İçindekiler
Namazın on iki farzı vardır. Namazın farzları, namazın dışındaki farzlar ve namazın içindeki farzlar olarak iki gruba ayrılır. Namazın dışındaki farzlar, namazdan önce ve namaza hazırlık mahiyetinde olduğu için “namazın şartları” olarak adlandırılır. Namazın içindeki farzlar ise, namazın varlığı ve tasavvuru kendisine bağlı olduğu, yani bu farzlar namazın mahiyetini oluşturduğu için “namazın rükünleri” adını alır. Bunlar namazı oluşturan unsurlardır. Namazın farzlarından herhangi birinin eksikliği durumunda namaz sahih olmaz. Buna göre;
a) Namazın şartları
Hadesten taharet, Necasetten taharet, Setr-i avret, İstikbâl-i kıble, Vakit, Niyettir.
b) Namazın rükünleri
İftitah tekbiri, Kıyam, Kıraat, Rükû, Secde, Ka’de-i ahîre, şeklinde sıralanır.
Namazın Şartları
1. Hadesten Taharet
Hades, genel olarak hükmî kirlilik, hadesten taharet de bu hükmî kirlilikten temizlenme demektir. Abdestsizlik durumu yani namaz abdestinin olmayışı ve cünüplük hali, dini literatürde “hades” yani hükmî kirlilik olarak nitelendirilir.
Hadesten taharet, namaz abdesti olmayan bir kimsenin abdest alması, gusül yapması gereken bir kimsenin gusül etmesi yani boy abdesti alması demektir. Bu çeşit taharet, maddî kirleri giderme, beden sağlığını koruma gibi birçok yararı içinde bulundursa da, esas itibarıyla başka hikmetlere mebnî dinî muhtevalı ve ibadet içerikli (taabbüdî) bir temizliktir.
Bilinen namaz abdestinin olmaması durumu, küçük hades olarak; cünüplük, âdet görme (hayız) ve lohusalık gibi, gusül yapmayı gerektiren durumlar ise büyük hades olarak adlandırılır.
Cünüp olan kimseler, boy abdesti almadan namaz kılamazlar. Aynı şekilde âdet yahut lohusalık halinde olan kadınlar da bu halleri devam ediyorken namaz kılamazlar. Bu halleri sona erdikten sonra, namaz kılabilmek için boy abdesti almaları gerekir. Boy abdesti almak için su temin edemeyen veya su bulduğu halde bu suyu kullanma imkânı bulamayan- daha önce teyemmüm bahsinde geçmişti- kimseler teyemmüm ederler. Aynı durum, namaz abdesti almak için su bulamayan kimseler için de geçerlidir. Tilavet ve şükür secdesi için de hadesten temizlenmiş olmak yani abdestli bulunmak şarttır.
Özel durumlarında kadınlar namaz ve oruç gibi ibadetlerden muaftır. Kur’ân-ı Kerim’de hayız durumunun bir eza ve rahatsızlık hali olduğu bildirilmekte ve erkeklerin bu durumdaki eşleriyle cinsel ilişkide bulunmaları yasaklanmaktadır. (Bakara, 2/222) Peygamber Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) bu durumda olan kadınların namaz kılmayacaklarını ve oruç tutmayacaklarını açıklamıştır. Kadınlar bu dönemlerinde kılamadıkları namazları kaza etmeyecekler, fakat tutamadıkları oruçları kaza edeceklerdir.
2. Necâsetten Taharet
Necasetten taharet, vücut, elbise ve namaz kılınacak yerin, -insan kanı ve idrarı, at, koyun gibi hayvanların idrar ve dışkıları gibi- dinen pis sayılan şeylerden temizlenmesi demektir. Necaset (pislik) iki çeşittir:
a. Ağır Necaset (Necaset-i Galîza)
b. Hafif Necaset (Necaset-i Hafîfe)
Bu ayırım, pisliğin az veya çok oluşuna göre değil, namazın sıhhatine mâni olup olmayan miktarına göre yapılmaktadır. Yoksa pislik, ister galiz olsun, ister hafif olsun eşyayı kirletmekte birbirine eşittir. Meselâ, bunlar az miktarlardaki bir suyun içine düşseler, o suyu derhal necis (pis) ederler. Artık o sudan abdest almak caiz olmaz.
Hangi Şeyler Galiz (Ağır) Necâsetten Sayılır?
Galiz necâsetten sayılan maddeleri şöylece sıralayabiliriz:
- İnsan vücudundan çıkan ve abdest veya gusül almayı gerektiren her şey: idrar, dışkı, meni, mezi, vedi, kan, irin, sarı su, ağız dolusu kusmuk, hayız-nifas ve istihaze kanları gibi..
- Eti yenmeyen hayvanların idrarları, ağız salyaları ve tersleri.. Ancak eti yenmeyen hayvanlardan çaylak, kartal, atmaca gibi kuş cinsinden olanların pislikleri, hafif necâsetten sayılmaktadır.
Eti yenmeyen hayvanlardan, sadece kedinin salyası ve artığı temiz kabul edilmiştir. Kedi, insanlarla çok düşüp kalktığından, ev eşyasına her zaman dokunduğundan ve insanın elini, v.s. yaladığından, insanlara güçlük olmaması için, dinimiz onun salyasını ve ağzını pis saymamıştır. Nitekim Resulullah Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem), bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
“Kedi pis değildir. O sizin etrafınızda çok dolaşanlardandır.” (Ebu Davud, taharet, 38; Tirmizi, taharet, 69)
- Bütün hayvanların akan kanları..
- Eti yenen hayvanlardan tavuk, kaz, ördek ve hindi gibi kümes hayvanlarının tersleri..
- Eti yenen hayvanlardan serçe, güvercin gibi havada pisleyen kuşların tersleri, temiz kabul edilmektedir.
- “Meyte” tabir edilen leşler, yani, karada yaşayıp besmele ile boğazlanmaksızın ölen kanlı hayvanlar ve bunların tabaklanmamış derileri..
Hayvan boğazlanarak öldürülmekle beraber, bu boğazlama işlemi dinin tarif ettiği şekilde yerine getirilmemişse, bu hayvan da leş (meyte) hükmündedir, pis sayılır, eti de yenilmez. Hayvanı boğazlarken kasden, bile bile besmeleyi terk etmek gibi. Unutularak besmele terk edilmiş ise, bunda bir sakınca yoktur.
- Alkollü içkiler (şarap vs.). Sarhoşluk verici maddelerin içilmesi haram olduğu gibi, onların değdiği beden veya elbise ile namaz kılmak da doğru değildir. Zira bunlar necis (pis) hükmündedir. Alkol içeren maddelerden kaçınmak en selâmetli yoldur.
Galiz Necasetten Namazın Sıhhatine Mâni Olan Miktar Ne Kadardır?
Bu pisliğin, kuru veya yaş bir madde olup olmamasına göre, namazın sıhhatine mâni olan miktar değişir. Şöyle ki: Galiz necâset tabir edilen ağır pislik, kuru bir madde ise, bir dirhem, yani, üç gramdan az olmalıdır. Üç gramdan fazlası, namazın sıhhatine mâni olur. Eğer yaş bir madde ise, el ayası dediğimiz avuç içinden daha geniş bir alana yayılmamış olması şarttır.
El ayasından fazla bir kısmı bulaşmış olan pislik, namaza mânidir. Namaz kılabilmek için bu miktardaki pisliklerden temizlenmek farzdır. Bu miktarlardan aşağı olan pislikler, namazın sıhhatine engel teşkil etmez. Ancak yine de bu miktar pisliğin – eğer mümkünse – yok edilmesi sünnettir.
Hafif Necâsetten Sayılan Maddeler Nelerdir?
- Atların ve etleri yenen koyun, geyik gibi ehlî veya yabanî hayvanların idrar ve tersleri.. Katır ve merkep tersleri ihtilâflıdır. Bunları galiz necâset sayan olduğu gibi, hafif necâset sayanlar da vardır.
- Etleri yenmeyen hayvanlardan atmaca, çaylak, kartal gibi havada tersleyen vahşî kuşların tersleri.. Güvercin ve serçe gibi eti yenen kuşların tersi ise, temizdir.
Hafif Necâsetin Namaza Mâni Sayılan Miktarı Ne Kadardır?
Hafif necâsetlerde ölçü, pisliğin, bulaştığı elbisenin veya uzvun dörtte birini kaplamasıdır. Miktar dörtte birden az olursa namaza mâni olmaz. Çok olursa, namazın sıhhatine mânidir. Yıkamak farz olur. Ancak, ibâdete mâni olmayacak miktarda da olsa, galiz ve hafif her türlü necâsetten temizlenmek dinin ruhuna uygun bir davranış olur.
Peygamber Efendimiz, “Temizlik imanın yarısıdır.” (Müslim, taharet, 1) buyururken, temizliğe dikkat edenlerin kuvvetli bir îmana sahip olduklarına işaret etmiştir. Bu itibarla ister necâsetin galiz kısmından, isterse de hafif cinsinden olsun, kirlenen yerleri imkanlar ölçüsünde temizlemeye çalışır, her ne kadar namaza mâni olmayacak miktarda da olsa, yine tertemiz bir beden ve elbise ile ibadet etmeyi isteriz. Kaldı ki, namaza mâni olmayacak miktardaki pisliğin de temizlenmesi gerekir.
3. Setr-i Avret
Avret, insan vücudunda başkası tarafından görülmesi ayıp veya günah sayılan yerlerdir. Setr-i avret, avret sayılan yerleri örtmek demektir. Avret yerlerinin namazda olduğu gibi, namaz dışında da örtülmesi ve başkalarına gösterilmemesi gerekir.
Erkek için avret, yani örtülmesi gereken yerler, göbekten diz kapağının altına kadarki bölgedir. Buna göre diz kapağı da avretten sayılır, gösterilmesi caiz değildir.
Kadın için avret, yüz, el ve ayak dışındaki bütün vücuttur. Onlar, yüzlerini namazda örtmedikleri gibi, ellerini ve ayaklarını da açık bulundurabilirler. Saçlarıyla beraber başları, kolları ve bacakları örtülü bulunur. Buraları örtmek farzdır.
Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve selem) “Allah, büluğa ermiş kadının namazını başörtüsüz kabul etmez” (İbn Mace, taharet, 132; Tirmizi, salat, 160; Müsned, IV, 151, 218, 259.) ve “Kadın bulüğ çağına erince elleri ve yüzü dışında kalan yerlerinin başkasına görünmesi helal olmaz.” (Ebu Davud, libas, 31.) şeklindeki hadisleri göz önüne alınınca, başörtüsüz kılınan namazın geçerli olmayacağı anlaşılır.
4. İstikbâl-i Kıble
İstikbâl-i kıble, namaz kılarken kıbleye yönelmek demektir. Müslümanların kıblesi, Mekke’de bulunan Kâbe’dir. Kâbe denilince sadece bilinen bina değil, bunun yanında, hatta daha öncelikle bu binanın bulunduğu yer kastedilir.
Kâbe’yi gözüyle gören kişi, bizzat Kâbe’ye yönelir. Kâbe’den uzakta olan kişinin ise yönünü Kâbe’nin bizzat kendisine denk düşürmesi şart değildir. Onun bulunduğu tarafa yönelir, yüzünü ve yönünü o tarafa çevirir. Namazda kalb, mâsivadan (Allah’tan başka her şeyden) sıyrılıp yalnızca Allah’a yönelmelidir. Elbette Allah herhangi bir yönle kayıtlı ve sınırlı değildir. Fakat, kalbin huzur ve sükûnetini sağlamak bakımından, namazda herkesin yöneleceği bir yönün tayin edilmesi, belirlenmesi gerekir. Zâhirde, yüzümüzü Allah’ın evi olan Kâbe’ye çevirdiğimiz gibi, bâtınen de, Allah’ın nazargâhı olan kalbimizi, gönlümüzü başka şeylerden çekip alarak, arındırarak yalnız Allah’a yöneltmeli, Allah’tan başka şeyleri kalbden atmalıyız.
Mümin, namaz için bütün hazırlıklarını tamamladıktan sonra, kıbleye yönelir. Zira o, -bazı zaruret durumları hariç- bütün namazlarında Kâbe’ye yönelmekle memurdur. Bu emir, “Her ne taraftan yola çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram tarafına döndür. Her nerede olursanız yüzünüzü ona doğru döndürün.” (Bakara, 2/149,150) ayetleriyle sabittir. Çünkü Kâbe, sırf Allah rızası için yapılmış bir Beyt-i Atik (en kıdemli ev); yeryüzündeki diğer mescitler de, ona teveccüh etmişlerdir. Kur’an-ı Kerîm, Hz. İbrahim ve İsmail’in beşerin kıyamete kadar yeryüzünde kıblegâhı, Sidretü’l-Müntehâya kadar da meleklerin metafı (tavaf yeri) olan Beytullah’ı taş taş üstüne koyup bina etmelerine atıfta bulunarak şöyle buyurmuştur:
“Biz, Beyt’i (Kâbe’yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim’in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrahim ve İsmail’e: ‘Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim’i temiz tutun!’ diye emretmiştik.” (Bakara, 2/125).
Mümin, bu kudsiyetteki Kâbe’ye teveccüh etmekle, sanki Allah’ın huzurunda içindeki bütün kötülükleri dökmüş, kendisini de o günahların başında ağlıyor görür ve düşüncede bir adım daha ileri atarak, ahirete gidiyor ve orada hayatının hesabını vermek üzere dimdik kıyamda duruyor gibi tasavvur eder.
5. Vakit
Namaz günün belli zaman dilimlerinde yerine getirilmesi gereken bir farzdır. Bu itibarla farz namazlar için vakit şarttır. Yine her bir farz namaza bağlı sünnet namazlar, vitir, teravih ve bayram namazları için de vakit şarttır. Bir farz namaz, vaktinin girmesinden önce eda edilemeyeceği gibi, vaktinin çıkmasından sonra da eda edilemez. Bir farz namazın vakit içinde kılınması “eda”, vakti içinde namazdaki herhangi bir eksiklikten dolayı tekrar kılınması “iade”, vaktinin çıkmasından sonra kılınması da “kaza” olarak adlandırılır.
Kaza, sadece beş farz namaz ve bir de vitir namazı için söz konusudur. Cuma ve bayram namazları ile sünnet namazlar kaza edilmez.
6. Niyet
Bütün ibadetlerde olduğu gibi namazda da niyet şarttır. Niyet aslen bir azimden ve kesin bir iradeden ibarettir. Kalbin bir şeyi kastetmesi ve bir işin ne için yapıldığını bilmesi demektir.
Namazla ilgili niyet, Yüce Allah’ın rızası için namaz kılmayı istemek ve hangi namazın kılınacağını bilmektir. Yapılan işlerin önemleri ve sevabları niyetlere göredir. İnsanın niyeti halis, sırf Allah rızası için olmalıdır. İnsan yapacağı bir ibadeti şuurlu bir halde yapmalıdır. Yapacağı işle, Allah rızası gibi, yüksek bir gaye gözetmeli ve gaflet içinde bulunmamalıdır.
Niyet kalbe aittir. Kalbden niyet olmaksızın dil ile yapılan niyet geçerli değildir. Namaza başlarken yapılacak olan niyetin illa dille söylenmesi yani niyet edilen şeyin telaffuz edilmesi şart değildir. Niyetin mahalli kalptir. Niyet, yapılacak olan şeyi kalbin kast etmesidir.
Hanefî fıkıh âlimleri kalbin kastettiği o ibadete, dilin tercüman olmasını müstehap görmüştür. Yalnız İmam Rabbani’nin bu konuyla ilgili bir görüşü vardır; “Gafletin hükümfermâ olduğu şu devirde, niyet ağızla yapılmamalı, dilin telaffuzu terk edilmeli. Çünkü ağız bunu söylerken, asıl kalp yapması gerekli olan kastı terk edebilir.”
Buradan hareketle, ağzı ile niyeti söylerken, kalbi ile de bu akdi yapacak ve namaz sonuna kadar şuurluca akdine sadık kalacak olanların Arapça veya Türkçe niyetini söylemesinde bir mahzur yoktur. Aksi halde, dil ile söyleyeyim derken kalp bundan gafil ise bu durum tehlikelidir. Bir müstehap yapayım derken, farz olan niyet terk edilmiş ve namaz batıl olmuş olur.
Namazın Rükünleri
1. İftitah Tekbiri
İftitah, “başlamak, kapıyı açıp girmek” anlamındadır. İftitah tekbiri (tahrime), namaza başlarken alınan tekbir olup “Allahu Ekber” cümlesini söylemektir.
Allah Resûlü’nün (aleyhissalatü vesselâm) tekbir alırken ellerini omuz hizasına kadar kaldırdığına dair rivayet bulunduğu gibi, kulak hizasına veya kulaklarının üstü hizasına kadar kadar kaldırdığına dair rivayetler de vardır. Bu rivayetlerin birleştirilmesi durumunda, tekbir alırken başı hafifçe öne eğerek başparmak kulak memesine değecek şekilde elleri kaldırmanın uygun olduğu belirtilmiştir.
Kalbe bütünlük kazandırmak, bulunduğu buudların üstüne çıkıp ayrı bir âleme girerek “Allahu Ekber” demek, namaz kılmak için bir başlangıç teşkil etmektedir.
Zira dikkat edilirse tarih boyunca tapılan putların, ilahlaştırılıp takdis edilen ve boyun eğilen kuvvetlerin, kendilerine körü körüne itaat edilen liderlerin ortak özellikleri, hep azamet ve kibirlilik, üstünlük ve yükseklik duyguları olmuştur. Bu yüzden “Allahu Ekber” diyerek namaza başlayan mümin, bütün cebbar ve mütekebbirlerin üstesinden gelmiş, onları dize getirmiş ve hiçbir zaman Allah’tan başka bir güç tanımadığını bildirmiş olur.
Dolayısıyla kendisini Allah’tan alıkoyan her şeyi arkaya atar, nazarını lâhut âleminin menfezlerine diker ve oradan gelecek şeyleri beklemeye durur. O, başka bir sözle namaza giremez. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem):
“Namazın anahtarı temizliktir. (Namaz dışı şeylerle meşguliyeti) haram kılan şey iftitah tekbiridir, (namaz dışı meşguliyeti) helal kılan şey (de sondaki) selâmdır.” (Ebu Davud, taharet 31; Tirmizi, taharet 3.)
buyurur ve bu hususa dikkat çeker. Başka bir hadislerinde ise: “Abdesti yerli yerinde almadıkça, sonra kıbleye dönüp “Allahu Ekber” demedikçe.. hiçbirinizin namazı tam olmaz.” (Nesei, tatbik 77; Darimi, salât 78.) buyurur. Bu yüzden namaza iftitah tekbiri ile girmek namazın bir rüknüdür.
Namaza başlarken “Allahü Ekber” (Allah Büyüktür) yerine “Allahü’l- Kebîr” veya “Allahü Kebîr” yahut yalnız “Allah” denilmesi de farz için yeterlidir. Bunlarda da Yüce Allah’ın şanını yükselten mana vardır. Fakat şu ifadelerle namaza başlanmaz: “Allahümmeğfîr lî(Allahım beni bağışla), Estağfirullah (Allah’tan bağışlanmamı taleb ediyorum), Eüzü Billah (Allah’a sığınırım), Bismillâh.” Çünkü bunlar birer dua sözleridir, yalnız tazimi ifade etmezler.
2. Kıyam
Kıyam “doğrulmak, dikilmek, ayakta durmak” demektir. Namazı oluşturan ana unsurlardan biri olarak kıyam, iftitah tekbiri ve her rekâtta Kur’ân’dan okunması gerekli asgarî miktarı okuyacak kadar bir müddet ayakta durmak anlamına gelir.
Hasta veya ayakta durmaya gücü yetmeyen kişiden kıyam vecibesi düşer. Bu kişi oturmaya güç yetiriyorsa, namazı oturarak kılar. Bu durumda oturma, o kişi için hükmen kıyam yerine geçer. Oturmaya da gücü yetmiyorsa, uzanarak veya ima ederek nasıl kılabiliyorsa o şekilde kılar.
Müminin, Rabbin karşısında el-pençe divan durarak huzura gelmesi, ona yeryüzünde iki ayağı üzerinde isbat-ı vücut eden ilk varlık olduğunu hatırlatır. Kimi mahlukat yerde sürünüp, kimisi de dört ayağı üzerinde iki büklüm yürürken, Cenab-ı Hak insana âdeta bir “elif” (harfi) gibi dimdik ayakta durmayı ve yürümeyi lutfetmiştir. O, en başta iç ve dışıyla ahsen-i takvime mazhar bir varlık olarak yaratılmıþtır. Cenab-ı Hak, onu camid kılıp cansız yapmamış; canlılar arasında şuursuz kılmamış; şuurlular arasında ona bir de akıl ve irade vermiştir. Yine onu kâfir topluluklar içine dahil etmemiş; aksine, onu temizleyip tasfiye ede ede insanlık mertebesine, ondan da müminlik mertebesine yükseltmiştir ki, bu haliyle âdeta onun her tekamülünde sırtında taşıdığı küfeye bir nimet daha koymuştur. İşte insan, kıyamda olduğu vakitte, küfesindeki bu nimetleri hatırlayıp, kendisini daima mahşerde hesap vermek üzere Rabbin huzurunda tasavvur edecek ve Rabbi’nin, “Hayatın boyunca alıp verdiğin nefeslerin hesabını ver.” sualini hatırlayacaktır.
3. Kıraat
Sözlükte “okumak” anlamına gelen kıraat, “Kur’ân okumak” demektir. Namazda bir miktar Kur’ân okumak gerekir. Namazda Kur’ân, kıyam halinde iken yani ayakta dururken okunur. Namazda okunması farz olan asgarî miktar, kısa üç ayet veya buna denk bir uzun ayettir.
Kıraat, nafile namazların, vitir namazının ve iki rekâtlı farz namazların bütün rekâtlarında, dört veya üç rekâtlı farz namazların ise herhangi iki rekâtında olması farzdır. Kıraatin ilk iki rekâtta olması ise vaciptir. İkinci rekâttan sonraki rekât veya rekâtlarda Fatiha suresini okumak Hanefî imamlardan nakledilen bir görüşe göre vacip, diğer bir görüşe göre ise sünnettir.
Kul, “Allahu Ekber” deyip, Allah’ın büyüklüğünü ilan ve itiraf ederek namaza başlar, kılacağı namazda şeytanın bir payı olmaması arzusuyla “Eûzu billâhi mine’ş-şeytânirracim Bismillahirrahmanirrahim” der ve şeytandan Allah’a sığınır. Bu söz, daha ilk başta insanın kendi aczini itiraf etmesi demektir. Namazda bu şekilde aczini itiraf eden bir insan, kırık kalbiyle Allah’a teveccüh eder. Diğer taraftan kul, okuduğu bu ayetlerle Allah’la (c.c.) konuşmuş gibi olur.
4. Rükû
Rükû sözlükte “eğilmek” anlamına gelir. Namazın ana unsurlarından olan rükû, kıyamdan sonra eller dizlere erecek şekilde öne doğru eğilmek demektir. Allah Resûlü’nün (aleyhissalatü vesselâm) uygulamasına en uygun rükû şekli, sırt ve baş düz bir satıh oluşturacak biçimde eğilmektir.
Yine rükûda bu kavisli duruş, iki büklüm yürüyen mahlukatın ibadetidir ki, mümin onu da hatırlar ve orada yaptığı dua ile sanki: “Sana hamdolsun Rabbim! Beni, iki büklüm yürüyen mahlukatın gibi değil de, elif gibi, dümdüz yarattın.. her ne kadar şimdi senin azamet ve ululuğunu ifade ve itiraf için eğildim ise de, yine doğrulacağım.” demek ister.
5. Secde
Secde sözlükte “itaat, teslimiyet ve tevazu içinde eğilmek, yere kapanmak, yüzü yere sürmek” anlamına gelir. Namazın her rekâtında belirli uzuvları yere veya yere bitişik bir mahalle koyarak iki defa yere kapanmak namazın rükünlerindendir. Allah Resûlü’nün (aleyhissalatü vesselâm) uygulamasına en uygun secde, yüz, eller, dizler ve ayak parmakları olmak üzere yedi uzuv üzerine yapılan secdedir.
Mümin, bütün bu manaları rükûda kalbinde duyduktan sonra, Rabb’inden gelen bir recâ (ümit) meltemi ile yeniden başını kaldırır ve yeniden O’nun rahmetine doğru nazar eder.
İşte kul, rükûdan tekrar doğrulurken bir inşirah hisseder, sonra da, Cenab-ı Hakk’a karşı şükranın ifadesi olarak yüzünü yere koyup secdeye kapanır. Bu defa da, Efendimiz’in: “Kulun Rabbine en yakın olduğu zaman secde halidir. Öyle ise secdede iken çok dua edin” (Müslim, salât 216; Ebu Davud, salât 152.) buyurduğu, Rabb’e en fazla yakın olma anını ihraz eder.
Orada da en az üç defa: Subhane Rabbiye’l-A’lâ “Yüce Rabbim, (her çeşit kusurdan) münezzehtir.” demek suretiyle Rabbi tazimde bulunur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem); “Allah’a secde et ve yalnızca O’na yaklaş” (Alak suresi, 96/19) emrine imtisal edip secde ediyor; bazen “Allah’ım! Büyük-küçük, evvel-âhir, gizli-açık bütün günahlarımı mağfiret buyur.” (Müslim, salât 216; Ebu Davud, salât 152.) diyerek kendinden geçiyor; bazen de: “Allah’ım! Sana secde ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Yüzüm de kendisini yaratıp şekillendiren, ona kulak, göz takan Yaratanına secde etmiştir. Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir!” (Müslim, salâtü’l-müsafirin 201; Tirmizi, daavat 32; Ebu Davud, salât 121; Nesei, iftitah 17.) şeklinde dua ederek Rabbine karşı tazimat ve tekrimatını ifade ediyordu.
Hasılı mümin, yaptığı bu secde ile, tıpkı Efendimiz’in kulluğuyla yükselip miracda Rabbisiyle görüştüğü gibi, bir görüşme ve mülâkat için O’nun arkasında ihraz etmesi gereken yeri ihraz edecektir. O, namazını eda ederken, bu muallâ mevkii ihraz etme niyetiyle kılmalıdır. Rabbisinin kendisine yaptığı emir ve teklifi, yine Rabbinin kendisine vadettiği şeyi elde etmek için yapan mümin, namazın bütün erkânında tatlı bir zevk ve namütenahi bir lezzet duyacaktır. Zira bu vaadin arkasında rızayı ilahiyi elde etme, cemal-i ilahiyi müşahede vardır ve bu büyük vazifeyi eda ederken de, rehber olarak önde Peygamber Efendimiz vardır.
6. Ka’de-i Ahîre
Ka’de-i ahîre “son oturuş” demektir. Namazın sonunda bir süre (teşehhüt miktarı) oturup beklemek namazın rükünlerindendir. İki rekâtlık namazlardaki oturuş, daha önce oturuş bulunmadığı için son oturuş sayılır.
Son oturuşta olması gereken asgari süre “teşehhüt” miktarıdır. Teşehhüt miktarı ise, “tahiyyat” duasını okuyacak kadar bir süredir.
Tahiyyatta, mirac; yani Resulü Ekrem’e, halkın yüz çevirmesine mukabil, gök kapılarının açılıp, sema ehlinin tebessüm ettiği ve Allah’ın “Buyur ey kulum!” diye iltifatta bulunduğu kutlu yolculuk destanlaştırılmaktadır.
Evet, tahiyyat miracı anlatmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, kendi kendimize Rabbin huzuruna çıkmamız çok zor; ne kadar kulluk yapsak da, bizden evvel gelip geçen, iz bırakan ve bir şehrah açan Peygamber Efendimiz’e uğramadan, O’na selâm vermeden, O’nun aracılığını temin etmeden Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıkmak imkânsızdır. Onun içindir ki, Rabbimize karşı tahiyyatımızı, yani yaptığımız bedenî ve mâlî bütün ibadetlerimizi O’nun için yaptığımızı ifadeden hemen sonra, Resulü Ekrem’e selâm veriyor, “es-selâmu aleyke eyyühe’n-nebiyyü” diyoruz.
Bunun tasavvufta manası; günah ve seyyiatımızla Cenab-ı Hakk’ın huzuruna giderken Peygamber Efendimiz’in arkasında saf bağlama ve bu tatlı mülâkatta konuşulan şeylere kulak kesilme, ne dendiğini anlamaya çalışmadır. Orada, miracın bir semeresi olan namazın alınması ve ümmet-i Muhammed’e hediye edilme muamelesi anlatılır. Orada önce Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Tahiyyat, tayyibat ve salavat Allah içindir.”, yani; zerrat-ı vücudumuzla yaptığımız bütün ibadetler, kazanıp topladığımız maldan sarf ettiğimiz şeyler Sanadır ve Senin rızan içindir Allah’ım! Ben, böylesine ahd ü peymanımı ve sadakatimi dile getirmek için huzuruna geliyor, bu sözlerle seni selâmlıyorum der ve Allah’a (c.c.) selâm verir.
Cenab-ı Hak da, kendisine bu şekilde selâm sunan Habibine: “Ey Nebi! Selâm, Allah’ın rahmet ve bereketi senin üzerine olsun.” sözleriyle mukabelede bulunur ve âdeta, “Ey şanı yüce Nebi! Selâmına mukabil sana da selâm olsun.” der.
Bütün bu konuşmalar, aklın almayacağı, mekânın var mı, yok mu idrak edilemeyeceği bir makamda cereyan ederken melekler: “Selâm bizim üzerimize ve Allah’ın salih kulları üzerine de olsun.” der ve bu sözlere kulak kesilirler. En sonunda Cebrail (aleyhisselâm), bu senfonizmaya tatlı bir hava ve bir âhenk katar, arş ve ferşi çınlatacak şekilde “Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur, yine şehadet ederim ki Muhammed, Allah’ın Resulü’dür!” der; Allah’ın, Mabud-u Mutlak ve Maksud-u bi’l-İstihkak olduğunu; Peygamber Efendimiz’in ise, şanı yüce bir nebi olduğunu bütün yer ve gök ehline haykırır.
Kaynak: Bir Müslümanın Yol Haritası.