Mortgage sistemi ülkemizde câri olduğu günden bu yana konu ile alakalı soruların ardı arkası kesilmedi. Diyanet İşleri yetkili makamlarının, ehliyetli hocalarımızın yaptıkları açıklamalar da bu çerçevede bize ulaşan soruların devamına engel olmadı.
Biz de nihaî anlamda hocalarımızın ortaya koydukları içtihadî ahkam istikametinde detaylı sayılabilecek ölçüde meseleyi ele almaya karar verdik. 3-4 hafta devam edeceğine inandığım bu yazılarda ‘caizdir’ veya ‘değildir’ diyen ulemanın görüşlerini delilleri ile birlikte ele alacak, haram-helal gibi bir Müslüman için alabildiğine önemli olan bu konuda yapılan içtihadlar doğrultusunda kalbî ve zihnî tatmini esas alacağım.
Can alıcı bir soru ile başlayalım; ev insanın tabiî ve zarurî ihtiyaçları arasında mıdır? Müslim veya gayrimüslim herhangi bir ülkede yaşayan Müslüman’ın mortgage sistemi ile ev almasına İslam hukuku açısından cevap ararken başlangıç noktası burası olmalıdır. Bunun alternatifi neredeyse bütün dünya genelinde uygulanagelen faizli ekonomik sistemdir ki bu yanlış bir başlangıç noktası olur. Çünkü -üretim ve tüketim faizi arasındaki farklar ekseninde hukukçuların yaptıkları tartışmalar mahfuz- faiz tek kelime ile haramdır. Yine -gayrimüslim ülkede Müslümanların yüzde yüz kazançlarının muhakkak olduğu şartlarda faiz caizdir/değildir tartışmaları mahfuz- faize cevaz vermek haramı helal kılmak demektir.
Neden ev zaruri ihtiyaç mıdır sorusu ile başlanılmalıdır? Şundan; insan sosyal bir varlıktır. Hayatını hemcinsleri arasında sürdürmeye mecbur ve mahkumdur. Barınma ise insanın fıtri ihtiyaçlarının başında gelir. Zaman ve mekan şartlarına göre formda değişiklik gösteren barınma, normda bir değişiklik göstermez. Çadır, mağara, apartman dairesi veya lüks villalar; hepsinin de insan hayatında karşılığı tektir; barınma. Bu bağlamda Allah’ın şu beyanı hatırlardan hiç dur edilmemesi gerekir: “Allah evlerinizi sizin için bir huzur ocağı yaptı.” (Nahl, 16/80) Efendimiz (sas)’in geniş evi mutluluk unsurları arasında sayması da unutulmamalı.
Burada ev sahibi olmak ile kiracı olma, barınma ihtiyacının zarurî oluşu noktasında önemsiz bir ayrıntıdır. Ama bu ayrıntı mortgage sistemi ile ev almaya cevap aradığımız yerde ayrıntı değil, hükmün mahiyetine tesir edecek bir konuma bürünür. Ayrıca zaruretin sosyal boyutu vardır ki bu açıdan da caiz mi diye sorulduğunda, cevabı aramaya yine aynı soru ile işe başlamak gerekir. Nitekim bunu ileride ele alacağız.
Klasik İslam hukukçuları ev, binek ve hizmetçinin insanın zarurî ihtiyaçları olduğunda ittifak etmişlerdir. İçtihadî bir yaklaşımın ürünü olan bu görüş, söz konusu içtihadın yapıldığı dönem şartlarını da nazara vermektedir aslında. Bugün bu yaklaşım aynıyla kabul edileceği/edilebileceği gibi ilave veya eksiltmelere de konu olabilir. Ülke ve birebir şahısların ekonomik, sosyal, kültürel şart ve farklılıkları sözünü ettiğimiz ilave ve eksiltmelerin nedenini oluşturur. Sözgelimi hizmetçi; A ülkesindeki hakim kültür ve aynı ülkedeki zengin A şahsı için zarurî ihtiyaçtır da, aynı ülkedeki fakir bir şahıs veya hizmetçi kültürünün hakim olmadığı bir başka ülke için zaruri değildir. Bu kısa açıklama ile zarurî ihtiyaç konusunun içtihadî olduğuna vurgu yapmak istedim.
Mevzuya girecek olursak; mortgage sistemi nasıl işlemektedir? Kısaca belirtecek olursak; banka, alıcının bulduğu ev adına ödeme opsiyonuna bağlı olarak bilinen şekliyle faizle kredi vermektedir. Verilen kredinin, evin peşin fiyatına tekabül eden kısmı tapu işlemlerinin yapıldığı sırada direkt ev sahibine veya onun da borçlu olduğu kuruma ödenmekte, alıcı da toplam krediyi anlaşma şartları muvacehesinde o kuruma geri ödemektedir. Alış-veriş sonrası evin tapusu alıcı üzerine yapılmakta ise de, bu bir manada ipotekli bir satış olup, anlaşma hükümleri gereği alıcı eve ödediği miktar ölçüsünde sahiptir ve bu sahiplik oranı her ay yaptığı ödemelere göre değişmektedir. Ödeme şartlarına muhalefet edilmesi durumunda kredi veren kurumun, eve el koymasına kadar uzanan yaptırım hakları vardır. Ödeme tamamlandığında ise ev tamamıyla alıcının olmaktadır.
Geçen yazıda kısaca işleyiş şeklini izah ettiğimiz mortgage sistemi ile ev alma hususunda beyan edilen görüşleri üç ana kategoride toplamak mümkündür. Bir; caiz değildir, diyenler.
Bu görüş sahiplerinin dayandıkları temel delil, faizle kredi alınması ve faizin haram oluşudur. Çünkü ortada “nass” vardır ve “mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur” kaidesince bu ayet ve hadisler her türlü yoruma, te’vile, tefsire ve içtihada kapalıdır. Buna rağmen sözü edilen alanda içtihad yapılsa, o içtihad dinlenilmez, sonucu ile amel edilmez.
Sadece alınan evin ücretini ödeme konusundaki tercihin nazara alındığı bu görüşte ne evin zaruri bir ihtiyaç oluşu, ne müslim-gayrimüslim ülke ayırımı yapılmaktadır. Meseleye bir tek perspektiften bakılmakta, barınma zaruri bir ihtiyaç kabul edilse de, bunun nerede ve ne zaman olursa olsun kiralık ev ile karşılanabileceği ifade edilmektedir.
İki; mortgage sistemi ile ev almak faizli bir işlemdir ama zaruret hükümlerine mebni olarak caizdir. Bu görüş sahipleri, görüşlerini birkaç esasa bina etmektedirler. Bunlardan birincisi; evin insanın zaruri ihtiyaçları arasında bulunduğu gerçeğidir. Yalnız bu bakış açısını kavrayabilmek öncelikle kavramsal düzeyde zaruret ve ihtiyaç kelimelerinin anlam çerçevesini bilmekle mümkün olacaktır. Çünkü ‘zaruret’ ve ‘ihtiyaç’ bizim bugün yaşayan Türkçede bulunan ve günlük konuşmalarımızda çok sık müracaat ettiğimiz iki kelimedir. Ama bu iki kelimenin günlük hayattaki kullanım alanı ve bizim ona yüklediğimiz mana ile fıkhî bir problemin tesbit ve çözümü adına usul ve furu-u fıkıhta verilen anlam farklıdır. Onun için hükme tesir edecek bu farkın kavranması gerekmektedir.
İslam hukuk metodolojisine göre zaruret, insan hayatının varlık ve bekasını ilgilendiren, yapılmadığı takdirde hayatî bir tehlikenin baş gösterdiği haldir. Mesela hemen herkesin bildiği gibi açlık ve susuzluktan ölecek seviyeye gelme, tedavi olmadığı takdirde tıbbî verilere göre muhakkak ölümle yüzleşecek olma zaruret halidir. Bu hallerde insan zaruret miktarında mahzurlu/haram şeyleri yapabilme serbestiyetine sahiptir. Hatta bazılarına göre bu seviyede insanın ferdî tercihi konu edilemez. Çünkü bu bir hak değil vecibedir, vazifedir. Bu durumda olan insan: “Kendinizi elinizle tehlikeye atmayınız.” (2/195), “Ve kendi nefsinizi öldürmeyiniz. Muhakkak ki, Allah sizin için Rahim olandır” (4/29) ayetlerinin emri mucibince o mahzurlu şeyi yapmak zorundadır, mecburdur. Zira can, mal, din, akıl ve nesli muhafaza bütün dinlerin ortaklaşa kabulü ile korunması gerekli olan şeylerdir. İnsanın kendisine emanet olarak tevdi edilen hayatını koruması da başlıca görevleri arasındadır. Aksi halde Allah indinde mesul olur. Hayatını kurtaracak o şeyi yapmayıp ölse intihar etmiş demektir. Bazılarına göre ise bu durumda olan insan sözü edilen ihtimalleri yapma serbestiyetine sahiptir.
Siyah beyaz ölçüsünde birbirine zıt bu iki kanaatin dayandığı deliller aslında aynıdır. “Şüphesiz Allah, size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini, Allah’tan başkası için kesilen hayvanı haram kılmıştır. Fakat darda kalana başkasının payına el uzatmamak ve zaruret halini aşmamak üzere günah sayılmaz.” (2/173) ayeti, Hz. Peygamber’in (sas) sahabenin “Açlıktan ölecek hale geldiğimizde ölü eti yiyebilir miyiz?” sorusuna: “Sabah, akşam yiyecek, içecek bir şeyiniz ve baklagil cinsinden yiyecek bir şey bulamazsanız, evet.” cevabı(Ebu Davud, Et’ime, 37), savaş esnasında burnu kopan sahabiye takılan gümüş burnun kötü kokması karşısında altın burna izin vermesi (Tirmizi, Libas, 31), uyuz hastalığına yakalanan iki sahabiye ipek elbise giymelerine müsaade etmesi (Buhari, Libas, 29), Zat-i Selasil Gazvesi’nde ihtilam olan Amr b. As’ın soğuk nedeniyle teyemmüm edip namaz kıldırmasını tebessümle karşılayıp onaylaması (Buhari, Teyemmüm, 7)gibi hadislerdir. İşte bu ayet ve hadislere getirilen yorum farklılıkları zaruret hali ve hükümleri adına farklı görüşlerin sebebi olmuştur.
Ezcümle; hayatî bir tehlikenin fiilen mevcud, mülcî (zorlayıcı), kesin ve kaçınılmaz olması, başka türlü giderme imkanının bulunmaması, zaruret miktarını aşmaması ve başkasının hukukuna tecavüz etmemesi sözü edilen görüşlerin ana başlıklarıdır.
Mortgage sistemi ile ev almayı, usul-ü fıkıhtaki zaruret ve hacet kapsamında görüp caiz diyenlerin delillerini ele almaya başlamıştık son yazımızda. Zarureti bitirmiş, sıra hacete gelmişti.
Hacet, zaruret ölçüsünde hayatî bir hüviyete sahip olmasa da insan ve toplumun sıkıntılarını gideren uygulamalara verilen isimdir. Genel manada İslam dininin temel esaslarından biri olan ‘kolaylaştırma’ prensibi açısından meseleye bakılır. Onun için fukaha, nasslara, Allah ve Peygamber’inin maksadına aykırı olmaması, aslî bir hükmü ihlal etmemesi durumlarında hacetin hüküm istinbatında önemli bir yeri olduğunu belirtmişlerdir. Mecelle’de ifade edildiği şekliyle, “Hacet umumî olsun, hususî olsun zaruret menzilesine tenzil olunur” (Mecelle, mad. 32) fehvasınca hacet, ferdî ve içtimaî, bir başka yaklaşımla fert ve toplum düzeninin sağlanmasında zaruret menzilesine konulmuş ve hükümler de çoğu zaman bu esasa göre verilmiştir. Hemcins uzman doktor bulunamadığı takdirde insanların karşı cins uzman hekimlere avret mahallini göstermeleri buna örnektir. Burada ölümcül bir pozisyon olmasa da tedavi bir ihtiyaç olarak kabul edilmiştir. Çünkü tedavinin gecikmesi, başka sıkıntılara sebebiyet verebilir. İşte bu ihtimal, ihtiyacı zaruret yapar.
Açık ve net, görüldüğü gibi bu görüşü savunan fakihler, insanın barınma ihtiyacını karşılayacak bir eve sahip olmasını ‘havaic-i asliyyeden’ saymakta -buna zaruret de denebileceğini ifade etmiştik- ve bu sebeple “zaruret miktarınca mahzurlu şeyler mubah olur” kaidesine göre mortgage sistemi ile ev alımına cevaz vermektedirler.
Yalnız bu, içinde bulunulan şartlara bağlı olarak verilen bir ‘geçici ve ara dönem hükmü’dür. Özel veya genel, alternatif başka yollar bulunduğu an, bu hüküm geçerliliğini yitirir. Zaruret ve hacete bağlı verilen ruhsatlardan istifade eden mümin, bu durumu katiyen meşrulaştırmaz. Gönül rahatlığı içinde değil, alternatifsizliğin verdiği vicdanî ızdırap içinde bu ruhsat hükmünü ya da istisnai hükmü kullanır. Bu hükme göre amel etmeyenler, amel edenlere haram işliyor nazarıyla bakamaz. Çünkü zaruret/hacet şartları tahakkuk etmiştir. Başkalarına bu nazarla bakan kişi günah işlemiş olur.
Bu çerçevede mutlaka zikri gereken başka ilave hükümler de vardır. Sözgelimi; sözü edilen istisnaî hüküm, zaruret miktarınca sınırlı olduğu için, bu sınırı aşan işler yapmak meşru olmaz. Mesela bu yolla ikinci bir ev alınamaz, işyeri açılamaz vs. İzzüddin b. Abdisselam (v. 660/1262) “İvazlı akitlerle ilgili kaidelerin istisnaları” bahsinde şöyle demektedir: “Haram yeryüzüne öyle yayılsa ki, artık helâl bulunamaz hale gelse, ihtiyaç kadar haramı kullanmak, bundan faydalanmak caiz olur. Bu durumda haramdan faydalanmak, zarûret hallerine bağlı değildir; çünkü haramdan faydalanmak zarûrete bağlı kılınırsa giderek Müslümanlar zayıflar, düşmanlar İslâm topraklarını istilâ ederler, insanlar, amme menfaatini ayakta tutan zanâat ve meslekleri yapamaz hale gelirler. Bu durumda haram maldan, ihtiyacın ötesinde -lüks ve refah seviyesinde- istifade edilemez, ihtiyaç kadar istifade edilebilir.” (İzzüddin b. Abdisselam, Kavâ’du’l-Ahkâm, 2/180-181)
Mortgage sistemi ile ev almayı murabahalı/kârlı satış kategorisinde değerlendiren üçüncü sınıf fukahaya sıra geldi. Ama ondan önce zaruret ahkâmına mebni ‘evet’ diyen grubun ilave delillerinin mutlak zikri gerekir. Başta ifade ettiğimiz gibi bu hem zihnî, vicdanî ve kalbî tatmin için hem de daha sonra ele alacağımız görüşlerin anlaşılmasına fikrî bir zemin hasıl edeceği için önemlidir.
Bu görüş sahiplerinin dayandıkları sair delillerin başında sosyal-zaruret kavramı gelir. Aslında bu kavram sadece mortgage sistemi ile ev almaya değil, hayatın başka alanları için de geçerli hayatî ehemmiyete sahip bir yaklaşımdır. Global bir köy haline gelen dünyamızda, özellikle uluslararası ilişkiler bağlamında ekonomik, siyasî, kültürel alanlarda neredeyse hiçbir etkinliği olmayan Müslümanlar için önemli kapılar açmaktadır.
Fıkıh kitaplarımızda zaruret denildiğinde genelde verilen misaller hep ferdî alandadır. Açlığından veya susuzluğundan ölecek duruma gelmiş kişinin domuz eti yemesi, şarap içmesi bu yaklaşımın klasik misalleridir. Aynı hususun toplumsal vechesi ihmal edilmiş olmasa da, ferdî çizgide verilen misaller kadar iştihar bulmamıştır.
Bunda da sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik arka plan şartlarının rolü büyüktür.
Günümüz fukahası ise sosyal zaruret kavramını bugüne kadar hiç olmadığı şekliyle öne çıkarmışlardır. Bir anlamda usulü fıkıhtaki maslahat kavramı ile özdeşleştirilen bu yaklaşım, Müslümanların bugün ve yarını adına önemli kapılar açmaktadır.
“Sosyal veya toplumsal zaruret/ihtiyaç” kavramına kazandırılan açılım kısaca şöyle: İslam dini sadece kişinin Allah ile olan münasebetlerini düzenleyen, kutsalla olan bağlarını ayarlayan ve insanı ahirete hazırlayan bir kurallar manzumesi değildir. Aksine İslam akide, ibadet, muamelat, ukubat alanlarının bütününü kuşatan hüküm ve ilkeleriyle bir bütündür. Bu bütünün şu veya bu sebeple, şu veya bu şekilde parçalanması, bütünden beklenen fonksiyonun yerine getirilememesine sebebiyet verir.
Bu hale gelmede egemen olan birçok iç ve dış faktör vardır. Ayrı bir yazı konus u olan bu husus bir kenara, bu mevcut yapı içinde hayatını sürdürmek zorunda olan Müslüman ne yapacaktır. İşte sosyal zaruret burada devreye girer ve insanlar zaruret ahkamını ferdî veya içtimaî planda uygulayabilir.
İkinci bir nokta; Müslümanların dünyanın neresinde yaşarlarsa yasasınlar, dinî ve millî kimliklerini koruyabilmeleri, kendi değerlerine bağlı biçimde hayatlarını sürdürebilmeleri, siyasî, hukukî ve ekonomik haklarını elde edebilmeleri kendilerinin başkaları tarafından nazara alınacağı ölçüde bir güce sahip olmaları ile mümkündür. Zira söz konusu olan bir tek Müslüman’ın değil, bütün Müslümanların hayatı ve geleceğidir. Yurtiçi ve dışında yaşayan çeşitli azınlık gruplara bu gözlükle bakıldığında ne demek istediğimiz daha net anlaşılacaktır. Onlar kurdukları ticarî, sosyal ve kültürel organizasyonlarla, yaşadıkları ülkelerin yönetimlerine bile doğrudan veya dolaylı olarak müdahil olabilecek seviyededirler. Burada rol oynayan hiç şüphesiz onların oturmuş ekonomik zenginlikleri, kendi içlerindeki hiyerarşik yapıları, hukuken elde ettikleri hakları, başka bir tabirle kurumsallaşmalarını tamamlamalarıdır.
Bu görüş sahiplerinin değindikleri bir başka önemli nokta ilgili sistemin İslamî değerlere saygı ve bağlılık içinde kurulmadığı gerçeğidir. Siyasî, ekonomik, kültürel, hukukî, dinî ve ahlakî bütün yönleri ile İslamî değerleri dikkate alamayan bir düşünce yapısının ürünü olan bu sistemin, sebebiyet verdiği problemlere İslamî daire içinde çözüm aramak gereksiz bir çabadır. Daha açık ve net bir ifadeyle, klasik dönemlerde yazılmış fıkıh kitaplarında ‘İ. Azam bu konuda şöyle diyor’ şekliyle bu sorunun çözümünü bulmak imkansızdır. O zaman burada yapılabilecek tek şey, genel İslamî ilkelerden hareketle geçici dönem çözümleri üretmek ve üretilen o çözümlere göre bir taraftan hayatı sürdürürken, diğer taraftan hayatını kuşatan tüm alanlarda kendi olmasını sağlayacak alternatif yollar bulma gayreti içinde olmaktır.
Hasılı sosyal zaruret toplum hayatını ölümcül tehlikeden kurtaran değil, onu zayıflıktan kurtarıp güce ulaştıran, zorlukları izale eden, insanî kabuller açısından hayatın normal akışını sağlayan değerlerin hepsini içine alır. Nitekim Tahir b. Aşûr bu konuda şöyle demektedir: “Umumî zarûret ve ihtiyacın gelip geçici olanı ya ümmetin tamamını, yahut da büyük kitleleri ilgilendirmektedir. Din, ümmetin selâmetini, güçlü olmasını, dirlik ve düzen içinde bulunmasını istemektedir. Dinin bu istek ve maksadı tehlikeye düşer, bu mânâda bir zarûret meydana gelirse ilgili yasaklar kalkar, haramlar helal olur. Şüphe yok ki bu nevi zarûreti ruhsatlarla gidermek, özel zarûreti gidermekten daha önce gelir. (Tahir b. Aşur, Makâsıdu’ş-Şeri’a, s.125)
Mortgage sisteminde üçüncü görüş bunun mürabaha yani kârlı satış olduğudur. Bir misalle izaha çalışalım: Önce ev satın alacak kişi evi kendi imkânları ile buluyor ve bankaya kredi talebinde bulunuyor.
Banka sözgelimi peşin satış fiyatı 100 bin dolar olan evi, alıcının kredi raporu, aylık geliri, başka mal varlıkları, sigortası, kefili, peşinat miktarı, kaç yılda ödeyeceği, aylık taksit miktarı vb. hususları bir bütün olarak değerlendirip vadeli satış fiyat tespitinde bulunuyor ve ‘100 bin dolarlık bu evi, 15 yıl vadeli, aylık 790 dolar taksitlerle ve % 5 kâr marjıyla (faiz demememizin sebebi, bu görüş sahiplerinin kanaati böyle olduğu içindir) 142 bin dolara, 30 yıllık ödemede ise aylık taksitler 536 dolardan 193 bin dolara satarım’ diyor. Alıcı bunu kabullendiği takdirde eşzamanlı olarak banka evi asıl sahibinden 100 bin dolara peşin satın alıyor ve hemen anlaştığı şartlar muvacehesinde asıl alıcıya satıyor. Tapu işlemleri her ne kadar alıcı üzerine yapılsa da, bu bir nevi ipotekli satış olup, alıcının eve bütünüyle sahip olması ancak borcun tamamı bittikten sonra oluyor. Osmanlılar döneminde sık müracaat edildiğini bildiğimiz bu alış-veriş şekline verilen isim “bey’ bi’l-vefâ ve’l-istiğlâl” yani “borç ödeninceye kadar mülkiyeti muhafaza kaydıyla satış akdi”dir. Malum, vadeli satış, peşin satışla arasındaki fiyat farkı, gabn-i fahiş/aşırı aldatma, piyasa fiyat sınırlarını aşma olmadığı ve tarafların daha sonra anlaşmazlıklara vesile olmayacak netlikte şartlarını belirledikleri takdirde caizdir.
Bu kanaati ileri sürenlerin mevcut misal üzerinden bazı izahlarını ele almalıyız.
“Bir: Faiz ile vadeli alış-veriş arasında fark vardır. Faizde işleme konu olan para, burada ise ev/metadır. Nitekim Kur’an faizli kredi verenlerin, başka bir tabirle para alış-verişi yapanların “faiz de alış-veriş gibidir” diyerek iki işlem arasında fark görmemelerini “Allah alış-verişi helal, faizi haram kılmıştır.” (Bakara, 2/275)diyerek iptal etmekte ve yanlışlığını vurgulamaktadır. Mortgage ile ev almaya dikkatle bakıldığında mahiyeti birbirinden alabildiğine farklı iki işlem olduğu rahatlıkla görülecektir. Kaldı ki işleme konu olan nesnenin ev/meta olması hükmü belirleyecek ana unsurlardan biridir.
İki: Vade farkının tespitinde faiz oranlarının kullanılması dünya genelinde işleyen ekonomi çarkının bir gereğidir ve ekonomik sistem adına bir zarurettir. İslam’ın vade farkını tespit adına ‘şeker, buğday, un, ekmek gibi gıda maddelerinin perakende veya toptan satış fiyatları baz alınsın’ türünden verdiği somut bir ölçü yoktur. Olmaması da İslam’ın evrenselliği açısından gayet doğaldır. Burada önemli olan piyasa sınırları dışına çıkan aşırı aldatmanın olmamasıdır. Aşırı aldatma gerçekleştiği takdirde aldanan tarafın anlaşmayı mahkeme kanalıyla iptal veya düzeltme isteme hakkı vardır
Üç: Peşin ile vadeli arasındaki fiyat farkını mesela “% 5 faiz oranıyla” deyip isimlendirme, işlemin hüviyet ve mahiyetine tesir etmez. Çünkü önemli olan başkalarının nasıl isim verdiği değil, işlemin mahiyetidir. Nikâhlı karı-koca/evlilik hayatı yaşayan çifte, bunu bilmeyen kişilerin ‘sifah hayatı yaşıyorlar’ demesi nasıl bir anlam ifade etmezse, burada da vadeli alış-verişe faizli işlem denmesi hiçbir anlam ifade etmez.”
Hasılı; mortgage sistemi ile ev almada üç ayrı görüş olduğunu ve bunların bakış açılarını izaha çalıştık. Birinci grup sadece faiz açısından olaya bakıp insanın ev ihtiyacını kira ile karşılayabileceğini ve ev alma işlemini sermaye birikimi sonrasına bırakabileceğini söylemektedir. İkinci grup, mortgage sistemine faizli işlem demekte, ama alternatif yollar bulunacağı ana kadar haceti “umumi olsun, hususi olsun zaruret menzilesinde” değerlendirip sosyal zaruret prensibinden hareketle Müslüman’ın zaruri ev ihtiyacını bu yolla karşılayabileceğini belirtmektedirler. Ayrıca bu fetvanın, geçici/ara dönem fetvası olduğunun ısrarla altını çizmekte, ‘Zaruret ahkamı ile amel etme, onu meşrulaştırmanın gerekçesi olamaz’ demektedirler. Üçüncü grup ise mortgage dıştan bakıldığında faizli muamele gibi gözükse de, bunun mürabaha usulü vadeli kârlı satış hükmünde olduğunu söyleyip mahzur görmemektedirler.
Sonuç olarak, yaklaşık 5 haftadır süren açıklamalar gösterdi ki bu içtihadi bir meseledir. İçtihadi meselelerde ise tek doğru yoktur. Usul-ü fıkıhta bu mesele “eşbeh bi’l Hak/murad-ı İlahi’ye en yakın doğru” kavramı ile anlatılır. Dolayısıyla asıl karar, mevcut üç fetvadan birisini tercih etme pozisyonunda olan kişiye aittir. Ölçü alacağı şeyler, fetvayı veren kişinin İslamî yaşantısı ile birlikte ilmî ehliyeti ve kendi kalbinin tatminidir. Ve hepsinden önemlisi hiç kimsenin hiç kimseyi yaptığı tercihten dolayı suçlamaması ve günahkâr görmemesidir.
*Ahmet Kurucan