Dünyadaki kötülüklerin dinî, itikadî ve felsefî açıdan işin içinden çıkılmaz bir problem haline getirilmesinin önemli bir sebebi de, sınırlı ve az bir bilgiye sahip olan insanoğlunun, sonsuz ilim, kudret ve irade sahibi bir Yaratıcının icraatları hakkında nihai ve kesin hükümler vermeye cür’et etmesidir. Oysaki varlık, yaratılış ve olaylar hakkında bildiklerimiz, bilmediklerimize nispetle denizde damla gibidir. Aklın, özellikle insan-varlık ve Allah arasındaki ilişki, dünya-ahiret münasebeti ve kader sırrı gibi imana ait konular hakkında tek başına kesin izahlar getirmesi mümkün değildir. “Size sadece az bir ilim verilmiştir” (el-İsrâ, 17/85) ayeti de insan bilgisinin sınırlılığına işaret eder. İşte bu sebepledir ki salt akılla, materyalist ve pozitivist mülahazalarla yola çıkanlar bu denizde boğulmuşlardır.
Öte yandan herhangi bir şeyin işe yararlılığı, işlevselliği, fayda ve zararı, iyilik ve kötülüğü hakkında isabetli bir değerlendirme yapmak isteyen insanın; onun niçin yapıldığını, gaye ve hedefinin ne olduğunu bilmesi gerekir. Mesela askerlik hakkında hiçbir bilgisi olmayan bir kimse komando eğitiminin yapıldığı bir kışlaya giderek askerlerin zorlu ve ağır antrenmanlarına şahit olsa, komutanların askerlere eziyet verdiğini, hatta işkence yaptığını düşünür. Aynı şekilde spor salonuna giden bir kimse vücut geliştirmek için ağır tempoda çalışan sporcuların ne yaptıklarını ve hedeflerini bilmese, onların kendilerine işkence yaptıklarını zanneder.
Aynen bu misallerde olduğu gibi eşya ve olayların iyilik ve kötülüğü hakkında isabetli değerlendirmeler yapabilmek de Allah’ın varlık âlemini yaratmadaki nihai maksadına vâkıf olmayı gerektirir. Fakat insanoğlu sınırlı imkânlarıyla hiçbir zaman buna bütünüyle muttali olamayacağı için, konu etrafında yapılan değerlendirmeler her zaman tartışmaya açık kalacaktır.
Bu itibarladır ki bizim kötülük problemini yakinî ve bürhanî bir tarzda çözmemiz çok zordur. Yani kötülüklerin yaratılmasının, zulüm ve vahşetlere müsaade edilmesinin arkasında yatan hikmetleri bütünüyle kavrayamayız. İlahî isimlerin nasıl tecelli ettikleri veya kader ve şer ilişkisinin nasıl gerçekleştiği konusunda konuyu akla yaklaştıran önemli açıklamalarımız olsa da bunları rasyonel olarak temellendiremeyiz. Bu sebeple kötülüklerin varlığına dair ne kadar makul açıklamalar getirirsek getirelim, ortaya koyduğumuz argümanlar mutlak ve bağlayıcı olmayacaktır. Beş duyu organıyla kavradığımız maddî varlıklar hakkındaki bilgilerimiz dahi oldukça sınırlıyken, metafizik âlemlerle sıkı irtibatı olan böyle kompleks bir meselenin bütün boyutlarıyla çözümü mümkün değildir. Böyle olsaydı konu etrafındaki tartışmalar asırlardır devam edip gitmezdi.
Gizem ve sırlarla dolu bir âlemde yaşayan insanoğlunun ilahî hikmete dair her şeyi anlama gibi bir vazifesi olmadığı gibi, böyle bir şey mümkün de değildir. Kur’an’ın naklettiği Hz. Musa ile Hz. Hızır kıssası da bir açıdan bu gerçeği ifade eder. Bilgi ve aklımızın sınırlarını gösterir. Olayların, rasyonel çıkarımlarımızı aşan boyutları olabileceğine, bu sebeple zahire göre hüküm vermenin bizi yanlış neticelere götürebileceğine işaret eder.
Dolayısıyla kötülük problemi etrafında da salt akıl yoluyla çözümü mümkün olmayan bazı sırlar kalabilir. Sırf bundan ötürü Allah’ın varlığı ve birliği hakkında şüpheye düşmek veya O’nun kemal sıfatlarına uygun olmayan düşüncelere kapılmak hiçbir şekilde makul görülemez. Bunlar iman problemine sebep olacak ölçüde açmaz ve çıkmazlar değildir. Çünkü kemal sıfatlarıyla muttasıf bir Yaratıcının varlığı ile kötülükler arasında çelişki görmek tamamıyla “bakış açısı” ve “yorumla” ilgili bir meseledir. “İyi ve güçlü bir ilahın şerleri önlemesi gerektiği” ön kabulüne dayanır. Oysa böyle bir varsayımın doğruluğunu ispatlayan hiçbir delile sahip değiliz.
Hiç şüphesiz bu meselenin tevhide, imana ve imtihana bakan yönleri vardır. Bu sebepledir ki kötülük problemiyle ilgili İslâm ulemasının Kur’an ve Sünnet naslarından hareketle ortaya koydukları izahlar; filozofların, çoğu zan ve tahminden öte geçmeyen izahlarına nazaran çok daha tutarlı ve tatminkârdır. Konu etrafında önemli görüşler ortaya koyan Kant da bu problemin, felsefe ve aklın imkânları içerisinde çözümünün mümkün olmadığını itiraf etmiştir. Aynı şekilde İbn Sina, varlığı bütünüyle kavramaya gücünün yetmeyeceği gerekçesiyle insanın, ilahî hikmetin künhüne vâkıf olamayacağını düşünmüştür. Dolayısıyla imtihan sırrını ve ahiretin varlığını hesaba katmadığımız takdirde, şer konusunda öne sürülen pek çok soruyu akıl ve mantık açısından objektif bir şekilde çözüme kavuşturmak mümkün olmayacaktır.
Bediüzzaman Said Nursî’nin şu tespiti de bu gerçeğe işaret eder: “Masum bir insana veya hayvanlara gelen felaket ve musibetlerde, beşer fehminin anlayamadığı bazı sebepler ve hikmetler vardır.” [1]Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye, s. 65 Şu izahlar da aynı noktaya işaret eder:
“Kötülüğün kaynağı ve dünyadaki yeri, kimsenin dibini göremediği derin ve karanlık bir kuyu gibidir. Kötülük problemi de onu iyi niyetle çözmeye çalışanların önünde bir kördüğüm arz etmektedir.”[2]Necip Taylan, Düşünce Tarihinde Tanrı Sorunu, s. 256
Ne var ki Allah’ın kötülükleri niçin yarattığı veya bunlara niye müsaade ettiğiyle ilgili kesin ve bağlayıcı çözümler ortaya koyamamamız, bu konuda hiçbir görüş ve açıklamamızın olmadığı anlamına gelmez. Bu konuda vahiy bilgisinden ve aklî istidlallerden yola çıkarak her zaman ikna edici ve akla kapı aralayıcı izahlar getirmek mümkündür ve nitekim getirilmiştir. Mesela kötülüklerin, kudret ve iyilik sahibi bir Yaratıcının varlığıyla hiçbir şekilde çelişmediğini bunların altında yatan bir kısım hayır ve güzelliklere bakarak anlayabiliriz. Dünyada kötülüklerin var olmasının önemli hikmetleri bulunduğunu kavrayabiliriz. En azından kötülüklerin izahı karşısında aciz kaldığımız yerlerde, kötümserlik ve nihilizme kapılmak yerine, Allah hakkındaki bilgimiz sayesinde meseleyi ilahî hikmet ve adalete havale edebiliriz. Esasında bizim için önemli olan da bu gibi konulardır.
Âlimler, dünyada niçin hayır ve güzelliklerin yanında şer ve çirkinliklerin de bulunduğuna dair muhtelif cevaplar vermişlerdir. Esasında Kur’an da bela ve musibetlerin varlığını tek bir sebebe bağlamaz; insanın terbiye edilmesi, kötülerin cezalandırılması, iyilerle kötülerin birbirinden ayrılması gibi farklı farklı açıklamalar yapar. Dolayısıyla kötülük meselesi etrafında yapılan izahları tek tek ele aldığımızda, bunların her biri bir kısım sorulara cevap vermiş olsa da daha başka soruları cevapsız bırakmıştır. Bizim burada yapacağımız izahlar da tek tek ele alındığında bunların her birine farklı açılardan itirazlar yöneltmek mümkündür. Fakat bu cevapların tamamı göz önünde bulundurulduğunda okuyucuya genel bir fikir verecek ve zihindeki şüphe ve tereddütleri büyük oranda giderecektir.
Kötülük problemi etrafında konuşmanın dinî bir sakıncası var mıdır?
Yeryüzündeki acılar, zulümler, felaketler ve kötülükler hakkında konuşmak mutlak anlamda mahzurlu olmasa da bunun dinî açıdan bazı riskli yönleri vardır. Çünkü mesele, bütünüyle Allah’ın isim ve sıfatlarıyla, icraat ve tasarruflarıyla ilgilidir. Bu alanda imal-i fikir eden, sorular soran veya izahlar getirmeye çalışan bir insan, ağzından çıkan sözlere dikkat etmediği takdirde tehlikeli alanlarda dolaşabilir. Hiç farkına varmadan -haşa- kendini Tanrı yerine koyarak O’nun adına kesip biçebilir. Kur’an’ın, Allah’ın yaptıklarından ötürü sorgulanamayacağı şeklindeki açık beyanına (el-Enbiya, 21/23) muhalif bir tavır takınabilir. “Şöyle olamaz mıydı, böyle olamaz mıydı?” gibi bir kısım farazi çıkarımlarıyla yaratma ve fiillerinde -haşa- Allah’ı itham edici bir yola girebilir. İnsanlığın maruz kaldığı acı ve kederler karşısında kaderi tenkit edebilir. Her şeyi anlama iddiasıyla uluhiyet ve rububiyet hakikatine dair boyunu aşkın sözler söyleyebilir. Sırf merak saikiyle faydasız tartışmalar başlatarak safi zihinleri bulandırabilir.
O halde dünyadaki kötülükleri düşünmeyecek ve konu etrafında konuşmayacak mıyız? Öncelikle ifade etmek gerekir ki çoğu durumda bu, insanın elinde olan bir şey değildir. Çünkü insan olmamız hasebiyle hepimiz, etrafımızda cereyan eden kötülükler karşısında müteessir olabilir ve bunların hikmetlerini anlamaya çalışabiliriz. Hastalıkların, savaşların, zulümlerin, felaketlerin mülk cihetine bakan maddî ve zahirî sebepleri yanında, melekût cihetine bakan manevî ve bâtınî sebeplerini merak edebiliriz. Sadece olgusal gerçekliklerle yetinmeyerek, olan biten hâdiselerin metafizik açıklamalarına ihtiyaç duyabilir, bunlarla teselli olabiliriz. Bu yüzden de yaşanan sıkıntı ve zorluklar karşısında bir açıklama ve anlam bulma kastıyla “Neden?” sorusunu sorabiliriz.
Daha da önemlisi, birilerinin bu problemi ateizm adına güçlü bir dayanak hâline getirmeye çalıştığı bir dönemde bu konuda sessiz kalınamaz. İmam Gazzali’nin yaklaşımıyla, bu gibi şüphelerden uzak bir şekilde teslimiyet ve tevekkül içerisinde bir hayat yaşayan insanlara bu tür tartışmalı kelamî meselelerden bahsetmek doğru olmasa da; halihazırdaki şüphe ve tereddütlerin zihinlerden izale edilmesi ve dine yönelik sorulara ikna edici cevapların verilmesi önemli bir dinî vazifedir. Yeryüzünde irtikâp edilen korkunç zulüm ve kötülüklere Allah’ın nasıl olup da müsaade ettiği, kullarını niçin eşit şartlarda imtihana tâbi tutmadığı veya hangi gerekçeyle tâbi afetlerde binlerce masum insanın vefat ettiği gibi sorular karşısında gençlerin ateizm ve deizme yöneldiği veya şüphelere kapıldığı bir dönemde mutlaka bu gibi meselelere makul cevaplar sunulması gerekir.
Dolayısıyla burada önemli olan, hangi maksatla teodise konusuna girildiği ve bunun nasıl bir yöntem ve üslupla ele alındığıdır. Olup biten hâdiseler arkasında işleyen ilâhî hikmeti ve ilahî adaleti görmeye ve göstermeye çalışmak çok önemlidir. Zira Allah, Hakîm’dir. Bize düşen de O’nun icraatları arkasında yatan hikmetleri anlamaya çalışmak ve hakkıyla O’na kulluk etmektir. Fakat ef’al-i ilâhiyeyi beşeri standartlara göre yargılama veya sorgulama sayılabilecek yaklaşımları tecviz etmek mümkün değildir. Böyle bir yaklaşım, insanın aklını Allah’ın icraatına hakem kılması manasına gelir. Bir teolojik problemi çözme adına ortaya konulan gayretler, yeni ve daha büyük problemlere sebep olmamalıdır.
Giriş kısmını fazla uzattığımızın farkındayız. Maksadımız meselenin doğru bir zemine oturtulmasını ve zihinlerin hazırlanmasını sağlamaktı. İnşallah bir sonraki yazıda kötülük olarak algılanan varlık veya olayların nasıl izah edileceğine dair açıklamalara geçeceğiz.
Dipnotlar