın da baştan belirlenmesi gerekir.
Leasing adı da verilen finansal kiralamadan kira geliri elde eden katılım bankası, bu geliri katılım hesabı sahipleriyle paylaşır. Genellikle kira ödemesi, anapara ödemesini de ihtiva eder ve kiralama süresi sonunda sembolik bir fiyatla mal müşteriye satılmış olur.
Katılım Bankaları Neden Hiç Zarar Etmez?
Katılım bankalarının katılım hesabı sahiplerine kâr verme garantisi yoktur. Zarar da söz konusu olabilir. Katılım bankaları katılım hesapları havuzunda biriken paralarla yüzlerce kalem iş yaptığından, bunlardan bazıları başarısız olsa bile, çoğu kârla neticelendiğinden toplamda şimdiye kadar hep kâr dağıtmışlardır. Zararla sonuçlanan projeler ancak dağıtılan kâr paylarının miktarını düşürür.
Meselâ yüz kalem projeden 90 tanesi başarıyla neticelenip 10 tanesi başarısızlıkla sonuçlansa, bunun ortalama neticesi en fazla diyelim ki 100 liraya 10 lira kâr vermek yerine, 9 lira kâr vermek demektir. Nitekim katılım bankaları dâhil bankacılık sisteminde geri dönmeyen alacaklar %2-3 gibi düşük bir seviyededir.
Bu kurumların kâr-zarar esasına göre çalıştığını göstermek için illâ hesap sahiplerine zarar ettirmeleri gibi bir şart söz konusu olamaz. Neticede bu kurumlar zarar etmek için değil, kâr etmek için yola koyulmuşlardır.
Katılım bankaları kendilerine yatırılan paraları çok arzu edilen ortaklık yöntemleriyle değerlendirmekte çeşitli sebeplerle zorlanmakta, bu yüzden daha kolay ve daha az riskli olan mal ve hizmet alım-satımına yönelmektedir. Bu tercih de onların zarar riskini azaltan bir unsurdur.
Katılım bankaları geleneksel faizli bankalardan farklı olarak, ihtiyacı olanlara nakdî (parasal) kredi vermek yerine –çünkü bu doğrudan faizi doğurur ihtiyaç duyulan malı satıcıdan peşin alıp müşterisine vadeli satar. Yazımızın ana konusu, işte bu peşin alıp vadeli satmanın ne ölçüde meşru olduğunu belirlemektir.
Parasal Sermayenin Getirisi ya Faiz veya Kârdır
Elinde bir miktar parasal sermaye bulunan kişi, bunu kendisi işletmeyip bir başkasına işletmek üzere aktardığında bu işlemden ya faiz veya kâr elde eder.
Parasal sermayenin borç verilip anaparaya oranlanarak elde edilen ve önceden belirlenen sabit getirisine faiz; ortaklık yöntemiyle verilip, işin sonunda ortaya çıkan pozitif net kazancın doğması şartıyla ve onunla orantılı getirisine de kâr denir.
Geleneksel bankacılıkta para bir mal gibi değerlendirilip, meselâ bugünkü 100 lira vadeli 110 liraya karşılık satılabilir. Buradaki 10 liralık fazlalığın karşılığı aranmaz, bunun neden 10 lira olduğu sorgulanmaz ve ‘faiz’ adı verilen bu fazlalığa ‘sermayenin zaman değeri’, ‘iskonto haddi’ gibi hayalî karşılıklar bulunmaya çalışılır.
Hâlbuki bu 10 liralık faizin karşılığında üretilmiş bir katma değer olmayabilir veya olsa da bu 10 liralık faiz ile üretilen katma değer arasında denge yoktur; 10 liralık faiz, üretilen katma değerden ya azdır veya çoktur.
Katılım bankacılığında ise para, para karşılığında ancak eşit miktarda değiştirilir, yani faizsiz ödünç verilir. Eğer paradan para kazanılmak isteniyorsa, bu kazancın mutlaka topluma sunulan bir hizmet, bir katma değer veya malın değerindeki bir artışa karşılık gelmesi gerekir.
Yani katılım bankacılığında bir parasal işlemde para tarafındaki bir artışın, mal veya hizmet tarafındaki reel bir artışa karşılık gelmesi ve her iki tarafın birbirini dengelemesi gerekir.
Geleneksel bankacılıkta ise bir para hareketi başka bir para hareketine karşılık gelir ve para hareketi mal hareketine bağlanmadığı gibi para hareketlerinin birbirini dengelemesi söz konusu değildir. Bir taraf diğer taraftan ya azdır veya çoktur. Netice, kaçınılmaz eşitsizliktir.
Geleneksel Bankacılık ve Karşılıksız Değer Aktarımı
Geleneksel bankacılık parasal sermayenin borç verilerek ondan sabit gelir elde edilmesine, yani faiz esasına dayanır. Faiz, borç alınan paradan hiç kazanç elde edilemediği zamanlarda da ödenen veya kazanıldığında da eşitsiz paylaşılan bir gelirdir. Faiz, bir taraftan diğer tarafa karşılığı olmayan bir değer aktarımıdır. Faiz, hak edilmemiş veya eşitsiz paylaşılmış bir gelirdir.
Faizin onulmaz özelliği verilen ile alınan miktarlar arasındaki eşitsizliğin sebebi olmasıdır. Ticaret, karşılıklı rızaya, yani verilen ile alınan arasındaki eşitliğe dayanırken faizli işlemlerde bu eşitliğin gerçekleşme ihtimali son derece düşüktür.
Faizli işlemin neticesi baştan öngörülemediği için, ticaretteki karşılıklı rıza hâli de bunda görülmez. Dolayısıyla faiz, başta rıza olsa bile, sonunda iki taraftan birinin haksızlığa uğradığı dolayısıyla pişmanlığın yaşandığı işlemdir.
Geleneksel bankacılıkta bankanın verdiği kredi karşılığında aldığı faiz ile müşterinin kredinin kullanımından elde ettiği kazanç arasında veya aynı şekilde, bankaya yatırılan mevduattan bankanın elde ettiği kazanç ile mudisine ödediği faiz arasında denge kurmanın imkânı yoktur.
Zîrâ faizin miktarı baştan belli iken beklenen kazanç belirsiz olup, onu önceden tespit etmek mümkün değildir. Faizli bir işlemde belirli ve sabit faiz, belirsiz ve muhtemel bir kazanç üzerine bina edilmiştir.
Bu dengesizlik faiz sisteminin en önemli sorunu ve sonucu olup, finansal istikrarsızlık ve krizlerin de kaynağıdır.
Bazı durumlarda bankalar ciddi kârlar elde ederken mudiler ancak önceden belirlenen faiz gelirleriyle yetinmek zorunda kalır. Banka ile mudi arasında gelir paylaşım dengesi kurulamaz. Veya banka mevduattan hiç veya yeterince kazanç elde edemediği durumlarda da vaat ettiği faizi ödemek zorunda kalır. Yine denge kurulamaz ve banka iflâsları ortaya çıkar.
Faiz sisteminin doğurduğu kaçınılmaz netice, taraflar arasında gelir paylaşım adaletinin sağlanamamasıdır.
Faiz Sistemi, Toplumu İkiye Böler
Faizin sosyal neticesi, toplumu borç verenler ve borç alanlar, sevinenler ve üzülenler hâlinde ikiye bölmesidir. Her yükselen faiz oranı borç verenleri sevindirirken borç alanları üzer; tersi durumda yani faiz oranının düşmesi halinde borç alanlar veya alacak olanlar sevinirken borç verenler üzülürler. Faiz sisteminde toplumda kader birliği yoktur.
Kâr sisteminde ise, emek tarafı kâr elde ederse, onu sermaye tarafıyla paylaşır. Birlikte kazanır ve dengeli paylaşırlar veya kâr yoksa her iki taraf da birlikte kazanamamış olur. Kâr sisteminde toplumda kader birliği vardır; kâr veya zarar her durumda dengeli paylaşılır.
Katılım Bankaları, Kâr Esasına Dayanır
Parasal sermayenin emekle eşleşerek ticarî bir faaliyete veya bir ortaklığa girmesi neticesi elde ettiği ve miktarı ancak işin veya vadenin sonunda belirlenebildiği getirisine kâr denir. Kâr, üretken bir iktisadi faaliyetten kazanç sağlanması şartıyla ve bu kazanç oranında elde edilen bir gelirdir. Kâr sisteminde üretime yapılan katkı ile bu üretimden alınan pay arasında bir denge vardır.
Katılım bankalarında, ister bankaya fon yatıranlar ile banka arasındaki kâr paylaşımında olsun, ister bankadan fon kullananlara sunulan katma değer ile onlardan talep edilen kâr arasında olsun, mutlaka bir denge kurulur.
Bugünkü Katılım bankalarının işlem kalemleri içinde en fazla yer tutan ve üretim desteği olarak adlandırılan yöntem, bir malın banka tarafından peşin alınıp, üzerine bir kâr ilâvesiyle vadeli ve daha yüksek fiyattan satılması işlemidir. Buna murâbaha denir.
Murâbaha, katılım bankaları için öngörülen temel bir yöntem değildir. Bu kurumlarda temel yöntem olarak mudârebe ve müşâreke denilen ortaklık yöntemleri kabul edilmiştir. Buna rağmen, katılım bankalarını murâbaha yöntemini kullandıkları için eleştirmek doğru olmadığı gibi, onu faizli krediye benzetmek de büyük bir hatadır.
Hattâ katılım bankaları sadece murâbaha yöntemi üzerine bina edilmiş olsalar bile, bu kurumları bu yüzden eleştirmek yerinde değildir. Çünkü her şeyden önce murâbaha ekonomik değer üreten bir mal veya hizmet ticaretidir. Hiçbir mânâ taşımayan ve ekonomik değer üretmeyen para-para hareketi değil, insanların ihtiyaç duyduğu bir mal-para veya mal-hizmet hareketidir.
Ticaret Mal Hareketidir; Mal Hareketi Değer Üretir
Kur’ân ticaretin helâl, faizin haram olduğunu ilân etmiş, bu ikisinin aynı görülmesini şiddetle reddetmiştir.[2]Bakara, 2/275.
O hâlde ticaret nedir, faizden ne farkı vardır?
Ekonomide esas olan mal ve hizmet üretimi ve bunların yer, zaman ve el değiştirmesidir. Bir değeri olan ve diğer canlılar dâhil insanların ihtiyacını gideren eşyanın adı maldır. Malın özünde var olan bir değer, ticaret vasıtasıyla artırılabilir. Değer üreten iktisadî bir faaliyet olan ticaret, malın mekân, zaman veya mülkiyet değerinin artırılmasıdır.
Bir mal ucuz ve bol olduğu bir yerden kıt ve pahalı olan bir yere nakledildiğinde o malın mekân değeri artar. Adana’da kilosu 10 kuruş olan karpuzu İstanbul’da 20 kuruşa satmak karpuza mekân değeri katmaktır. Aynı şekilde insanların ancak uzun bir tasarruf süresi neticesinde sahip olabilecekleri bir malı, meselâ peşin 100 liraya alıp, onlara vadeli daha yüksek bir fiyata diyelim 110 liraya satmak o malın müşteri nezdinde kısaltılan zaman kadar kullanım faydasını artırmak demektir. Ödenen fiyat farkı da malın zaman değerindeki artışa karşılık gelir.
Bir malın ona ihtiyacı olmayandan alınıp, ihtiyacı olana veya daha az ihtiyacı olandan, daha çok ihtiyacı olana ulaştırılması da bir ticaret olup, bu da malın mülkiyet faydasını artırmak demektir. Meselâ, bir ayakkabı üreticisinden ayakkabıları çifti 20 liradan alıp bir mağazada 25 liraya satmak ayakkabıya mülkiyet değeri katmaktır.
Ticarette malın artırılan faydası bu işi gerçekleştiren emek yani tüccar ve sermayeye kâr olarak yansır. Nitekim malın zaman, mekân veya mülkiyet değerini artırma çabası başarısızlıkla sonuçlandığında, yani malın değeri düştüğünde, ortaya çıkan zarar da bu işi yapan emek ve sermayeye ait olur.[3]Kâr ve zarar ikiz kardeş gibidir; zarar riskini göze almayan kâra hak kazanamaz. Riski göze alan kâra da hak kazanır. Hz. Peygamber (as) sahih hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: … Okumaya devam et)
Görüldüğü gibi malın mekân, zaman ve mülkiyet (el) değiştirmesi değer üreten bir faaliyettir. Ticaret yoluyla malın değerinin artırılması o malı sıfırdan üretmekten farksızdır. Bu yüzden rızkın onda dokuzunun ticaret kaynaklı olduğu –zayıf da olsa– hadîs-i şerîfte ifade edilmiştir.
Para Hareketi Değer Üretmez
Malların bu şekilde mekân, zaman ve mülkiyet değiştirmesi değer üretirken para ve dövizlerin herhangi bir mal hareketine bağlı olmaksızın sadece el değiştirmesi, meselâ nakdî ödünç alış-verişi veya bir para cinsinin diğer bir para cinsine dönüştürülmesi hiçbir şekilde değer üreten bir faaliyet değildir.
Çünkü para, kendi değeri olmayan, yenilip-içilmeyen; değeri ancak temsil ettiği mala bağlı olan bir sembolik değere sahiptir. Paranın özünde olmayan değer, onun ticaretiyle yani mekân, zaman ve el değiştirmesiyle artacak değildir. Altın da para kategorisindedir.[4]Altın da para kategorisinde olup, onu diğer paralardan ayıran tek özelliği, kendine has fizikî yapısıyla miktarca arzının ilâhî-tabiî sınırlamaya tâbi olmasıdır. Dünyadaki toplam … Okumaya devam et
Bu sebeple vadeli para, altın ve döviz mübadelelerinden kazanç sağlamak üretilmemiş bir değeri ele geçirmek, yani karşı tarafın zararına bir kazanç elde etmek demektir.
Kısaca ifade etmek gerekirse; altın, para ve dövizlerin el değiştirmesi malların el değiştirmesi gibi değer üreten bir faaliyet olmadığından, bu işlemlerden elde edilen kazanç prensip itibariyle faize girer.[5]Döviz bürolarının aldıkları komisyon bunun dışındadır. Onların aldıkları komisyon değiş-tokuş hizmetinin karşılığıdır. Yani bir taraftan diğer tarafa karşılıksız değer aktarımı olur.
Nasıl ki, fiyatı Antalya’da 50 kuruş olan portakalı oradan satın alıp İstanbul pazarlarında 1 liraya satmak bir ticarettir. Çünkü portakalın mekân değeri yükseltilmiştir ve ona 50 kuruşluk bir değer katılmıştır. Bu sebepledir ki, İstanbul tüketicisi ona 1 lira vermeye hazırdır. Aksi hâlde bu fiyatı sadece satıcının dayattığını iddia etmek fiyatların tespitinde talep unsurunun fonksiyonunu yok saymak demek olur.
Portakalı Antalya’dan 50 kuruşa alıp onu İstanbul’da 1 liraya satma işleminde, tüketiciye elinin erişemediği bir mekândaki malı onun elinin erişeceği bir mekâna taşımak ticaret olarak adlandırılır ve buradaki 50 kuruşluk fark tüketici nezdinde portakalın değerindeki reel bir artışa karşılık gelir.
Vadeli Mal Satışı ve Malın Zaman Değeri
Malın mekân değerinin artırıldığı bu işlemde bir sakınca yok ise; aynı şekilde, kişinin ancak aylar veya yıllar süren bir tasarruf sonrası edinebileceği bir malı ona hemen şimdi sunmak ve eline vermek de bir ticarettir; dolayısıyla bunda da bir sakınca yoktur. Burada da malın zaman değeri artırılmıştır.
Başka bir ifadeyle, bir malı bir yerde ucuz alıp, başka bir yerde kâr ilavesiyle satmakla, yine bir malı peşin düşük fiyata alıp, ona yıllar sonra ancak sahip olabilecek müşterisine hemen şimdi bir kâr ilâvesiyle vadeli satmak arasında bir fark yoktur. İkisi de ticarettir. İkisinde de malın değerinde bir artış meydana gelmiş ve bu değer artışı, satış kârı olarak satıcıya sunulmuştur.
Kur’ân vadeli alış-verişe, “Ey iman edenler! Birbirinize belli bir vade ile borçlandığınız zaman onu yazın.”[6]Bakara, 2/282 mealindeki âyetle izin vermiş, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) de veresiye mal alarak zırhını rehin vermiştir.
Vadeli satıştaki fiyat farkı, müşterinin bu maldan hemen faydalanmaya başlamasının karşılığıdır. Yani aylar veya yıllar sonrasına ertelenen faydanın hemen elde edilmesi sağlanmıştır. İşte bu değer artışı, vadeli satıştaki fiyat farkının karşılığıdır.
Vadeli mal satışını faize benzetmenin hiçbir makul ve mantıklı tarafı yoktur. Vadeli satışta değer üreten mal hareketi, faizde ise değer üretmeyen, kısır para hareketi vardır.
Diğer taraftan, vadeli satışta müşterinin ödediği fiyat farkı, onun yıllar sürebilecek tasarruf zahmetinin satıcı (veya katılım bankası örneğinde, kendisine kâr payı ödenecek katılım hesabı sahibi) tarafından daha önce çekilmiş olmasına da karşılık gelir.
Yani fiyat farkı daha önceden yapılmış tasarruf zahmetine karşılık gelmekte ve bu zahmet de müşterinin eline maldaki reel bir değer artışı olarak geçmektedir.
Her ne kadar geçmişte bazıları tarafından bu ‘zahmet’ faizi haklı kılan sebeplerden biri olarak anılmışsa da burada bu zahmet, şimdi reel ve belirli bir değer artışına karşılık geldiği için faizden hemen ayrılır. Faizde bu zahmetin karşılığı sadece muhtemel ve belirsizdir.
Başka bir ifadeyle, zahmet çekilerek biriktirilen bir borç paranın sabit getirisi olan faiz ya hayalî-sanaldır, yani gerçekleşmemiş bir kazancın karşılığıdır veya gerçekleşmiş kazanç olsa bile, bu faiz ile borç paranın kazancı arasında denge yoktur.
Vadeli satışta fiyat artışını makul ve haklı kılan başka sebepler de vardır.
Satıcının, ödeme şekline göre malın fiyatında değişiklikler yapması tamamen ekonomik bir hâdisedir. Satılan bir malın bedelini hemen tahsil etmekle daha sonra tahsil etmek arasında satıcı açısından ciddi fark vardır.
Bir malın fiyatı peşin 100 lira ise, bu bedelin sonradan ödeneceğinin ifade edilmesi satıcının satma eğilimini düşürür. Bu, arz eğrisinin sola kayması demektir. Bunun ekonomik neticesi ise doğrudan fiyat artışıdır.
Vade Farkı
Şu hâlde veresiye mal satışında vade farkı faizdeki gibi sadece zamanın fonksiyonu değil, malın kullanım faydasının fonksiyonudur.
Vade farkı; müşteri açısından, kullanımını erkene almak suretiyle malın değerinin artırılmasına karşılık gelirken; satıcı açısından ise, bir taraftan bu değer artışını sağlama katkısının karşılığı bir taraftan da vadeli satışla karşılaştığı bazı mahrumiyet, külfet, risk ve enflasyon kaybının karşılığıdır.
Vade farkının faize en çok benzeyen yönü, bu farkın vade nispetinde, yani vadeye paralel artmasıdır. Buna dayanarak, fıkhî ölçüler içerisinde vade farkına faiz hükmünü vermek mümkün olmadığı gibi, aklen de mümkün değildir.
Çünkü vade uzadıkça satıcının karşılaştığı ve vade farkına karşılık gelen mahrumiyet, külfet ve diğer riskler de aynı nispette artmaktadır.
Aynı şekilde vade uzadıkça müşterinin parasını ödemediği maldan faydalanma miktarı da artar. Artan faydanın artan fiyatla dengelenmesi adalete de uygundur.
Yani vade farkı, malın belirli, kesin ve ölçülebilir olan kullanım faydasının fonksiyonudur. Ödünç parada ise faiz; paranın dolaylı, belirsiz ve muhtemel üretkenliğinin bu üretkenlikle orantılı olmayan ve büyük ihtimalle tutmayacak olan tahminî karşılığıdır.
Vade farkı malın kullanım faydasındaki artışa karşılık geldiğine göre, vade uzadıkça kullanım faydası da artacağından aynı oranda vade farkının artması da normaldir.
Kısaca ifade etmek gerekirse, peşin veya vadeli olsun, alış-verişlerde kesin fiyat satıcı ile müşterinin îcâb ve kabûl ile üzerinde anlaştıkları fiyat olup, şartlara göre değişen bu fiyatın yüksek veya düşük olması, karşılığında mal olduğu için, hukuken onun faizle alâkasını keser.
Ayrıca, vadeli satış hâlinde bir taraftan satıcının karşılaşacağı aleyhine durumlar, alıcının da ancak bir müddet beklemek suretiyle elde edebileceği bir mala hemen sahip olabilmesi gibi sebepler, vadeli satışlardaki fiyat farkını haklı ve meşru kılar.
Faiz ve Kâr Oranları Niye Birbirine Yakındır?
Piyasada esas olan mal ticareti ve iktisadî kârlılıktır. İktisadî kârlılığın artması sermayeye olan talebi arttırır. Böylece artan kârlılık ödünç sermayenin faizini de artırır. Merkez Bankaları artan kârlılığa paralel olarak faiz oranlarını da arttırır. Tersi durumda da faizleri düşürür. Bu demektir ki piyasa faizlerini kâr oranları belirler; kâr belirleyen, faiz belirlenendir.
Katılım bankalarının vade farkını belirlerken faiz oranlarını ölçü alması bu sebeple sakıncası olmayan bir işlemdir. Esas olan mal ticareti olunca vade farkının neye göre belirlendiğinin önemi yoktur. Kaldı ki, faizleri belirleyen de iktisadî kârlılıktır.
Kâr ve faiz oranlarının birbirine yakın seyretmesinin sebebini bir misâlle anlatabiliriz:
Diyelim ki 100 liralık bir mal ihtiyacı için banka kredisine başvuran bir kişiye banka %10 kredi faizi önermiş olsun. Mevduat faizinin de %8 olduğunu, yani bankaya faizli mevduat yatıranlara da %8 faiz ödendiğini varsayalım. Bu kişinin katılım bankası alternatifini düşünmesi hâlinde, katılım bankası asla nakdî kredi vermeyecek; müşterisine ihtiyacı olan malı doğrudan kendisinin satmasını teklif edecektir. Bu durumda katılım bankasının 100 liralık mala aynı vade için 110 liradan fazla fiyat önermesi beklenmemelidir. İşlem gerçekleştiğinde katılım bankasının kârı %10 olacak ve bu kârın da %80’ini yani 8 lirasını da katılım hesabı sahibine kâr olarak verdiğinde katılım bankasının kârıyla geleneksel bankanın faiz oranı kendiliğinden birbirine yakın hattâ eşit olabilecektir.
Bu benzerliğe rağmen katılım bankalarının vadeli satış işlemini geleneksel bankaların faizli kredi işlemine benzetmek doğru değildir.
Banka faiziyle ticaret kârı arasındaki farklar, yukarda ayrıntılı ele alınmıştı. Burada şu hususları ilâve etmekle yetinelim:
Nakdî Ödünç ve Murâbaha Farkı
Katılım bankaları fiilen bir mal veya hizmet ticaretinin gerçekleşmesini sağlar, bu işlemde tam bir tüccar gibi davranır ve bizzat bir katma değer üretirken, kredi işleminde banka sadece ödünç veren durumundadır.
Ödünç vermekle mal satmak arasındaki farkı, bir çocuğun okul çantasına yiyecek koymakla o yiyeceği alacak kadar parayı onun eline vermek arasındaki farka benzetmek mümkündür. Yiyecek garantilidir, para ile ne yapılacağı ise belli değildir. Bu konuda büyüklerin davranışları küçüklerden pek farklı sayılmaz. Bu yüzden bankalar nakdî kredilerde paranın nerede kullanılacağını takip etme ihtiyacı duymaya başlamışlardır.
Geleneksel banka tarafından verilen kredinin ticarî hayata döndürüleceğinin garantisi yoktur. Döndürülse bile, bunu yapan banka değildir. Kredinin bir işte kullanımından oluşacak herhangi bir değer artışı banka adına değil, borçlu adına sağlanır. Bu değer artışının olup olmadığı, ne kadar olduğu bankayı ilgilendirmez. Olmadığı hâllerde bile önceden belirlenen faiz oranı her halükârda ödenmek zorundadır.
Bütün bunlar geleneksel bankanın işlemini “faiz” kategorisine koyarken, katılım bankalarının işlemlerini “ticaret” kategorisi içinde değerlendirmeyi gerektirmektedir.
Bankalardan nakdî kredi alanlar, bu kolay parayı tedbirsizce harcayarak verimsiz hâle getirebilirler. Hâlbuki o para, üzerindeki faiz yüküyle oldukça maliyetli hâle gelmiştir. Borçlu bunu unutur ve onu harcamaktan elde ettiği fayda ile borcun külfeti arasında dengeyi kaçırır. Katılım bankaları mal sattığından borçlunun ödeyeceği bedel ile elde kullanıma hazır maldan elde edilen fayda arasında kesin bir denge vardır. Para çarçur edilebilirken, mal dengeli ve ihtiyaç gideren bir kullanım imkânı sunar.
Banka kredisinde ödeme günü geldiğinde, elde bir şey kalmamış olabilir. Katılım bankasının sattığı mal ise hâlâ elde olabilir; hattâ dayanıklı bir mal ise zaten varlığı devam eder. Borcun ödenememesi hâlinde malın düşük fiyattan bile olsa, paraya çevrilme ihtimali vardır. Katılım bankalarının vadeli mal satışı ile geleneksel bankaların faizli ödünç işlemlerini aynı kategoride değerlendirmek, faizle ticareti aynı saymak demektir ki, Kur’ânî bakış bunu şiddetle reddeder. Zîrâ Kur’ân, faizin haram, ticaretin helâl kılındığını ilân etmiştir.
Eşitsiz bir gelir paylaşım sistemi olan faize dayanan sistemlerin istikrarsızlık ve sarsıntılı hâllerini en güzel şekilde anlatan ve faizli kredi işlemiyle mal ticaretini birbirinden ayıran Kur’ân âyeti mealen şöyledir:
“Faiz yiyenler (yani faize dayalı kuruluş veya sistemler), kendisini ancak Şeytan çarpmış kimsenin duruşu gibi –sağa sola sendeleyerek– ayakta durabilirler. Bu onların, ‘Alış-veriş de faiz gibidir.’ demeleri yüzündendir. Oysa Allah alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır. Kendisine Rabb’inden öğüt erişip faizden vazgeçen kimseye gelince, bundan önce aldığı onundur ve işi Allah’a kalmıştır. Faize tekrar dönenler ise, ateş ehli olarak orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara, 275).
Kur’ân’ın faizde ısrar edenleri ateş ehli olarak tanımlaması, onlar için ahiret cezasını ifade ettiği kadar, faizli işlemlerin ekonomide meydana getirdiği balonlaşma ve ısınmalara da işaret etmektedir. Ebedîlik ifadesinin ise, faizden vazgeçilmediği sürece, onun sebep olduğu sıkıntı ateşinin sona ermeyeceğine işaret ettiği söylenebilir.
Netice ve Son Söz
Netice olarak, Katılım bankaları hem İslâmî hem de iktisadî mânâda gerçek ticarî kuruluşlardır. Faizden arındırılmış olarak reel iktisadî faaliyetlerden kazanç elde etmeye çalışırlar. Gelir türleri kâr ve kiradır. Ortaklık ve finansal kiralamanın yanı sıra genellikle mal ticareti yaparlar. Malın zaman, mekân veya mülkiyet değişimiyle kullanım faydasını artırarak bunun karşılığında kâr elde eder ve bunu ortağı olan fon sahipleriyle paylaşırlar.
Katılım bankaları günümüzde çoğunlukla vadeli satışlarla malın zaman değerini artırırlar. Faiz oranları ile kâr oranlarının benzerliği, faiz oranlarının iktisadî kârlılığa göre belirlenmesinden ve her iki banka türünün aynı piyasa şartları içinde iş yapmasından kaynaklanır. Benzerliğe rağmen, kâr; nakdî sermayenin mala çevrilmek suretiyle gerçek bir ticaret neticesi topluma sunduğu kesin ve ölçülebilir katkısının sonucudur. Faiz ise, nakdî sermayenin maldan bağımsız olarak, topluma gerçek bir katkı olmadan da elde ettiği hayalî gelirin veya gerçek katkıda bulunduğu zamanlarda da o katkıyla orantısız ve eşitsiz paylaşılmış kazancın adıdır. Faizin olduğu yerde hem fert hem toplum seviyesinde sıkıntı ateşi kaçınılmazdır. Allah, ticaret kârını helâl, faizi haram kılmıştır. Dolayısıyla, usulüne göre işleyen ve gerçek bir mal hareketini sağlayan katılım bankalarının faizle alâkası yoktur.
* İsmail Özsoy
* Yeni ümit dergisinden alınmıştır.
Dipnotlar
⇡1 | Kredi kelimesi, nakdî borç anlamında kullanıldığı için katılım bankaları için geçerli olmayan bir kavramdır. Katılım bankaları nakdî (parasal) kredi vermez, vadeli mal satarak finans desteği sağlar. |
---|---|
⇡2 | Bakara, 2/275. |
⇡3 | Kâr ve zarar ikiz kardeş gibidir; zarar riskini göze almayan kâra hak kazanamaz. Riski göze alan kâra da hak kazanır. Hz. Peygamber (as) sahih hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: “Kazanç riskin karşılığıdır; riski üzerine alan kazancına da hak kazanır.” (Ebu Dâvûd, Buyû’, 71; Tirmizî, Buyû, 53, 65; Neseî, Buyû’, 15; İbn Mâce, Ticârât, 43) “Zararı garantilenmeyen malın kârı helal değildir.” (Ebu Dâvûd, Buyû’, 68 |
⇡4 | Altın da para kategorisinde olup, onu diğer paralardan ayıran tek özelliği, kendine has fizikî yapısıyla miktarca arzının ilâhî-tabiî sınırlamaya tâbi olmasıdır. Dünyadaki toplam altın rezervi 50 bin tonun altında, Türkiye’de ise 135 ton kadardır. Böylece altın, tüm insanlığın kabul ettiği tek evrensel gerçek para haline gelmiştir. Bu özelliği onun mal olarak kullanılmasına son derece sınır getirmekte ve onu para kategorisinde tutmayı zorunlu kılmaktadır. Altının zatî zannedilen değeri onun mal vasfından değil, kendine has özellikleri ve fizikî varlığı sayesinde evrensel kabule mazhar olmuş olan para vasfındandır. Yoksa onun son derece sınırlı miktarıyla mal olarak insanlara faydası da son derece sınırlıdır. Bu özelliği onu mal olarak görme imkânını ortadan kaldırmaktadır. Gümüş, arzının bollaşmasıyla para vasfını kaybetmiş, mala dönüşmüştür. |
⇡5 | Döviz bürolarının aldıkları komisyon bunun dışındadır. Onların aldıkları komisyon değiş-tokuş hizmetinin karşılığıdır. |
⇡6 | Bakara, 2/282 |