Bir insan, kendi temel kaynaklarını çok iyi bildikten sonra, başka kitapları okumasında bir mahzur olmasa gerek. Başka bir ifadeyle, esas kendine ait terminolojiye, kendi kıstas ve kriterlerine vâkıf olduktan; yani din nedir, iman nedir, Allah’a, peygamberlere, haşr ü neşre ait inancı nasıl olmalı sorularına kâmil bir şekilde cevap bulduktan ve Kur’ân’ı anlamada takip edeceğimiz metot iyi belirlenip tespit edildikten sonra, diğer eserlere geçebilir. İsterseniz bunu biraz daha açabiliriz:
Meselâ, pozitif ilimlerin felsefeden ayrılmadığı dönemde -ki eskiden bu ikisi müşterek mütalâa edilir ve birbirinin müteradifi lafızlarla ele alınırdı- fen, henüz araştırmalar ve pozitivist kriterler açısından günümüzde ulaştığı vuzuha ulaşamamış, ilim namına söylenen şeyler de, büyük ölçüde nazariyeler mecmuası olarak görülüyordu. Bunun karşısında felsefe ise, Necip Fazıl’ın tarifi ile, bir insanın parmak ucu kadar glikoz veya şeker ihtiyacını karşılamak için bir çuval keçiboynuzunu yemesi gibi bir şeydi.
Evet, işte böyle bir dönemde Şark’ın feylesof olarak isimlendirilebilecek müthiş insanı Hafız’ın, ulûhiyet tanımlamalarına baktığımızda, onda panteizmin etkilerini görürüz ve bu etki onda başka şeylerin çok önündedir. Yine onun düşüncesinde varlık, âdeta vahdet-i vücud telakkisine göre örgülenmiş gibidir. Dolayısıyla eğer siz, meseleyi kendi özünden öğrenip sağlam bir itikada sahip olmadan, Hafız’ın bu düşüncelerine, yine bu dönemde kaleme alınıp klasikler içinde tercüme edilen Hallac’ın “Tavâsîn”ine, Bedreddin Simavî’nin “Vâridât”ına -ki, o da kaskatı bir monizm mülâhazası içindedir ve ukûl-ü aşereciliğin olumsuz bütün neticelerine kâildir; tabiî bu hâliyle de, Efendimiz’den daha çok Hegel’e yakındır- şerh edilmemiş şekli ile Muhyiddin İbn Arabî’nin Fusûs’una ve hatta Cîlî’nin İnsan-ı Kâmil’ine müracaat ederseniz, Nesimî’nin, “Veli söylediğim hâldir / Bu ne kîldir bu ne kâldir.” dediği gibi, her biri birer duyma, birer haz, birer zevk olan bu hâlleri, birer realite olarak alır ve -hafizanallah- sapıtırsınız.
Bu açıdan, neyin öncelikli olarak okunması lâzım geldiği hususunda dengeyi çok iyi ayarlamak gerekir. Eğer siz insanlara, “Her şeyi okumayın, kafanızı karıştırmış olursunuz.” derseniz, bu yanlış olur. Çünkü başkaları okuyor ve belki kafaları da karışıyor; hâlbuki bizim insanımız kendi meselelerini onlar karşısında savunamıyor ve bir fikir kısırlığı yaşanıyor. Diğer taraftan da herkes önüne gelen her şeyi okusun dediğiniz zaman, fikirler bulanıyor ve bir kısım yanlışlara düşme ihtimali doğuyor.
Öyle ise, bu yanlışlara girmemek için evvelâ bize ait şeylerin dikkatle okunması lâzımdır. Yani önce; tefsirde, hadiste, fıkıhta, kelâmda kendi usûlümüze göre kendi düşünce dünyamızı örgülememiz ve ona tutunup her türlü derinliğe dalabileceğimiz müktesebatımız her şeye yetecek kadar zengin ve sağlam olmalıdır ki boğulmayalım. Meselâ sağlam bir akide, sağlam bir Kur’ân telakkisi ve peygamberliğe ait gerçeklerin anlatıldığı Ebû Hanife’nin Fıkh-ı Ekber’i, İmam Maturîdî’nin Tevhid’i, Eş’arî’nin Makâlât’ı, Bediüzzaman’ın Risaleler’i gibi temel kaynaklarımızı mutlaka okumalıyız. Ondan sonra istenirse Hallac’ın “Tavâsîn”inin, Sühreverdî’nin “Heyâkilü’n-Nur”unun, Cîlî’nin “İnsan-ı Kâmil”inin okunmasında zarar olmayabilir; hatta yarar bile melhuzdur.
Evet, her şey okunmalı, ancak her şeyden evvel bizim için her şey sayılan kendi kitaplarımız okunmalıdır. İşte o zaman çizgiyi korur, şirazeden çıkmaz ve Allah’ın izniyle sapıtmayız ve onlar sayesinde Şark’ın da Garb’ın da birikimlerini değerlendirebilecek bir fikrî seviyeye ulaşırız.
Biz, bugün hâlâ bu ölçüde bir fikrî olgunluğa erememiş, yüzüp gezen ve zebil olup giden bir sürü insanla karşılaşıyoruz. Onlar, saplandıkları materyalist felsefe ile sabah bir cereyana takılıp onun arkasından koşuyorlar; akşam ayrı bir hezeyanın dümen suyuna giriyor ve sürekli mihrap değiştirip duruyorlar. Maalesef bu hâl, bizim neslimizin bir tali’sizliğidir; onlar, Kur’ânî hakikatlere hep ön yargılarla yaklaşmış ve hiçbir zaman da işin hakikatini öğrenme lüzumu duymamışlardır. Sadece bir kısım müsteşriklerin ve onların dümen suyundaki kimselerin, kendilerince bir altından bir üstünden kopararak, püf nokta deyip -ki, hâşâ ne Kur’ân’ın, ne Sünnet’in, ne de onların şerhleri içinde püf nokta yoktur- neşretmek suretiyle zihin bulandırdıkları şeyleri okumuş; okumuş ve onlarla bizim insanımızın karşısına çıkıp demagoji yapmışlardır. Aslında diyalektik türünden bu kabîl şeylerin, şimdiye kadar belki elli defa cevabı verilmiş. Onların bu hâlini Âkif’in şu sözleri ne güzel ifade eder:
Şark’a bakmaz, Garb’ı bilmez, görgüden yok vâyesi
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi.
Kaynak: Yol Mülahazaları, “Felsefe ve Okunacak Kitaplar“