Kalb inceliği bir iman emaresidir. Kalb inceliğinin dili olan gözyaşı da, bağrı yanık, ciğeri dağlı sevgi kahramanlarının bir boşalma ameliyesidir. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Mahşerde, cehennem kıvılcımlarının insanları kovaladığı hengâmda, Cebrail aleyhisselâm elinde bir bardak suyla görünür. Ona, ‘Bu ne?’ diye sorarım ve bana şöyle cevap verir: ‘Bu, mü’min kulların Allah korkusuyla ağlayıp gözlerinden döktükleri gözyaşlarıdır ve şu korkunç kıvılcımları söndürecek tek şeydir.”
Evet, gözyaşları ötede cehennem alevlerini, burada da hasret ve hicran yangınlarını söndürebilecek tek iksirdir.
Kur’ân-ı Kerim de, yer yer kalb inceliğini tebcil ve takdir ederek “Onlar, Allah’ın âyetlerini duydukları zaman çeneleri üstü yere kapanırlar” (İsrâ, 17/107) buyurur. Bir başka yerde ise “Az gülsünler, çok ağlasınlar” (Tevbe, 9/82) ihtarında bulunur. Ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ürpermeyen kalbden, yaşarmayan gözden sana sığınırım Allah’ım!” diye yalvarır.
İnce bir kalb, ürperen bir gönül, muhasebe ve murakabeye açık olur. Kendisini sık sık sorgular. Elde ettiği başarıları kendinden bilmediği gibi yaptıklarını da sürekli az görür. Hayır ve hasenat adına doyma bilmeyen bir “Hel min mezid” daha yok mu?… kahramanı olur.
Kalbi ince bir insan için ibadetler konusunda da doyma ve yeterli bulma diye bir husus söz konusu değildir. Farzları yerine getirdikten sonra, daha ne kadar ibadet edeceği şahsın kanaatine kalmış bir meseledir. Bir insan, kıldığı namazlar hakkında “Ben şunları huzur-u kalble kılamadım, gereğince edâ edemedim, bâri yerlerine nafile kılayım veya dikkatsiz kıldığım bu namazları kaza edeyim.” diyebilir. Belli miktarlar tayin eder. Ölümün ne zaman geleceği belli olmadığı için kısa zamana sıkıştırır ve mesela her gün birkaç günlük de kaza namazı kılarak eksiğini gediğini kapatır.
Nafile ibadetler için “cebren li’n-noksan“, yani, “kırıkçıkık için sargı” ifadesini kullanıyor; onlarla farz ibadetlerimizdeki eksiği gediği kapama, kırığı çıkığı yerinde sarmayı hedefliyoruz. İşte, bu husus şahsın vicdanına kalmış bir şeydir. Mesela, bir şahıs belli bir müddet, kalbini Cenâb-ı Hakk’a tam tevcih edemeden farza durmuştur. Bir gün niyetin hakikatini anlar, niyete kalbin kastı ve teveccühü şeklinde bir tarifle yaklaşır. Teveccühü de, mâsivâyı tamamen kalbden silme, o anda her şeyi unutup sadece Allah (celle celâluhû) mülâhazasına girme olarak anlar. Niyeti böyle anlayan birisi, bu şekilde bir niyetle namaza durmamışsa namaza hiç durmamış, namaz kılmamış sayılır. Bu meselede herkesin kendi seviyesine göre davranması gerekir. Bazı Hanefî kitaplarında, nereden çıktığı belli olmasa da, “Niyeti ağızla söylemek daha evlâdır” diye kaydedilmiş. Konuşurken kalbin tevcihi nasıl olacak onu da bilemiyorum; ama bu âdet haline gelmiş, insanlar namaza dururken “Neveytü en usalliye lillahi” diyerek sesli niyet ediyorlar. Eğer bu şekilde kalbin Cenâb-ı Hakk’a teveccühü sağlanabiliyorsa ne âlâ ama lâfızda kalınıyor ve ne dendiğinin bile farkına varılmadan bazı kelimeler söylenip namaza duruluyorsa ve kalb, yönelmesi gereken tarafa yönelmemişse namazın olmama ihtimali vardır. İşte, niyeti bu şekilde öğrenen ve böyle bir irtibat içinde yaşamaya başlayan bir insan “Namaz vakitlerini boş geçirmemişim, fakat ibadetin hakkını verebildim mi bilemiyorum. ‘Cebren li’n-noksan’ yapmalıyım, nafile kılmalıyım” diyebilir. Allah (celle celâluhû) bir otuz sene daha ömür verirse, her gün bir günlük kaza kılar ve eksiğini gediğini kapamış olur.
Ayrıca, Hanefîlerde beş vakit farz namaz çok dikkatle kılındığı gibi, beş vakit namazın sünnetleri de kılınmalıdır. Bunların on iki rek’atı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından te’kitle emredilmiş, müekked sünnettir. İkindinin sünneti için böyle bir te’kit yoktur. Ama o da fedâildendir. Yatsının ilk dört rek’at sünneti de fedâildendir. O da Kütüb-ü Sitte’de yoktur; fakat Ali el-Kâri’nin Fethu Babi’l-İnâye adlı kitabında, Said b. Mansur’un Sünen’indeki bir hadise dayanarak kaydettiği üzere, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) yatsıdan önce de dört rek’at sünnet namaz kılmıştır.
Teheccüd namazı da çok önemlidir. Gecelerini teheccüd feneriyle gündüz gibi aydınlatmış olanların berzah hayatları da ışıl ışıl olacaktır. Teheccüd, berzah karanlığına karşı bir zırh, bir silah, bir meş’ale ve kişiyi berzah azabından koruyan bir emniyet yamacıdır. Her namaz, insanın öbür âlemdeki hayatına ait bir parçayı aydınlatmayı tekeffül etmiştir; teheccüd ise, berzahın zâdı, zahiresi, azığı ve aydınlatıcısıdır.
Kur’ân’da birkaç yerde teheccüde işaret edilmiştir. Mesela:
“Sana mahsus bir namaz olmak üzere gecenin bir kısmında kalkıp Kur’ân oku, teheccüd namazı kıl. Böylece Rabb’inin seni ‘Makam-ı Mahmûd’a eriştireceğini umabilirsin” (İsrâ, 17/79).
“Teheccüd namazı kılmak için yataklarından kalkar; cezalandırmasından endişe ederek, rahmetinden ümid içinde olarak Rabb’lerine dua edip yalvarırlar ve kendilerine nasib ettiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar” (Secde, 32/16).
“Sabah akşam Rabb’inin adını zikret! Gecenin bir kısmında da ona secde et, geceleyin uzun bir süre ona tesbih ve ibadet et” (İnsan, 76/25-26).
Teheccüd namazı iki rek’at kılınabileceği gibi, sekiz rek’at olarak da kılınabilir. Buharî ve Müslim’in rivayetine göre, Abdullah İbn Ömer, rüyasında iki dehşetli kimsenin gelip, kollarından tutarak kendisini derin, alevli bir kuyunun başına getirdiklerini ve atacaklar diye korkunca da “Korkma, senin için endişe yok” dediklerini Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) anlatır. Allah Resûlü, “İbn Ömer ne güzel insandır; keşke, teheccüd namazını da kılsa!” şeklinde tabir ve tevcihde bulunurlar. Allah, rüyasında İbni Ömer’e cehenneme ait bir berzah levhasını göstermiş ve ona hazırlık yapmasını iş’ar buyurmuştur.
Bunlara ilaveten, “duhâ” ve “evvâbîn” namazları gibi diğer nafile namazlar da farz namazlardan kalan eksik ve gediklerimize sargı vazifesi görecek, onları tamamlayacaktır. Allah (celle celâluhû) farzlardaki boşluklarımızı nafilelerle dolduracaktır.
Bunu teyit eden bir hadis-i şerifte anlatıldığı üzere, ahirette ilk defa soru sorulacak konuların başında namaz gelir. Cenâb-ı Hak “Kulumun namazı tamam mı?” diye sorar. “Tamam” derler, “O zaman o geçsin” buyurur. Eğer “Namazları eksik” denilirse, “Nafileleri var mı?” diye sorar. “Var” denilince “Nafileleri farzlar yerine koyun” buyurur. Rahmet-i ilâhî olarak, nafileler farzlardan noksanların yerine konur. Bunu da isterseniz, “Cebren li’n-noksan, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın iradesi ve meşîetiyle oluyor; yani, sargıyı ahirette Allah (celle celâluhû) sarıyor” diye yorumlayabilirsiniz.
Hâsılı, kalb inceliğimiz ve farzıyla nafilesiyle namazlara dikkat etmemiz, bu dünyada kulluk vazifesini yerine getirmemiz için bir aşk, şevk, güç ve moral kaynağı; ötede de ölümle başlayan ve cennete uzanan hatarlı yolda sadık bir yol arkadaşı ve şefaatçi olur. Namaz, bizi Yüce Yaratıcı’ya yaklaştıran bir vesile ve yerimizde durmamız için tutunacağımız kopmaz bir ip, çok sağlam bir tutamak ve bir kulptur. Namazın bizler için nezih hayat kaynağı ve fuhşiyâttan alıkoyan bir sur olduğunu da hatırlatıp, bunu ifade eden ayet-i kerimenin meâliyle bu bahsi kapatalım:
“Sana vahyedilen ‘Kitab’ı okuyup tebliğ et, namazı hakkıyla ifâ et. Muhakkak ki namaz, insanı, ahlâk dışı davranışlardan, meşrû olmayan işlerden uzak tutar. Allah’ı namazla anmak, elbette en büyük fazilettir. Allah bütün işlediklerinizi bilir” (Ankebût, 29/45).
Kaynak: Kırık Testi I, “Kalp İnceliği ve Namaz“