Konuşma, yürüme, oturma gibi eylemlerde naziklik, zariflik, incelik, kibarlık, özen gösterme, terbiyeli ve edepli olma gibi anlamlara gelen nezâketin zıddı kabalık, sertlik, haşinliktir.
İnsanî ilişkilerin kaba ve keskin hatlarla şekillendiği, ruhun yalnızlığa mahkum edilerek maddenin, kelime dağarcığımızdan davranış kalıplarımıza kadar her şeye hakim olduğu, hükümlerin önyargı destekli siyah-beyaz mantığıyla verilip nüansların kaybolduğu günümüz dünyasında, nezâket ve kibarlığın ne kadar önem arz ettiği izahtan varestedir. Değer mefhumunun sahip olunan eşya ve marka ile paralellik arz ettiği, kelâmın cedel mantığı çerçevesinde kullanılıp argo ile yoğrulduğu, insanî ilişkilerin, güç, kuvvet, statü ve menfaat anlayışı içinde oldukça sığ cereyan ettiği bir toplum hayatı ne büyük bir kaostur!
İncelik ve nezâket, toplum fertleri arasındaki insanî ilişkileri geliştiren, insanları bir birine sevdirip kaynaştıran ve özlenen dengeli bir sevgi toplumunun oluşmasında temel basamak teşkil eden önemli bir iksirdir.[1]İbrahim Refik, Edep Ya Hû, 26.
Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) nezâketi ile de insanlığın örnek modelidir. O’nun eşsiz nezâketi şöyle anlatılır: Kendisine bir şey soranı can kulağıyla dinler, soru soran yanından ayrılmadıkça, onu terk etmezdi. Birisi O’nunla tokalaşsa veya bir kimse tokalaşmak için elini uzatsa karşısındaki kişi elini çekmedikçe O elini çekmezdi. Arkadaşları arasında ayaklarını uzatmazdı. Karşılaştığı kimseye önce kendisi selâm verirdi. Kendisini ziyarete gelenlere ikramda bulunur, oturmaları için çok kere hırkasını sererdi.
Bazen de altındaki minderi misafire verir, üzerine oturması için işaret eder, kendisi açık yere otururdu. Ashabına güzel unvanlar verirdi, onlara şeref kazandırmak için hoşlarına giden isimle hitap ederdi. Kimsenin sözünü kesmez, konuşmasını yarıda bırakmazdı. O ne bir hizmetçiyi ne de ev halkından birini dövmüştür. Hz. Enes’in ifadesiyle bir fiske bile vurmamıştır. Hatta sinirlendiği için elini sertçe bir şeye bile vurmamıştır.
Bu nezâket asırlar boyunca, başta tasavvuf ehli olmak üzere, Müslümanlar tarafından titizlikle takip edildi. Mevlevîlerden bir iki örnek verelim: Tasavvuf erbabının son halkasına yetişen Abdulbaki Gölpınarlı, çocukluk günlerindeki durumu şöyle anlatıyor: Edep ve nezâket, yemede, içmede, oturmada, kalkmada, yürümede, yatmada, konuşmada, ibadette… hasılı her şeyde vardır. Çocukluğumu hatırlarım, biraz hızlı yürüsem, ayağımı yere vurarak bassam, kızarak, paylayarak değil, inandırarak, anlatarak “Ne yapıyorsun Baki, o nasıl geziş?” derlerdi. “Her şeyin canı var yavrum, tahta incinmez mi? Bak yerlere döşenmiş, bizi üstünde gezdiriyor, bizim de ona hürmet etmemiz, onu incitmememiz gerekmez mi?”
Yemekte ağzımı fazla şapırdatamazdım, yüzüme bakmaları yeterliydi. Çünkü yemekte kimseden ses çıkmazdı. Bardağı yere korken ses çıkarmak ayıptı. Bardak ve konduğu yer incinmemeliydi. Hem de bardakla görüşmeden, yani bir kenarını öpmeden su içmek ya da içtikten sonra görüşmeden yere koymak ne kötü şeydi. O, derlerdi, bize hizmet ediyor bizim de ona izzet etmemiz lazım.
Her gece yatarken ve sabahleyin kalkarken yastığımı öper, üstüme yorganı çeker, yahut üstümden atarken onunla görüşürdüm. Uyuyan kimsenin uyandırılması gerekirse yastığına hafifçe vurularak hafif bir sesle “Agâh ol erenler.” denilirdi. Evimizde bağırarak konuşulmaz, biri söylerken sözü kesilmez, kalabalık olduğu zaman bile guruplar halinde görüşmeler olmazdı. Kulağa fısıldamak, kahkahayla gülmek gibi şeyler evimize giremezdi bizim. “Ben” diyemezdik, “fakir” derdik. Şayet ağızdan “ben” sözü kaçsa derhal ilave edilirdi: “Benliğime lânet!”
Gelen misafirin ayakkabıları kapıya doğru çevrilmez, içeri doğru çevrilirdi. Kapıya doğru çevirmek bir daha gelme demekti. Bir de içeriye çevrilen ayakkabıları giyen, evdekilere arka çevirmeden giymiş olur ve arkasını çevirmeden kapıdan çıkardı.
Yüze tokat vurulmaz, insana hiçbir suretle sövülmez, insanın her şeyi mukaddes sayılırdı. Tıraş esnasında dökülen saçlar bile toplanıp ayak değmez bir yere gömülürdü. Bütün bu ve benzeri edeplerde çıkış noktası, her şeyin canı oluşu, bizden ayrı olmayışı ve insanın mukaddes bir varlık bulunuşuydu.
Kapı çarpılarak gürültü ile örtülmez, yavaş örtülürdü. “Kapıyı kapat!” denmez, “kapıyı ört” veya “kapıyı sırla” denilirdi. Allah kimsenin kapısını kapatmasın! “Lambayı söndür” denmez, “Lambayı dinlendir.” denilirdi.[2]A. Gölpınarlı, Mevlanadan Sonra Mevlevilik, 220.
Dilde Nezâket
Ruhun, iradenin, tevazuun ve üslubun hakkını vermeyenler nazik olamazlar. Çoğu kalpler, dil kullanmada hassas olamayan kişiler tarafından kırılır. Mevzu, makam ve muhataba göre nasıl bir üslup kullanılması gerektiğinden habersiz olan insanlar, gönül çamlarını ard arda devirdiklerini fark edemezler.
Sözlü veya yazılı dilde nezâketin ihlali, daha çok her akla gelen şeyi söyleme sathîliğinden kaynaklanır. İç-dış bütünlüğü, samimiyet önemsizdir demiyoruz, ancak pervasız bir üslubun da samimiyetle alâkası yoktur. Gelişigüzel beyanlarda bulunmaya alışmış bir insan, fıtratı bahane edemez. Dobra dobra konuşmak için muhatabı tahkir etmeye gerek yoktur. Kılı kırk yararcasına üsluba dikkat etmek ise, tam bir irade meselesidir. Evet, ahmağın kalbi dilinin ucunda, akıllının dili sinesinin en uç burcundadır.
Demek ki kalp dilin ucunda olmamalı, dil kalbin gerisinde olmalıdır. Her doğruyu her yerde söylememek için dil, kafadan büyük ve uzun olmamalı, kalbin emrine girmelidir. Gıybetten kaçınmak için de bu gereklidir. Çünkü bazen ağza gelen kusmuk gibi ifadeler yutulmazsa, iradenin hakkı verilmemiş olur. Zehir zemberek gibi bu ifadeleri yutmak, gerçekten yiğitlik ister. “Dilin kemiği yoktur” denir, ama dizginlerin kalbin eline nasıl verildiği öğrenilebilir. Ancak bundan sonra, dil şahlandıkça kalp dizginleri çeker. Zaten bir süre sonra dil yatışır, irade ellerini beline koyar ve bir matador edasıyla başını sallayarak bu manzarayı seyreder.
Sohbetlerde münâkaşa tuzağına düşmemek için de nezâkete dikkat edilmelidir. Muhatabımızın düşünceleri farklı olduğu için gereksiz tartışmalara girmenin hiç kimseye faydası olmaz. Zihnî modeller münakaşayla değil, müzakere ve musahebeyle değişir. Önemli olan, aklı ilzam etmek değil, gönlü tatmin etmektir. Bu da ancak halis bir niyetle, diyaloğu, başarılı ve zekice kontrol edip yönlendirmeye bağlıdır. Karşımızdakinin kalbine girmek istiyorsak, ihtilaflı noktaları öne çıkararak enaniyetini tahrik etmemeli, ortak noktalardan hareket etmenin yollarını aramalıyız. “Sana katılmıyorum.” demektense, “Şu görüşünüze katılıyorum. Bu hususta ise şöyle düşünüyorum” demek daha makul değil midir?
Nezâketsizliğin muhtemelen iki sebebi vardır. Birincisi tecrübesizliktir. Kime, neyi, nasıl beyan edeceğini bilmeyen insanlar, çoğu zaman nazik olamazlar. Bunun izalesi kolaydır. Sağlıklı bir eğitim ve medya yoluyla, insanlarda iletişim ve nezâket şuurunu geliştirmek mümkündür. Sosyal münasebetlerde, örnek şahsiyetlerin davranış ve beyanlarına da dikkat çekmek, bu tecrübe ve hassasiyeti kazandırmaya yardımcı olabilir. İkinci sebep gururdur. Her diyalogda kendisini “buyurma”, karşısındakini de “arz etme” makamında gören bir kişideki gariplik hemen sezilir. Bu hiyerarşiyi kurmasını beceremeyince kullandığı tevazu taktiği de ağır kaçar, zira tevazua niyet edilmez, mütevazı olunur. Olmadan görünmeye çalışılırsa yapmacıklık doğar.
Başkalarını hor görme müptelası olan bir insan ise ne mütevazı olabilir ne de nazik. Bu hastalıktan kurtulmak pek kolay değildir, zira gururun madeni kalp zaafıdır.
Kaynak: Bir Müslümanın Yol Haritası
Dipnotlar