Haklar, temel İslâm eserlerinde işlenilen konulara göre çok değişik sınıflandırmalara tabi tutulmuştur. Mesela, İslâm Hukuku (Fıkıh) ilminde haklar bölümlere ayrılmış ve şöyle denilmiştir:
- Tamamıyla Allah hakkı kabul edilen insan fiilleridir ki; bunun içerisine şu konular girer: Namaz, oruç, zekât-sadaka, savaş ve barışı kapsayan cihad (barış, İslâm devletinin gayr-i müslim vatandaşlarla malî ve diğer ilişkilerini içine alır) ve son olarak hac ibadeti.
- Tamamıyla kul hakkı sayılan fiiller.
Tamamıyla kul hakkı olan fiiller şu şekilde sayılmıştır:
A. Hayatta olanların fiilleri:
- a) Evlenme ve boşanma (münakehat)
- b) Medeni ve ticari ilişkiler (muamelat)
- c) Suçlar (ukubat)
B. Hayatta olmayanların fiilleri, yani mirasla ilgili hususlar (feraiz).
C. Öşür vergisi gibi içinde hem Allah hakkı hem de kul hakkı olan fiiller.
Burada İslâm Hukukçusu Abdülkerim Zeydan’ın hakları ele alırken yaptığı tasnifi ve bu tasnifteki şu dört kısmı ele almak istiyoruz:
1-Allah Hakları (Hukukullah):
Kelime anlamı itibariyle Allah hakkı, Allah Tealâ’nın hukuku demektir. Hukukullah’ı oluşturan unsurların başında, O’na gerçek anlamda, hakkıyya iman etmek ve küfürden/şirkten mutlak surette sakınmak gelir.
Bu haklara “Allah Hakkı” denilmesinin sebebi, Yüce Yaratıcı’nın herhangi bir haktan istifade ettiği anlamında değildir. Bu sahayı oluşturan yükümlülükler sadece Allah Teâlâ için yerine getirildiğindendir. Mesela içinde hiçbir şek-şüphe gölgesi taşımayan iman, yalnız O’nun içindir. Aynı şekilde namazı yalnız O’nun rızası için kılar, hacca yalnız O’nun hoşnutluğuna ulaşmak için gideriz.
Her ne kadar oruç, zekât gibi bir takım ibadetlerin, “hukuku’l-ibad” ile ilgili boyutları mevcut ise de bunları sadece bu sınıfta görmemizi engelleyen önemli bir nokta vardır: Bu ibadetler yerine getirilmediği zaman öncelikle Yüce Allah’a mahsus bir ibadeti aksatmış olmaktan dolayı günaha girme söz konusu olur.
Bir diğer fark da şudur: Hukukullah sahasını oluşturan ibadetlerin yerine getirilmesi konusunda ortaya çıkacak herhangi bir ihmal veya kusur, samimi bir şekilde tövbe edildiği takdirde Yüce Allah tarafından bağışlanır. Hatta âyet ve hadislerden öğrendiğimize göre, böyle bir kimse tevbesiz olarak ölmüş bulunsa dahi, Yüce Allah dilerse onu da bağışlar. Ancak “hukuku’l-ibad” ile ilgili en küçük bir ihmal söz konusu olduğunda ortaya çıkan vebalin bağışlanması, hak sahibi olan kimsenin rızasının ve helâlliğinin alınmasına bağlıdır.
Hukukullah’ı oluşturan sorumluluklar yerine getirildiği zaman, bunun ortaya çıkaracağı olumlu sonuçlar sadece belli şahıslara değil, bütün insanlığa, hatta bütün varlıklara yansır. Zira hukukullah sahasını oluşturan ibadetler, insanı kemale erdirme özelliğine sahiptir. Kişi ibadetlerini hakkıyla eda ettiği sürece takvası artacak, ahlâkı güzelleşecek ve ruhu olgunlaşacaktır. Elbette böyle bir insanın bütün insanlığa, hatta bütün varlıklara vereceği pek çok şey olacaktır.
Burada şunu da ilave edebiliriz. Allah hakkına riayet eden insan, az çok murad-ı ilâhîden haberdar olan insandır, denebilir. Yani Allah’ı bilen ve onun hatırını sayan insan O’nun mahlûkatının hatırını da sayar. Zira mahlûkatı yaratan ve insanı eşref-i mahlûkat olarak anlatan Yaratıcı, o insanı başıboş bırakmamış; gönderdiği kitap ve şanlı Resûlleriyle onların kul haklarına karşı dikkatli olmalarını istemiştir. Bu da bize şunu gösteriyor: “Allah’ın hakkına dikkat eden insan, şayet bunda samimi ise O’nun toplumun huzur ve selameti için emir buyurduğu hak ve hukuklara da riayet edecektir. Aksi bir durumda, yani kişi hem Allah hakkına dikkat ediyor, hem de “Kul hakkı da neymiş?” diyorsa bu onun samimi olmadığının bir ifadesi olarak değerlendirilebilir.
2-Kul Hakları (Hukuk-u İbad):
Bu kategori, menfaati yalnız belli bir şahsa veya gruba mahsus olan hukuktan oluşur. Diyetten doğan alacak, borcun geri alınması veya gasbedilen bir malın iadesi böyledir. Böyle durumlarda hakkın yerine getirilmesi yalnızca hak sahibine yönelik bir menfaat sağlar.
Bu söylediklerimiz, kul hakları sınıfına giren haklardan sadece “maddî” olanları anlatır. Bunlar dışında kul hakkı sınıfına giren bir kısım haklar daha vardır ki, bunları “manevî” haklar olarak isimlendirebiliriz. Ana-baba hakkı, eşlerin birbirleri ve çocukların ebeveyn üzerindeki hakları, komşu hakkı, akraba hakkı, arkadaş hakkı, fakirin zengin üzerindeki hakkı, işçi-işveren hakkı, yönetilenin yönetici üzerindeki hakkı, kamu hakkı… gibi haklar bu sınıfa girer. Bunları kısaca müminlerin birbirleri üzerindeki hakları olarak ifade edebiliriz.
Maddî kul hakları çiğnendiği zaman, hakkı çiğnenen kişi yetkili makamlara başvurarak hakkını arar. Adalet mekanizmasının düzgün işlediği ortamlarda bu türlü hakları geri almak kolaydır. Böyle olduğu için, başkasının hakkını yemeye meyilli olanlar, normal şartlar altında buna kolay kolay cesaret edemezler. Zira sonunda gasbettiği hakkı zorla geri ödeme durumu yanında, toplum nezdinde itibar kaybı da söz konusu olacaktır.
Manevî kul hakları ise böyle değildir. Dedikodu, gıybet, iftira, hakaret… gibi telafisi maddî bir karşılık ödenerek yerine getirilemeyen haklar konusunda daha bir hassasiyet göstermek gerekir. Zira bu gibi manevî hakların ihlali hem daha yaygındır hem de sonucu ahirette ilâhi huzurda rüsvaylık ve azap olacaktır.
Maddî olsun manevî olsun, herhangi bir kul hakkının ihlali durumunda, yapılacak iki şey vardır: Hak sahibine hakkını iade ederek kendisinden helâllik almak ve Cenâb-ı Hakk’a tövbe etmek. Yüce Allah dilediği kimselerin şirk dışındaki bütün günahlarını bağışlayabileceğini haber verdiği hâlde (Nisa, 4/116), kul haklarına karışmamaktadır.
Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz bu hassas nokta hakkında son derece çarpıcı bir şekilde şöyle ifade buyurmuştur:
“Kaçmayarak, yalnız Allah’tan sevap bekleyip sabrederek düşmana karşı durduğun hâlde öldürülürsen, (elde ettiğin şehitlik mertebesi) senin bütün günahlarına keffaret olur. Yalnız, (ödemediğin) borçların müstesna. Bunu bana Cibril söyledi.”
3- Allah hakkı ile kul hakkının bir araya geldiği ve Allah hakkının gâlib olduğu haklar:
Meselâ, bir kişiye zina iftirasında bulunma cezası gibi. Bu, bir yandan kişilerin namus ve şahsiyetleriyle ilgili olduğu ve toplum içerisinde fuhuş ve fesadın yayılmasına neden olduğu için Allah hakkıdır; diğer yandan kişilerin iffet ve şerefini ilgilendirdiği için kul hakkı grubuna girmektedir. Ancak burada Allah hakkı kul hakkına daha galib geldiğinden kulun bu cezayı affetme yetkisi yoktur.
4- Her iki hakkın bir arada toplandığı ve kul hakkının gâlib olduğu haklar:
Mesela kasıtlı olarak birini öldüren katilden kısas almak gibi. Bu ceza bir yandan insan hayatını koruduğu ve toplumun emniyet ve sükûnunu sağlamaya yönelik olduğu için Allah hakkıdır; diğer yandan maktülün (öldürülenin) akrabalarının öfkelerini dindirdiği ve katile karşı kin ve düşmanlık duygularını söndürdüğü için özel bir haktır ve kula aittir. Ancak bu suçun öldürülen ve akrabalarıyla olan ilgisi toplumla olan ilgisinden daha açık ve daha yakın olduğundan, buna terettüb eden kısasta kul hakkı daha galib kabul edilmiş, dolayısıyla bu haktan vazgeçip geçmeme, yani katili bağışlayıp bağışlamama yetkisi öldürülenin velilerine (akrabalarına) verilmiştir.”
Bunların yanı sıra Allah Tealâ’nın, Allah Resûlü’nün ve diğer bütün mükelleflerin hukukunun bir arada bulunduğu hakların da olduğu belirtilmiştir. Mesela her üç hukuku bir arada ifade etmesi dolayısıyla “ezan” böyledir. Ezanda Allah Tealâ’nın hakkı, tekbir cümlelerinin söylenmesi ve O’nun birliğine şahitlik edilmesidir. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in hakkı, O’nun peygamberliğine şahitlik edilmesidir. Diğer kulların hakkı ise, namaz vaktinin girdiğinin kendilerine bildirilmesi ve cemaate çağrılmalarıdır.
Kaynak: Kul Hakkı, Ahmet Kerem Sever