رَبِّ هَبْ لٖي حُكْماً وَاَلْحِقْنٖي بِالصَّالِحٖينَۙ (٨٣) وَاجْعَلْ لٖي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْاٰخِرٖينَۙ (٨٤) وَاجْعَلْنٖي مِنْ وَرَثَةِ جَنَّةِ النَّعٖيمِۙ (٨٥) وَاغْفِرْ لِاَبٖٓي اِنَّهُ كَانَ مِنَ الضَّٓالّٖينَۙ (٨٦) وَلَا تُخْزِنٖي يَوْمَ يُبْعَثُونَۙ (٨٧) يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَۙ (٨٨) اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلٖيمٍؕ (٨٩)
“Ey Rabbim! Bana hikmet ver ve beni sâlihler arasına ilhak eyle. Sonradan gelenler arasında beni yâd-ı cemîl yap ve “Naîm” cennetine vâris olanlardan kıl. Babamı da bağışla o şüphesiz sapıklardandır. İnsanların diriltileceği gün, Allah’a selim bir kalple gelenden başka kimseye malın ve oğulların fayda vermeyeceği gün, beni rezil etme!” (Şuara, 26/83-89).
Selim “Selime”den gelir. İslâm kelimesiyle aynı köktendir. Lügat manâsı itibariyle kalb-i selim, hastalıksız ve arızasız kalb demektir. Daha has manada ise o, İslâm’dan başka her şeye kapalı olan kalbdir.
Kalb-i selim sahibi olmak, Kur’an’da bir mü’min adına ortaya konan vasıfları yaşamaktır. Bu tarif umumidir ve her şeyi içine alır mahiyettedir. Hz. Aişe validemize sorarlar: “Allah Rasûlü’nün ahlakı nasıldı?” Cevap verir: “Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz?” “Okuyoruz”, derler. Ve sözüne devam eder: “O’nun ahlakı Kuran’dı.” (Müslim, müsafirûn 139; İbn Mâce, ahkâm 14; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/91.)
Evet, Kur’an, evvelâ Resûlullah (as) kendi hayatını ona göre düzenlesin, tanzim etsin diye indirilmiş bir kitaptır. Daha sonra da imam nasıl yapıyorsa arkadaki cemaat da öyle yapacak ve bütün Ümmet-i Muhammed düşüncelerini, tasavvurlarını hayat ve ahlâkını ona göre tanzim edecektir. Bir de biz, selim kalbi, daha ziyade insanlara zarar veren şeylerden salim olan kalb olarak düşünürüz. Çünkü bir hadiste “El-Müslimu, men selimel müslimûne min lisânihi ve yedihi” “Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kişidir.” (Buhârî, îmân 4, 5; Müslim, îmân 64-65) buyurulmaktadır. Bu biraz hususi, fakat enfes bir tariftir. Müslüman, eliyle ve diliyle kimseye zarar vermeyecektir.
“Kalb-i Selim”, Kur’an-ı Kerim’de iki yerde geçer. (Şuarâ sûresi, 26/89; Sâffât sûresi, 37/84.) İkisi de Hz.İbrahim ile alâkalıdır.
Hz.İbrahim kavminin ve bilhassa babası Azer’in dalaleti ve sapıklığı karşısında iki büklümdür ve ızdırap içinde kıvranmaktadır. Bunun böyle olması gayet tabii ve fıtridir. Zira her insanda cibilli olarak, yakın çevresine karşı bir sevgi ve alâka vardır. Hele bu çevre daraldıkça sevgi ve alâka daha bir artmaktadır. Hiçbir sâlih evlad babasını sapıklık içinde görmek istemez, istemek bir yana, onun sapıklığı sâlih evladı her şeyden daha çok üzer ve dilgir eder. Hele bu Hz.İbrahim gibi şefkatin doruk noktasında bir peygamber ise; Onun ızdırabı herkesten fazla olur. İşte Hz.İbrahim böyle ızdıraptan iki büklüm bulunmaktadır.
Bir gün yine, içinde babasının da bulunduğu bir topluluğa tevhid dersi vermekte ve onları hak dine davet etmektedir. Ancak kavmi ve babası ona karşı diretir, onun davetine icâbet etmez. Atalarının dini üzere olduklarını söylerler. Bu hemen her devirde, gerçeğe inanmayan insanların mazeretler veya dayanakları olmuştur. İşte böyle bir manzara karşısında Hz. İbrahim ellerini kaldırır ve Rabbine şöyle yalvarıp yakarır:
“Ey Rabbim! Bana hikmet ver ve beni sâlihler arasına ilhak eyle. Sonradan gelenler arasında beni yâd-ı cemîl yap ve “Naîm” cennetine vâris olanlardan kıl. Babamı da bağışla o şüphesiz sapıklardandır. İnsanların diriltileceği gün, Allah’a selim bir kalple gelenden başka kimseye malın ve oğulların fayda vermeyeceği gün, beni rezil etme!” (Şuara, 26/83-89).
Hz.İbrahim selim bir kalbe sahipti. “Nitekim Rabbine selim bir kalple geldi” (Saffat, 37/84) âyeti bize bu hakikatı anlatmaktadır. Ve O, ahirette insana ancak selim bir kalbin fayda vereceğini söylüyordu. Yani küfrün hakim olduğu bir kalbin, selamete ermesi kat’iyyen düşünülemezdi. Kafir olan kimsenin evladı Hz.İbrahim (as) bile olsa, eğer onun kalbine küfür hâkimse, Hz. İbrahim de olsa ona bir yararı dokunmayacaktır. Evet, O İbrahim Halilullah ki, pek çok Peygamberin babasıdır ve ihraz ettiği makam itibariyle, âhir zamanda gelecek, en büyük Nebi, Nebiler Sultanının, “ben ona benziyorum” diyerek iftihar ettiği bir insandır.
İşte bu Zatın babası Azer’in kalbi küfürle doludur ve O’nun babasına hiçbir yararı olamamaktadır. Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Hz. İbrahim ahirette de aynı ızdırapla kıvranacak ve babasını ayaklarının dibinde görecek, “Rabbim! Ne olur bu benim babam!” diyecek… Fakat Allah, Azer’i meshederek, Hz.İbrahim’in içindeki alâka ve sevgiyi silecek ve ona babasını unutturacak. Böylece “Halîlim, Dostum” dediği ve rahmetinin bağrına bastığı İbrahim’ine değişik bir buudda rahmetiyle tecelli edecek.
Mes’eleye bu zâviyeden bakınca kalb-i selimin ne demek olduğunu daha iyi anlamış oluruz. Kalb-i selimin, evvelâ küfürden, tereddütten, şirkten salim olması lâzımdır. İçinde küfrün kol gezdiği bir kalp ne kadar insanca davranışlar içinde de bulunsa selim olamaz. Günümüzde çok hümanistler var, “Benim kalbim temiz, zira ben insanları çok seviyorum, hep onlar için hayra koşuyorum.”diyorlar, ama boştur; çünkü inkâr içindeki bir kalb kat’iyyen selim ve salim olamaz. Çünkü o kainatın sahibini inkâr etmekte ve kalbi küfür içinde bulunmaktadır. Aslında insânî değerlere saygılı olmak çok önemlidir. Ancak hem o değerleri gerçek yüzleriyle idrak hem de bu idrakin sürekliliği, insanın insanlığının esası olan îmâna bağlıdır. Îmân olmayınca bütün iyilikler, güzellikler, fazîletler ya yalan veya süreksizdir. Dolayısıyla da değersizdir.
Hem, nasıl bir insan memleketine, hatta insanlığa çok faydalı bazı hizmetlerde bulunsa; fakat o memleketi idare edenleri ve o memlekettin kanununu, nizamını tanımayacağını söylese, zannediyorum böyle biri hemen derdest edilir ve cezalandırılır. Daha önceki faydalı işleri, hizmetleri hiç nazara alınmaz. Öyle de, Kâinatın Sâhip ve Mâliki’ni tanımayan bir insan, vatan ve milletine ne kadar faydalı olursa olsun, âhirette derdest edilip cezalandırılır ve yaptıkları ona hiçbir fayda getirmez.
Siz Ebu Talib’e bakın ki, Efendimizi (asv) ta çocukluğundan itibaren yanına aldı, 48 sene himaye etti.. Ve hep O’na arka çıktı. Kimseyi O’na dokundurtmadı. Ama buna rağmen, îmân etmediği için O İlâhî teminatı kazanamadı. Hatta Ebu Bekir, başı bir kuşun tüyleri gibi kıvırcık kıvırcık bembeyaz olmuş, babası Ebu Kuhafe’yi alıp, Efendimizin huzuruna getirdiğinde Ebu Kuhafe Efendimiz’in dizlerinin dibine oturmuş, geç de olsa oğlunun girdiği nurlu yola girmiş ve Müslüman olmuştu. Bunun üzerine de Hz.Ebu Bekir ağlamaya başlamış ve Rasulullah (sav) de: “Niçin ağlıyorsun, baban hidayete erdi ya” diye sormuştu. Hz.Ebu Bekir’in cevabı da şu olmuştu: “Ya Rasulallah! Babamın yerine şu kelime-i tevhidi söyleyenin Ebu Talib olmasını ne kadar arzu ederdim!” (et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 9/40; İbn Hacer, el-İsâbe 7/237-240)
Çünkü Ebu Talib Efendimiz’i (sav) himaye edenlerin başında idi, O’nu bağrına basmış ve: “Git, bildiğini yap, ben sağ olduğum müddetçe Sana kimseyi dokundurmam.” demişti. Ayrıca çocuklarından Haydar-ı Kerrar Hz.Ali’yi ve Mute’nin kahramanı Cafer’i Efendimiz’in (sav) emrine vermiş, vermiş ve onları en emin ele teslim etmişti. Ama, bütün bunların Ebu Talib’e bir faydası dokunacak mıydı? İşte bütün mesele burada! Eğer îmânla gitmişse, evet. Şayet îmânla gitmemişse, o zaman işi çok zor ve kurtuluşu mümkün değil.
Bu manâda kalb selimliği çok önemli bir husustur. İnsanlar birçok iyilik yapabilir; civanmert davranabilirler. Fakat evvelâ kalbin şirkten, küfürden ve dalâletten kurtulması gerekir.
İkincisi ise, o kalbin İslâmiyet ile mamur ve Kur’an ahlâkı ile donanmış olması lazımdır. Şayet, kalb Kur’an’ın tarif buyurduğu ve teklif ettiği ahlâk ile mamur değilse, o kalb selim değildir.
Bütün bunlardan sonra Efendimiz’in (sav) yüce ahlâk ve ulvî seciyeleri de kalb-i selimin tezahürleridir. Bir insan ahlâkını Efendimizin ahlâkına uydurduğu ölçüde selim kalbe sahip sayılır. Aksine kendi kendini aldatmış olur. Ümid ediyoruz ve Rabbimiz’den niyaz ediyoruz ki bizi onun yüce ahlâkıyla serfiraz kılsın.
Bugün, İslâmiyet’e hizmet eden mü’minler, öyle ümit ediyoruz ki -İnşaallah- ellerinden geldiğince ibadet-ü taatta bulunmakta ve onunla gönüllerini mamur kılmaya çalışmaktadırlar. Aynı zamanda insanların dünyevî ve uhrevî saadetlerini temin maksadına matuf olarak da çok defa kendi maddi-mânevî füyûzat hislerinden fedakarlıkta bulunmakta ve kendi yaşama zevklerini, yaşama hazlarını bir tarafa iterek başkalarını yaşatma, onları mesud etme arzu ve iştiyakıyla gerilime geçmekte ve küheylanlar gibi koşmaktadırlar. Bir yerde bir araya geliyorlarsa, bu sadece ve sadece hizmet düşüncesini, hizmet azmini kuvvetlendirmeye matuftur. Gerçekten kulak verip onların heyecanlarını dinlediğiniz zaman, sînelerinin “ilâ-i kelimetullah”mülâhazasıyla attığını duyacak ve bunların o -va’dedilen zatlar olduklarını- anlayacak ve hissedeceksiniz. Müslümanlık bu fedakar ruhlarla her zaman iftihar edecektir. Zira onlar gelecek adına dirilişimizi tekeffül etmiş, desteklemiş ve omuz vermiş gerçek müminlerdir. Ve işte bunlar, selim ve salim kalb sahibi insanlardır.
Selim ve salim kalb mevzuu çok mühimdir, çünkü Kur’an âyetleri onu mal ve evladın karşısına koymuş ve: “Mal ve evlad fayda vermez, o gün ancak kalb-i selim fayda verir” (Şuarâ sûresi, 26/88-89.) buyurmuştur.
Sanma ki ey hace senden sim-ü zer isterler,
Yevme lâ yenfe’uda kalb-i selim isterler.
İyi yaşamış mısın? İyi ölmüş müsün? İyi dirilebilecek misin? Liva-ül hamdin yolunu bulabilecek misin? Kevser’in başına ulaşabilecek misin? Efendimiz seni uzaktan görüp, tanıyacak mı? Senin ahiretteki durumun, bu sorulara ve daha başkalarına vereceğin cevaba bağlıdır. Zira Allah Rasûlü: “Ben benimkileri tanırım” buyuruyor. Nasıl tanıyacağı sorulunca da “Sizin alnı beyaz, ayakları sekili atı, yüzlerce ve binlercesi arasından tanıdığınız gibi ben de benimkileri abdest azalarından tanırım.” cevabını verir (Müslim, tahâret 39; Nesâî, tahâret 110). Allah Rasûlü sizi, alnınızdaki “Sîmahüm fî vücuhihim min eserissücûd” “Onların alâmeti, yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır.” (Fetih sûresi, 48/29) âyetiyle mühürlenen damgadan tanıyacaktır. Ebû Hureyre (ra), kollarını omuzlarına kadar yıkıyordu. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulunca da: “Abdest azalarının nûrunu arttırmak istediğim için” (Müslim, tahâret 40; Nesâî, tahâret 110.) cevabını veriyordu. İşte bu selim bir kalbe sahip olmanın tezahürüydü.
Kaynak: Asrın Getirdiği Tereddütler 4