Bu söz, iman ve Kur’ân hizmetine mukabil kendini gösterme arzusuna kapılan bir kısım kimselere karşı bir irşad ve ikazdır.
Cenâb-ı Hak, bu dünyada herkesi farklı meziyetlerle donatmıştır. O, bazılarına takdim kabiliyeti vermiştir ki, onlar ele aldıkları konuları fevkalâde bir güzellik içinde takdim ederler. Bazıları ise, davranışları ile olabildiğine cazip ve çarpıcıdırlar. Böylelerinin tavır ve davranışlarına bakanlar hemen Müslümanlığa ısınırlar. Bazıları da vardır ki, bunlar aşk u heyecanla dopdoludurlar, buna karşılık fazla takdim kabiliyetleri yoktur. Değişik konuları anlatmada zorluk çekerler.
Bu vasıflarla muttasıf, aşk ve şevki olabildiğine coşkun yakın bir arkadaşım vardı. Bazen yanımda oturur ve bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlardı. Hatta zaman zaman bana dilini göstererek şunları söylerdi: “Hocam! Şununla meseleleri anlatamıyorum. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın bana verdiği imkânlarla size destek olmak isterim. Biz destek olalım, siz de hak ve hakikati anlatın…”
Evet, Allah belki ona, anlatılacak şeyleri anlatma kabiliyeti vermemişti ama o, heyecanıyla Allah indinde çok değerli ve çok kıymetliydi…
İsterseniz başa dönelim: Allah, herkese ayrı bir meziyet vermiştir ve herkes, bu meziyetini mutlaka Allah yolunda kullanmalıdır. Anlatma kabiliyeti olan, hak ve hakikati muhtaç sinelere duyurmalı, kendisinde organizasyon kabiliyeti bulunan biri, işleri en güzel şekilde tanzim ederek, bir düzen ve programla bu kervana iştirak etmeli, maddî imkânı olan da maddeten destek olmalıdır. Allah, bazı insanlara da bu hususiyetlerin hiçbirini vermemiş ama aşkla köpüren coşkun bir gönül vermiştir.
Ashab-ı kiram arasında böyleleri de vardı. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu tür kimseleri, “Şayet Allah adına yemin etse, Allah onun yeminini doğru çıkarır.” ifadeleriyle anlatmaktadır. O dönemde insanlar, başları sıkıştıkları zaman Allah Resûlü’nün anlattığı bu insanların etrafında toplanır ve onların dua etmelerini isterlerdi. Bu gönül insanlarından biri de Sa’d İbn Ebî Vakkas’tır. Hz. Sa’d, duasının makbuliyetiyle iştihar etmiş bir sahabidir.
Onunla alâkalı bir vak’a şöyledir: Sa’d İbn Ebî Vakkas ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır. Ziyaretine giden Allah Resûlü, ona, “Sen, daha çok yaşayacaksın, çok kimseler senden fayda görecek ve bazı kimseler de zarar görecek!” buyurmuş.. mevsimi gelince Sa’d, İranlıların devletini yerle bir ederek bu ihbarın doğruluğunu ortaya koymuştur. Başta da işaret edildiği gibi Sa’d İbn Ebî Vakkas duası makbul rabbânîlerden biriydi.
Bununla alâkalı siyer kitaplarında şöyle bir şey rivayet edilir: Sa’d İbn Ebî Vakkas‘ın da bulunduğu bir topluluk için adamın biri, Hz. Ali, Hz. Muaviye, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’e sövüp sayar ve onlar hakkında ağza alınmayacak pek çok şey söyler. Hz. Sa’d o adamı kenara çekerek ona şu nasihatte bulunur: “Sen ne dediğinin farkında değilsin. O zatlar, Allah indinde makbul kimselerdi. Bu şekilde ileri geri konuşarak onlar hakkında haksızlık ediyorsun.”
Bunun üzerine adam, “Sen de kim oluyorsun?” diyerek bir hakaret de ona savurur. Daha sonra Hz. Sa’d, hemen orada ellerini açar, kıbleye yönelir ve Allah’a şöyle dua eder: “Allahım! O zatlar hakkında beni yalancı çıkarma! Eğer onlar Senin nezd-i Ulûhiyetinde kıymetli kimselerse, burada o mânâyı teyit edecek bir şey göster!” Bu sırada nereden çıktığı belli olmayan bir deve, toplumu yara yara gelir ve o adamı ayaklarının altına alıp çiğner. İhtimal bu manzara karşısında Hz. Sa’d İbn Ebî Vakkas çok duygulanmış ve belki de böyle bir dua ettiğine pişman olmuştu.
Bugün de mü’minler içinde böyleleri vardır. Bu kullar, her ellerini açışlarında dergâh-ı nezd-i Ehadiyete teveccüh eder ve şöyle derler:
“Allahım! Hakkı bâtılın savletinden kurtar! İki-üç asırdan beri ağlayan Müslümanlara artık bir fereç ve mahreç ihsan eyle! Birkaç defa neslimize kıydılar, ırzımızı çiğnediler, namusumuzu pâyimâl ettiler. Bir kere daha aynı hasret ve hicran dolu durumu bize yaşatma!”
Cenâb-ı Hak, inşâallah böyle fiilî ve kavlî dualar sayesinde bize en yakın zamanda fereç ve mahreç ihsan eder.
Tekrar başa dönecek olursak, Allah herkese farklı meziyetler ihsan etmiştir. İnsan kendisine bahşedilen bu meziyeti saklamalıdır. Zira bu tür meziyetler ne kadar saklı kalırsa, o kadar, yapılan hizmetlerin neşv ü nema bulmasına vesile olur.
Evet, insan, iddialı olmamalıdır. Meselâ kendisine güzel konuşma kabiliyeti verilen bir insan, “Şayet ben vaaz edersem, sohbet yaparsam, mutlaka bazı kimseler irşad olur.” gibi düşünceleri kafasından çıkarıp atmalıdır. Aslında böyle bir insanın şöyle düşünmesi daha doğrudur: Cenâb-ı Hak, bu va’z u nasihati bana bir mükellefiyet olarak verdi. Fakat bu, çok ağır bir yük. –O daha iyi bilir de– keşke bana böyle bir meziyet vermeseydi! Keşke bu işleri yapmaktansa, emanetini alsaydı ve ruhumu kabzetseydi! Zira bu iş, bana düşmemeliydi. Allah daha salahiyetli kimseleri ihsan edebilirdi.
Evet, insan, kendisine verilen meziyeti başkalarına karşı tefahura vesile sayıp görünmeye çalışmamalı, “Ben olmasam belki insanlar, doğruyu daha açık seçik görür ve doğru yolu bulabilirler.” duygu ve düşüncesiyle hareket etmelidir.
Hâli vakti yerinde olan ve malını Allah yolunda infak eden bir insan da şöyle demelidir: “Rabbim bana, bir nezaretçi ve emanetçi olarak bu imkânları verdi. Ben de bunları O’nun yolunda kullanıyorum. Bana bu duyguyu lütfetmeseydi, ben nerden verecektim! O, bana hem mal, hem de verme hissini verdi ve beni bu meziyetlerle serfiraz kıldı. O’na binlerce şükür olsun.”
Hâsılı insan, meziyetlerini ön plana çıkarmamalı, onlar hafâ türabı altında kalmalı ve insan âdeta toprak olmalıdır. Sa’di’nin “Toprak ol ki, gül bitiresin.” sözü bu hakikati ifadede ne hoştur!
Kaynak: Zihin Harmanı, “Meziyetin Varsa Hafâ Türabında Kalsın“