İslam Tarihi’nde mehdiyet makamına yakın bir konum ihraz eden pek çok insan gösterilebilir. Mesela; ciddi ıslahatı, çizgisindeki istikameti, seleflerine karşı saygısı, Sahabî’ye hürmeti, dini meselelerdeki mûtedil ve müstakim düşüncesi gibi hususiyetleriyle Abbasîler’den Mehdî (Rahmetullahi aleyh) bir mânâda mehdî’dir. Emevîler içinde Ömer bin Abdülaziz bir mehdîdir. Ebû Hanîfe’den İmam-ı Rabbanî Faruk-u Serhendî’ye, ondan da İmam-ı Gazzalî ve Mevlânâ Halid-i Bağdadi’ye kadar mehdiyet vasıflarını hâiz gibi görülen bazı büyükleri zikretmek mümkündür. Onlar iddiasız, samimi, beklentilere girmeden dine hizmet etmişler, mehdîlik iddiasında kat’iyen bulunmamışlar, onların faziletlerini gören halk da etraflarında toplanmış ve bir hizmet salih dairesi oluşturmuşlardır. Ne var ki, diğer taraftan da bu mülahaza, bir kısım fırsatçılar tarafından sürekli istismar edilmek istenmiştir.
Daha Peygamber Efendimiz hayattayken, Müseylemet’ül-Kezzab, Tüleyhâ, Esved’ül-Ansî ve Secâh misal peygamberlik iddiasıyla ortaya atılan pek çok yalancı türediği gibi her dönemde “Âhir zamanda gelecek zât benim!” diye meydana çıkan kimseler de olmuştur. O ilkler ve Efendimizin vefatından hemen sonra “Ben de Peygamberim” diyen sekiz tane Deccal gibi her dönemde “Ben Mesih’im” diyen; hatta Efendimiz hakkında –hâşâ– “O Araplara gönderilmişti, ben daha umûmîyim.” şeklinde şeytanî iddialarda bulunan hasta ruhlular her zaman var olmuştur. Dahası, Mehdî ile alakalı hadis-i şeriflerde “Âl-i beytimden bir tanesi zuhur edecek, ismi benim ismime muvafık olacak”[1]Tirmizî, fiten 52; Ebû Dâvûd, mehdî 4; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/376, 377, 420. dendiği için; yani, Mehdî’nin adının Muhammed, Ahmed gibi bir isim olacağına, Efendimizin ismiyle Mehdî’ninkinin -günümüzdeki moda tabirle- örtüşeceğine işaret buyurulduğu için az ileri yaşlarda adını değiştiren bir sürü insan çıkmıştır.
Mesela, Şâtıbî’nin bildirdiğine göre, Mansuriye fırkasının reisi Ebu Mansûr kendisine “Kisf” ismi vermiş, kendisinin Mehdî olduğunu ve Kur’an-ı Kerim’deki وَإِن يَرَوْا كِسْفًا مِّنَ السَّمَاءِ سَاقِطًا (Tûr, 52/44) ayetinin kendisine işaret ettiğini, ayetteki “kisf”in kendisi olduğunu iddia ederek hemen etrafında bir sürü insan toplamıştır. Güya o “semadan inen bir parça”dır. Ayetin asıl mânâsına gözünü yumarak sadece semadan inmesi hususiyetini düşünerek, insanların başına inen bir taş gibi olması mülahazasıyla “Ben Kisf’im” demiştir. Yine Şâtıbî’nin anlattığına göre; Kendisini Mehdî diye isimlendiren Rafizî Ubeydullah’ın iki tane müsteşarı varmış; birinin adı Nasrullah, diğerininki de Fetih imiş. Sözde Mehdî onlara “Siz Allah’ın kitabında إِذَا جَاءَ نَصْرُ اللَّهِ وَالْفَتْحُ (Nasr sûresi, 110/1) diye anılan insanlarsınız. Ayet bize bakıyor. İslam’a fevc fevc dehalet de bizim elimizle olacak.” diyerek güya mehdîliğine deliller gösterirmiş. Şâtıbî gibi ciddi bir insanın anlattığı bu iki misal bile isimlerin ve vasıfların bazen nasıl su-i isti’mal edildiğini, nasıl bir fitne unsuru olduğunu ve bir coğrafyayı nasıl kan seylaplarına mahkum ettiğini göstermesi bakımından yeterlidir.
Bir kurtarıcı bekleme ve bunun istismar edilmesi mevzuu sadece dinî hayatla da sınırlı kalmamıştır. Mesela, insanların bazıları ekonomik hayat adına da bir kurtarıcı beklemiştir; sosyal hayat adına da bir halaskâr beklemişlerdir. Ekonomi adına kurtarıcı bekleyenler, bütün işçi hareketlerinin sonunda Avrupa’nın kan-irin içinde çağlaması karşısında Karl Marx’a dikkat kesilmişler; yazdığı yazılara, “Manifesto”suna ve “Das Kapital”ine bakarak onu insanlığın, hususiyle de işçi sınıfının, proletarya’nın halaskârı olarak görmüşlerdir. Doktor İkbâl’in –makamı Cennet olsun– “Peyâm-ı Meşrîk” (Şarktan Haberler) kitabında, “Rusya’da bir insan çıktı, Kitapsız Peygamber; halkın telakkisini seslendiriyor”; yani cahil, görgüsüz, din bilmeyen, çok çeşitli beklentiler içinde bulunan bir tip şeklinde resmettiği Marx’ı bazıları bir Mesih gibi istikbal etmişlerdir. Lenin’den Troçki’ye kadar daha bir sürü kezzab bazı insanlar tarafından bir halaskâr gibi alkışlanmıştır. Bazı dönemlerde, İslam dünyasında da, Mısır’dan Sudan’a, Suriye’den Somali’ye kadar hemen her yerde bazılarına kurtarıcı nazarıyla bakılmış, hatta –hâşâ– “O Arapların Peygamberiydi, Medine’nin Peygamberiydi, bu da bizim ki!..” deme dalalet, cehalet, gaflet ve küfründe bile bulunulmuştur..
Mesela; Râfizî düşünce, tarih boyunca sürekli Mehdî çıkarmıştır. Muvahhidîn devletini kuran insan Mehdî’dir. Emevî ve Abbasî tarihleri boyunca ortaya çıkan bir çok siyâsî grup hep liderlerinin Mehdî olduğunu söyleyedurmuşlardır. Hatta Kuzey Afrika’da kurulan ve daha sonra Mısır’a da hâkim olan Şiî Fatımî devletinin ilk hükümdarının Mehdî olduğu inancı bu devleti kuran ve sürdüren kimseler tarafından inanılan bir husustur. Fâtımî devletinin başına bir çocuğu getirmişler; peygamber torunu dedikleri o uydurma kurtarıcının etrafında toplanmış ve o meseleyi su-i isti’mal etmişlerdir; etmişler ve Müslümanların Haçlı seferleriyle, daha önce Moğol işgalleriyle sarsıldığı bir dönemde onlar istiklallerini ilan ederek fitne ve iftirak çıkarmışlardır. İşte, tahta atın içinde, devlet bünyesine sinen bu insanlar Haçlı ordularına kapıları açmış ve düşmanların istilasını kolaylaştırmış, İslam’ı arkadan hançerlemişlerdir. Karmatîler de aynı hususu istismar ederek senelerce fitne ve iftiraka sebep olmuşlardır.
Yakın tarihe doğru gelince, Somali Mehdî’sinden Sudan’da çıkan büyük Mehdî’ye –ki onu İngilizler öldürmüş, yakmış, külünü Nil’e savurmuşlardır ve Doktor İkbâl ondan çok dâsitânî bahseder– bir Mesîh-i Mev’ud olarak alkışlanan Bahâullah’tan Hind Yogasıyla, meditasyonla meşgul olan, ruh gücünü ortaya çıkarmaya mâtuf bazı riyâzetlerle başı dönünce halüsinasyonlar görmeye başlayan, kendisine önce müceddid, sonra Mehdî-i Mev’ud, İmam-ı muntazar ve en sonunda Mesîh-i Mev’ud diyen Gulam Ahmed’e, ondan da kendisini peygamber ilan eden Alija Muhammed’e kadar pek çok insan mehdîlik mevzuunu su-i isti’mal etmiş ve fitnelere sebep olmuşlardır.
Hususiyle de Râfizîler mehdiyet mülahazasını çok canlı tutmakta, “On iki imamdan birisi hayatta iken gizlenmiş, âhir zamanda çıkacak” demektedirler. Ne gariptir ki, Abbasî’lerin şerrinden kaçtığına ve saklandığına kâil oldukları kurtarıcının âhir zamanda Abbasî fitnesinden daha büyük bir fitnenin olduğu deccaliyet döneminde birden bire zuhur edeceğine, Kaf dağının arkasından çıkıyor gibi çıkacağına inanmaktadırlar. Bu mesele akîde bakımından da sorgulanacak bir husustur: Nasıl gelecek? Gökten mi inecek? Sırr-ı teklif nasıl olacak? Birinin içine girip ondan mı çıkacak? Siz reankarnasyona mı kâilsiniz? Ulûhiyet hakikatini taşıdığına inanıyorsanız, bu mülahazanızla acaba hulûl ve ittihaddan mı bahsediyorsunuz? Bu, usul-ü din açısından münakaşası yapılacak husustur ama onlar öyle inanıyorlar.
Aslında, fevkaladeden bir Heraklit bekleyişi mazlum ve mağdur milletlerin kaderî mülahazaları olmuştur. Hani M. Akif,
“Sus ey dîvâne! Durmaz kâinâtın seyr-i mû’tâdı,
Ne sandın? Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı?
Bugün, sen kendi kendinden ümid et ancak imdâdı;
Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bîdâdı
Cihan kanûn-i sa’yin, bak, nasıl bir hisle münkâdı!
Ne yaptın? “Leyse li’l-insâni illâ mâ se’â” vardı.”
der ya; işte, kendi cehd ve gayretleriyle o bîdâdı kaldırma hakikatine kapalı bir kısım tembel ruhlar, miskin ve âciz fıtratlar gökten gelecek böyle bir Heraklit beklemektedirler. Sünnî dünyaya göre de bunun bir hakikati ve Mehdî bekleme temayülü vardır; fakat ehl-i sünnet anlayışına göre ona insan üstü özellikler atfedilmez; toplumu İslâm’a yöneltecek bir yönetici, bir ilim, kalb ve ruh adamı olabileceği ifade edilir.
Kaynak: Ümit Burcu, “Mesih nerede, Mehdi kim?”
Dipnotlar
⇡1 | Tirmizî, fiten 52; Ebû Dâvûd, mehdî 4; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/376, 377, 420. |
---|