Peygamber Efendimiz’in (salat u selamların en güzeli O’na olsun) doğumu ve yeryüzünü şereflendirmesi insanlığın da yeniden doğumu ve dirilişi sayılır. O’nun doğduğu gün bizim için kutlu bir bayramdır. Bayramdır; çünkü Rabbimizi O’nunla tanıdık, Allah ile kul arasındaki münasebetleri, nimete şükran duygusunu, kâinat kitabını doğru okuyup doğru anlayabilmeyi, eşya ve hadiselerinin Allah’ı haykıran bir bülbül olduğunu O’nun getirdiği mesajla öğrendik/öğreniyoruz.
Evet, O’nun dünyaya teşrifi bir bayramdır. Bir insanın ötelere imanla gitmesi, cennete ehil hale gelmesi kendi adına ferdî bir bayramdır. Ancak getirdiği mesaj vesilesiyle bütün varlığın çehresine nur saçan, nazarları ahiret yamaçlarına çevirerek topyekün insanlığa cennet ve cehennemi tanıtan ve ebedi saadet yollarını aydınlatan Allah Resulü’nün (aleyhi ekmelüt’t-tehâyâ) doğumu ise, bütün insanlığın ve kâinatın bayramıdır.[1]Gülen, Ümit Burcu, s.309.
Peygamber Efendimiz’in dünyayı teşrifi münasebetiyle yapılan “Kutlu Doğum” programları asr-ı saadette, sahabe ve tabiin dönemlerinde yoktu. Çünkü Allah Resulü hayatta iken sürekli ashabıyla birlikte idi. Ve onların kalplerinde gönüllerinde, şuurlarında çok canlıydı. O’nunla oturup, O’nunla kalkıyorlardı. Allah Resulü ebedî âleme irtihal buyurduktan sonra da sahabe efendilerimiz, yine O’nunla yaşadıkları kutsî atmosferin heyecanıyla yaşıyorlardı.
Allah Resulü, O’nun getirdiği mesaj ve kıyamete kadar bütün Müslümanların her türlü meselesine çözümün mikro planda esaslarını ihtiva eden hayat-ı seniyyeleri onların gönüllerinde her an yeni doğuyormuşçasına çok canlı ve taze idi. Bu itibarla senede bir kere veya birkaç gün O’nun dünyayı teşrifini tesîd etmeye gerek yoktu. Sahabe bu şuur ve heyecanını kendilerinden sonra gelen nesillere de aktardı. Nitekim bu hususu Sa’d b. Ebi Vakkas’ın şu ifadelerinde görüyoruz:
“Biz, Peygamber Efendimizin hayatını çocuklarımıza Kur’ân’ı Kerîm’den bir sure ezberletir gibi öğretirdik.”
Sahabenin rahle-i tedrisinde yetişen tabiin ve tebe-i tabiin döneminde de aynı şuur ve heyecan devam etti. Daha sonraki dönemlerde ise bilgilenme, şuurlanma ve heyecanda bir azalma ve matlaşma başladı. İşte bu dönemlerde peygamber Efendimizin hayatını, mesajını kalplerden, gönüllerden, akıllardan gittikçe azalan şuur ve heyecanı hatırlatmak için mevlid programları yapılmaya başlandı.
Son senelerde “Kutlu Doğum” adı altında yapılan mevlid merasimlerini ilk defa, Fatımîler tarafından Mısır’da tertip edilmiştir. Fakat, genel kabule göre, ehl-i sünnet çizgisi içerisinde mütalaa edebileceğimiz ilk mevlid programını, Selahaddin Eyyubî’nin eniştesi Muzafferuddin Gökbörü düzenlemiştir.[2]İbn-i Hallikan, Vefiyatü’l-A’yan, 1/437.
Daha sonraki dönemlerde de, Müslüman şairlerin hemen hepsi na’tlar yazmışlardır. Bunlar arasında İmam Busiri’nin aşk ve heyecan dolu “Kaside-i Bür’de” si, Fuzulî, Nefî, Nailî, Nâbî, İshak Efendi ve Şeyh Galib’in na’tları da elden ele, dilden dile dolaşmıştır. Ayrıca Rasûlullah’ın (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) doğumunu ve hayatını medh ü senâ eden ve “mevlid” adını taşıyan pek çok eser de kaleme alınmıştır. Mevlidlerin Türkçe’de en meşhur olanı Süleyman Çelebi’nin “Vesiletü’n-Necât” adlı eseridir. Bu eser gayet faydalı, güzel bir İslam âdeti olarak devam etmiştir ve etmektedir.
Âlimlerimizin pek çoğunun değişik makale ve kitaplarda ifade ettiği üzere, Allah Resulü’nün dünyaya teşrif etmeleri münasebetiyle kutlama yapmanın asılları dinde vardır.[3]Suyuti, el-Hâvî Li’l-Fetâvâ, 2/302-304. Bunlardan bazıları şunlardır:
- Peygamber Efendimiz, pazartesi günleri oruç tutardı. Sahabeden biri bunun sebebini sorduğunda: “O gün benim doğduğum gündür”[4]Abdurrezzak, musannef, 4/295; Beyhaki, Sünen-i Kübra, 4/286. buyurmuştur. Yani Efendimiz âlemlere rahmet olarak gönderildiği günü Cenab-ı Allah’a şükredilmesi gereken bir gün olarak kabul ederek oruçlu geçirmiştir. Efendimizin bu davranışı aynı zamanda ümmetine bir talimdir. Allah’ın engin rahmetin temsilcisi doğduğu güne ayrı bir değer ve önem verirken, o mücessem rahmetten olabildiğince istifade eden insanların daha çok ilgi ve alaka gösterip kutlamaları gerekmez mi?
- Peygamber Efendimiz, Medine’ye teşrif ettiklerinde Yahudiler âşure günü oruç tutuyorlardı. Onlara niçin bu günde oruç tuttuklarını sordu. Şöyle cevap verdiler: “Bu gün çok önemli bir gündür: Allah bu gün Firavunu ve kavmini denizde boğdu, Musa’yı kurtardı. Musa (a.s.) bu günü Allah şükür olarak oruçlu geçirdi. İşte bizde ondan dolayı oruç tutuyoruz.” Bu cevap üzerine Efendimiz: “Biz Musa’ya sizden daha yakın ve öncelikliyiz” buyurarak oruç tuttu. Ashabının da oruç tutmasını istedi. (Buhari, savm, 67; Müslim, sıyam, 127) Buradan şu anlaşılıyor; Allah’ın muayyen bir günde lutfettiği bir nimet veya bir belayı defetmesinden ötürü Allah’a şükredilir. Ve her sene o gün geldiğinde o şükrün tekrarlanmasında bir mahzur yoktur. Peygamber Efendimizin dünyaya teşriflerinden daha büyük bir nimet mi olur? Bu büyük nimete şükretmek gerekmez mi?
- Peygamber Efendimizi övmek ve O’nun şefaatine nail olmak maksadıyla Resûl-ü Ekrem hayattayken bile şiirler yazılmış, kasideler söylenmiştir. Meselâ Ka’b b. Züheyr, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun huzurunda O’nu övmüş ve Allah Rasûlü tarafından tebrik edilmiş, teşvik görmüştür. [5]Taberani, Mu’cemü’l-Kebir, 19/176; Hakim, Müstedrek, 3/670. Hassan bin Sabit de şiirleriyle iltifata mazhar olmuştur. (Tirmizi, Edeb, 70; Buhari, Menakıb, 16) Bu itibarla kutlu doğum programlarında Peygamber Efendimiz’i öven, O’na olan/olması gereken sadakat ve vefayı dile getiren şiirler, na’tlar, ilahiler vs. okunarak mesaj vermede, gönüllerde peygamber sevgisini coşturmada bir mahzur olmasa gerek.
İmam Suyutî, Peygamber Efendimiz’in vilâdetini kutlamak maksadıyla program yapmanın müstehap olduğunu ifade ettikten sonra İmamu’l-Kurra Şemseddin el-Cezerî’nin “Örfü’t-Tarif bi Mevlidi’ş-Şerif” kitabından şunu nakleder: Ebu Leheb’i vefatından sonra rüyada görüyor ve soruyorlar ne haldesin? Cevap veriyor:
-Cehennemdeyim. Ancak her pazartesi akşamı cehennem ateşi benden hafifletiliyor ve parmaklarımın arasından başparmağım kalınlığında bir su emiyorum diyerek Cehennemde böyle bir lütfe mazhar olmasını şöyle açıklıyor: “Hz. Muhammed doğduğu zaman çok sevinmiş onun doğumunu müjdeleyen cariyem Süveybe’yi azat etmiştim, cariyem de onu emzirmişti.”
Şayet Ebu Lehep gibi hakkında Kur’ân ayeti bulunan bir kafir bile Peygamber Efendimiz’in doğumuna olan sevincinden dolayı cehennemde böyle mükafatlandırılırsa Hz. Muhammed’e inanmış bir mümin O’nun viladetine sevinip gücü yettiği kadar O’nun sevgisini mazhar olmak için koşuştursa eli boş mu döner!
Konu ile ilgili mevlid ve miraç gibi vesilelerle Efendimiz’i bir kere daha ve engince yad etmenin mahzuru olmadığına dair bir görüş de şu şekildedir:
“…hatta, Allah Resûlü kendisini methedenlere karşı sükût buyurduğundan ve Ka’b b. Züheyr gibi şairleri tebrik edip onlara hediye verdiğinden dolayı, misyonu itibarıyla kendisini medh ü senâ ve takdir etmenin bir esas olarak sübût bulduğuna da kâil olunabilir. Yani denilebilir ki, o sükût buyurduğuna ve hatta bazılarına hediye verdiğine göre, O’nu meth etmek sünnet ya da en azından mendub (Efendimizin bazen işleyip bazen terk buyurdukları, selef-i sâlihinin de sevip rağbet ettikleri işler) da olabilir. Peygamberimizin üstün meziyetlerini, güzel vasıflarını, ahlâkının eşsizliğini, hayatını ve mucizelerini anlatmak ve nihayet, O’nun şefâatine sığınmak, salât ü selâmlarla O’na yönelmek mendup sayılabilir. Çünkü, bütün bunlar formül olarak ortaya konmamışsa da hepsinin aslı dinde vardır.”[6]Gülen, Ümit Burcu, s.312
Diğer taraftan “Kutlu Doğum” faaliyetleri bir hedef değil bir vesiledir. Peygamber Efendimiz’i, tanıtma, sevdirme, O’na olan muhabbeti coşturma, coşturup insanları Allah Resulü’nün getirdiği mesaja yönlendirmek için bir vesiledir. Vesileler neye hizmet ediyorsa ona göre hüküm alırlar. Bu itibarla aslı dinde olup formülü zamana ve şartlara göre değişebilen meselelerden biri olan “Kutlu Doğum” vesilesiyle Peygamber Efendimiz’i her yerde ve her platformda değişik yönleriyle anlatarak, kalpleri gönülleri Allah Resulü’nün sevgisiyle coşturmanın bir mahzuru olmasa gerek.
Hatta Kâinatın Efendisi’ni bilmem hangi kültürün çocuklarının telaffuz etmeye bile gönlümüzün elvermediği şekilde diline doladığı bir dönemde Peygamber Efendimiz’e inanan herkesin bu vesileyle O’nu ve O’nun getirdiği şefkat ve merhamet eksenli evrensel mesajdan parçalar naklederek O’na olan sadakat ve sevgisini seslendirmesi gerekmez mi?
Dipnotlar