İçindekiler
Daha önce ki yazımızda da geçtiği üzere insan, ruhla cesetten mürekkep bir yapıya sahiptir. Bu yapıdaki her iki unsur, insanı kendi yörüngesi etrafında döndürmeye çalışmaktadır. Bu ikisinden biri olan madde, şehevî ve behîmi arzulardır. Yani insanın ceset itibarıyla sahip olduğu, Kur’ân’ın da bize şu cümlelerle tanıttığı yönüdür:
“Andolsun ki biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.” (Hicr, 15/26);
“Onlara bir sor bakalım: Yaratılışta kendileri mi daha kuvvetli, yoksa bizim yarattıklarımız mı? Gerçekten biz onları yapışkan çamurdan yarattık.” (Saffat, 37/11);
“O, insanı bardak gibi (çınlayan) kupkuru bir balçıktan yarattı.” (Rahman, 55/14)
İnsanın diğer bir yönü ise, ona yaratılış gayesini hatırlatan, onu Rahmanî şeyler yapmaya sevk eden, manevî âlemleri seyrettirmeye vesile olan, aç-susuz kalmasına rağmen tarif edilemeyen lezzetler hissettiren, kötülükleri hoş göstermeyip ondan kaçımayı ve hoşlanmamayı ihsas ettiren vs. rûhî tarafıdır.
İnsanın üzerinde ruhun hakimiyeti zayıflar veya ceset hakim duruma geçerse, o zaman insan lezzet ve şehvetlerinde dolu dizgin gider. Aklın hududunu, dinin çizdiği sınırları hiçe sayar, âdeta zihni gücünü, yiyeceğin çeşidini, içeceğin türlüsünü elde etmeye harcar. Bütün tasası şehevî arzularını kamçılayacak maddeleri bulma, acıktırıcı, hazmettirici, iştah açıcı yolları öğrenmek olur.
Böylece ilmin, kültürün ve medeniyetin zirvesine çıktığı halde değirmen merkebinden, saban öküzünden farksız hale gelir, yemek odasıyla ayak yolu arasında mekik dokur durur. Bundan başka da ne bir prensipten ne de ikinci bir hayattan haberi olur ve bu ikisinin arasında dolaşıp durmaktan gayri bir şey tanımaz, kendisinde de yeme içme arzusundan başka, zevk ve safa duygusundan gayri, yemek için kazanma kaygısının dışında her şey ölür gider. Kur’ân’ın tasvirinden daha doğru ve daha ince tasvire imkân olmadığına göre sözü yine ona bırakalım:
“Küfredenlere gelince, onlar dünyada sadece zevk u safa sürerler, davarların yediği gibi yerler. Onların yeri de ateştir.” (Muhammed, 47/12)
Oruç Cenab-ı Hakk’a Kavuşmayı Hatırlatır
Oruçlunun her saati, her saniyesi Allah’ı ve Allah’ın nimetlerini hatırlatması ve netice itibarıyla de en büyük nimet olan Allah’a lika (kavuşma) nimetini hatırlatması itibarıyla çok kıymetlidir. Oruç bu fonksiyonunu iki türlü eda eder. Bunu, lezzetlerin zevaliyle zeval bulmayacak nimetlere iştiyak ve yine elemlerin zevaliyle gelen lezzet şeklinde özetleyebiliriz.
Sabahtan akşama kadar aç ve susuz olan insan zahiren sıkıntı çekse de, bu ibadetin getireceği uhrevî semere (lika) bu elemleri unutturur. Oruçlu, bütün gün şehvetini, yemesini ve içmesini hoşnutluğunu elde etmek için bıraktığı Rabbisine kavuşmayı düşünür. Bu düşünce sayesinde hayatının bütün fakülteleri istikamet dairesinde cereyan eder. Rasulü Ekrem de “Oruçlu için iki sevinç zamanı vardır. Birisi iftar ettiği, diğeri de Rabbiyle buluşacağı zamandır.” (Buharî, tevhid 35; Müslim, sıyam 164; Tirmizi, sıyam 55.) buyurmaktadır.
Oruç İnsanı Melekiyete Yükseltir
İnsanda melekî ve behimî olmak üzere iki yön vardır. İnsan hayvânî hislere ters istikamette yürüdüğü zaman melekî yönünün geliştiğini ve hayvanî tarafının azaldığını vicdanen hisseder. İnsan, meleklerin altında, diğer canlıların ise üstünde yaratılmıştır. Fakat Allah onu, yüceler yücesi bir makam ile aşağılar aşağısı bir noktaya uzanan çizgide yol almaya muktedir kılmıştır. Dolayısıyla insan yer yer melekler âlemini aşar, derece itibarıyla onları geride bırakır. Zaman zaman da şeytanların altında bir yere sukut eder.
“Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına atıverdik. Yalnız inanıp iyi işler yapanlar hariç. Onlar için kesintisiz bir mükâfat vardır.” (Tin, 95/4-6)
İnsanı meleklerden ayıran özelliklerden birisi, onun nefis sahibi olmasıdır. Meleklerde yeme-içme, evlenme, Allah’a isyan etme vs. gibi davranışlar söz konusu değildir. Yaratılış icabı onlar masum, her an Allah’a tesbih ve taatle meşgul varlıklardır.
“Ondan önce söz söylemezler ve onlar O’nun emriyle hareket ederler. (Allah) onların önlerinde ve arkalarında ne varsa (ne yapmış, ne etmişlerse) bilir. (Allah’ın) razı olduğundan başkasına şefaat edemezler ve onlar, O’nun korkusundan tir tir titrerler.” (Enbiya 21/27-28)
İnsana gelince, o hayatiyetini ancak yeme-içmeyle devam ettirebilir. İsyan etmesi, kusur yapması her zaman için muhtemeldir. Ama oruç tutan bir mü’mine gelince o, sabahtan akşama kadar yemeyip içmemesiyle, şehvetine hakim olmasıyla, gıybet ve zulümden kaçınmasıyla âdeta melekleşir. Hatta o bu davranışıyla melekleri bile geride bırakır. Cenab-ı Hakk, meleklere karşı böyle olan mü’min kullarıyla iftihar eder, onları meleklere örnek gösterir. (Terğib, 2/99)
Oruç Nimetlerin Değerini Öğretir
Cenab-ı Hakk, küre-i arzı bin bir çeşit nimetlerle donatmış ve onu yeryüzünün halifesi olan insanın emrine musahhar kılmıştır. Her gün önümüze âdeta semadan bir sofra indirilip diğeri kaldırılmakta, o kaldırılırken de hemen arkasından başka biri gelmektedir. Yaz, bahar, kış, sonbahar demeden ağaçlar meyve vermekte; sema, dolu dolu etekleriyle mücevherler göndermekte; zemin, çeşit çeşit nimetler fışkırtmaktadır. “Semada rızkınız ve size va’dolunan şeyler vardır.” (Zariyat, 51/22)
Yer ve gök insanın emrine sunulmuştur. İnsanlar, bu sayılamayacak kadar fazla olan nimetlerin içerisinde yüzerken, çoğu kez bu nimetlerin farkına varamamaktadırlar. O mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler. Denizin içindedirler ama, yüzmeyi kolaylaştıran sudan habersizdirler. Nimetler içinde yüzen insan, oruçla onların kıymetini ve ehemmiyetini anlar, şükrünü eda etmeye çalışır.
Oruç İnsanı İktisada Alıştırır
İslâm’daki oruç ibadeti, insana güzel bir haslet olan iktisat düsturunu öğretir. Oruç, insanlara iktisadı öğreten bir muallim mevkiindedir. İstediği şeyi aklına geldiği zaman hiçbir sınırlama getirmeden yapmaya alışan kişi, oruçlu olduğu zaman mecburen onu yapamayacaktır. Mesela her aklına estiği zaman yemek yiyen, maddî olarak vücudunun arzularına boyun eğen insan, oruçlu olduğunda mecburen akşamın olmasını bekleyecek, dolayısıyla bu beklemeyle o, iktisat etmeyi öğrenecek, sorumsuzca yaşamaktan uzaklaşmış olacaktır.
Oruç Ruhu Olgunlaştırır
İnsan, beden-ruh ikilisinden mürekkep bir varlıktır. Bedenin bir kısım ihtiyaç ve istekleri olduğu gibi, ruhun da kendine göre istekleri vardır. İnsan cismaniyeti itibarıyla küçük bir varlıktır; ama ruhî melekeleri yönüyle o, sonsuzla kucaklaşma yarışındadır. Sınırsız meyilleri, arzuları, istekleri, duyguları, hayalleri, düşünceleri ve fikirleriyle insan sanki kainatın küçük bir fihristi hükmündedir.
İşte böyle bir insanın ruhî yönünü ve bütün istidatlarını inbisat ve inkişaf ettiren meyillerinin, emellerinin tahakkukuna vesilelik eden, fikirlerini genişletip intizama tâbi tutan, şeheviyye ve gadabiyye gibi kuvvelerini zabt u rabt altına alan; insanı, mukadder olan kemalatına ulaştıran ve onu Rabbine rabteden en ulvî ve en yüksek irtibat ameliyesi ancak ve ancak ibadettir. (Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İcaz, s 94)
Dolayısıyla bir ibadet şekli olan oruçta bütün bu hususiyetler mevcuttur. Peygamber Efendimiz bir hadislerinde: “Her şeyin zekâtı vardır, bedenin zekâtı da oruçtur. Oruç ise sabrın yarısıdır.” (Tirmizi, daavat 86; İbni Mace, sıyam 44) buyurmaktadır.
Namaz dinin direği, oruç ruhun direği ve gıdası, zekât da cemiyetin direğidir. Yani namazsız dinin, oruçsuz ruhun, zekât vermeden de cemiyetin ayakta durması zordur. Yemek cesedi beslediği gibi, oruç da ruhu besler. Yemek yenmeyince hayatı devam ettirmek nasıl zor ise, oruç tutmadan da ruhanî hayatı devam ettirmek o kadar zordur.
Bu sebepledir ki, insanı ruhanîleştirmeyi hedefleyen bütün dinlerde, şekil farklılıkları bir tarafa bırakılacak olursa, oruç önemli bir esas olmuştur. Hatta insanları olgunlaştırmada rehberlik eden bütün peygamberler, böyle bir misyonu yüklenmeye hazırlanma dönemlerini hep oruçlu geçirmişlerdir. Bu da, yine orucun insanı olgunlaştırmadaki tesirini gösteren ayrı bir delildir.
İnsanlarda ruh cesedin, ceset de ruhun namına gelişir. Ruhanî yönleri itibarıyla gelişmek isteyenler mutlaka oruç tutmalıdırlar. Veya şöyle söyleyelim: Oruç tutmayanlar, cesetlerinin altında kalır ve istenen ölçüde ruhanî olgunluğa ulaşamazlar…
Oruç Nefsi Gemler
Nefsin dizginlerini elde tutmak, insanlar için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Zira nefsin istek ve alışkanlıkları, insan için öldürücü birer zehir ve insanı aşağılara çeken ağırlıklar gibidir. Nefis daima insana kötülüğü emreder. Hz. Yusuf, “Doğrusu, ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç, nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevk eder. Doğrusu Rabbim gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur)” beyanıyla nefsi en güzel şekilde tanıtmaya çalışmıştır.
Nefis, verdikçe büyüyen, büyüdükçe isteyen bir özelliğe sahiptir. Peygamberimiz (aleyhissalatu vesselâm) da bir dualarında,
“Ey Allah’ım, âcizlik ve tembellikten, korkaklık ve cimrilikten, yaşlılık ve kabir azabından sana sığınırım. Ey Allah’ım, nefsime takvayı nasib eyle. Onu tertemiz yap. Zira sen temizleyenlerin en hayırlısısın. Sen onun (nefsin) efendisi ve sahibisin. Ey Allah’ım, fayda vermeyen ilimden, haşyet duymayan kalbden, doymayan nefisten, kabul olmayan duadan sana sığınırım.” (Müslim, zikir 73)
buyurmaktadır. Başka bir dualarında ise nefsin şerrinden, kötülüklerinden, başına getireceği gailelerden Allah’a sığınmıştır. (Tirmizi, daavat 14)
Bu anlamda insanı büyük tehlikelere sürükleyen zina hadisesine karşı oruç bir kalkan hükmündedir. Evlenme imkânı olmayanlar, Allah Resulü’nün (aleyhissalatu vesselâm) tavsiyesine göre oruç tutmalıdır. Zira oruç günahlara karşı bir kalkandır.
Evet, nefsi kontrol altına almanın sembolü oruçtur. Bunun içindir ki, farz olan oruç, dinin temel rükünlerinden biri olmuş, insanın İslâm’ı nefsinde uygulamasının pratik ifadesi olan takvaya gerçekten ulaştıran yollardan biri sayılmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi (günahlardan) korunmanız için size de farz kılındı.” (Bakara 2/183)
Hasılı; oruçla insan, kendi nefsini Cenab-ı Hakk karşısında serkeşlikten kurtarır ve itaat eden bir kul haline getirir. Oruç tutan herkes, oruçlu olmadığı günlere nisbeten, daha bir melekleştiğini vicdanında hisseder. Yine herkes anlar ki, izin verilmedikçe en küçük bir şeyi dahi yapamaz, elini suya uzatamaz.. ve bu vesileyle de kendinin mâlik değil memlük; hür değil kul olduğunu anlar. Neticede nihayetsiz aczini, fakrını, kusurunu görür ve bir şükr-ü manevî eliyle rahmet kapısını çalmağa hazırlanır. Yeter ki onu dinin verdiği ölçüler içinde tutsun…
Oruç İnsanı Günahlara Karşı Korur
Günah bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla bir zıtlaşmadır. Günaha giren kimse, kendini vicdanî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün ruhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir mazlum ve mağdurdur. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık ne bir irade, ne bir direnme, ne de kendini yenilemeye mecali kalmaz.
Yığın yığın günah vardır insanın geçip gittiği yollarda. Bu yollarda birer kobra gibi gözetler insanoğlunu günahlar.. birinden kurtulması mümkün olsa bile, diğerlerine kendini kaptırmadan yoluna devam etmesi bir hayli müşküldür. Polat gibi sağlam irade gerektir ki, aşılsın bu yollar. Yoksa diferansiyeli bozuk bir araba ile en sert virajları aşma gibi olacaktır ki, hangi çukurda gidip duracağını söylemek, her hâlde kehanet sayılmaz…
İşte bu tehlikeye karşı oruç, kefil ve bir teminat hükmündedir. Bazı kimseler için, onları inhiraftan koruyucu bir sütredir. Masiyetlere karşı yapılmış bir tahşidattır. Evet o, bir kalkan gibi sahibini koruyan, onun cennete girmesine yardım için cennet surlarında sırlı bir kapı haline gelen ve elinde kâsesi bir sâki gibi ona kevserler sunan bir kutlu yoldaştır.
Allah Rasulü (aleyhissalatu vesselâm) şöyle buyurmaktadır:
“Ey gençler topluluğu! Evlenmeye güç yetirebileniniz evlensin. Zira bu (evlenme), gözü (haramlardan) koruyucu, ferci (apış arası) günahlara karşı muhafaza edicidir. Kim de evlenmeye muktedir değilse, o da oruç tutsun. Zira oruç, onun için bir kalkandır.” (Buharî, savm 10; Ebu Davud, nikah 1.)
Oruç bir temrindir; kişide cismani arzulara karşı koyma melekesini geliştirir. İnsan oruçlu olduğu anlarda her türlü negatif istek ve meyillere engel olmaya güç yetirdiği gibi, kazandığı bu dirençle oruçlu olmadığı zamanlarda da bu tür istek ve meyillerini zapt u rapt altına alabilir. Zira oruç sadece midenin aç bırakılması demek değil, aksine mide gibi bütün duygulara; göze, kulağa, kalbe, hayale ve sair maddî, manevî uzuvlara da oruç tutturmak, onları haramlardan, malayanî şeylerden çekmek ve her birisine mahsus ubudiyete sevk etmektir.
Bu şekilde bir oruç tutan insan, “helâl” endeksli bir hayat yaşar. Efendimiz’e ait şu hadisi bu espri içinde yorumlamak gerekir: “Kim ki bana iki çene (dil) ve apış arası mevzuunda söz verir kefil olursa, ben de ona cennet için kefil olurum.” (Buharî, rikak 23)
Dini hayatı kontrol altında tutmanın en etkili yolu oruçtur. Zira sürekli olarak midenin tok olması, insan vücudunun bütün organlarını, en yüksek enerji kapasitesine ulaştırır. Bu da nefsin arzu ve isteklerini, azgınlıklarının en son kertesine vardırır. O zaman da insanın dili çözülür, onu kontrol altına alamaz hale gelir. Evet, kontrolsüz dil, insanın ahiret hayatı için en büyük tehlikelerden biridir. Onu kontrol altına almanın tek çaresi ise nefsin arzu ve isteklerini kısıtlamak ve kesmektir. Oruç bu fonksiyonunu eda etmesi bakımından şayan-ı tavsiye tek reçetedir. Peygamberimiz’in şu hadisleri de bunu teyid etmektedir:
“İçinizden biri oruçlu olduğu günlerde başkasına çirkin söz söylemesin, bağırıp çağırmasın. Eğer biri ona söver veya elle sataşırsa, ‘Ben oruçluyum.’ desin” (Buharî, savm 9; Nesai, sıyam 42; Ahmed b. Hanbel, 2/273),
“Kim oruçlu iken yalan konuşmaktan ve kötü hareketlerden vazgeçmezse, bilsin ki Allah’ın onun yemeyi ve içmeyi bırakmasına ihtiyacı yoktur.” (Buharî, savm 8)
Hasılı; orucun en mükemmeli, mideye olduğu gibi, göze, kulağa, kalbe, hayale, fikre ve sair organlara da bir nevi oruç tutturmaktır. Yani onları haramlardan, mâlâyani şeylerden alıkoyarak her birisini kendilerine mahsus kulluğa sevk etmektir. Bunun yolu ise, insan vücudundaki en büyük fabrika mide olduğundan, oruç vasıtasıyla o kontrol altına alınabilirse, diğer azalar da kolayca ona tâbi kılınabilir. (Said Nursî, mektubat, 29. Mektub, 7. Nükte (s.423))
Oruç Emanete Riayeti Öğretir
Oruç, gizli ve aşikâr her zaman emanete riayet edilmesini öğretir. Zira Allah’ın helâl olarak kıldığı nimetleri yiyip-içmekten kaçınmayı sağlayacak, Allah’tan başka bir gözetici yoktur. Oruçlu, sabahtan akşama kadar Allah’ın hududuna riayet eder. Bütün imkânlar hazır olmasına, hiç kimse görmemesine rağmen mü’min, orucunu sürdürür. O, akşama kadar emaneti muhafaza hissiyle doludur. Oruca karşı gösterilen bu tavır, Müslüman’ın bütün hayatına akseder. Dolayısıyla oruç tutan insan, bütün hayatı boyunca kendisine emanet olarak verilen şeylere karşı son derece dikkatli davranır.
Oruç Ahde Vefayı Öğretir
Oruç, vefa duygusunun tezahür ettiği en güzel bir ibadettir. Zira oruç, Allah ile kul arasında yapılmış bir ahiddir. Kul, belirli zaman dilimlerinde belirli şeylerden vazgeçecek, dolayısıyla bu hareketiyle o, ahdinde vefalı olduğunu gösterecektir. Aynı zamanda insan, tuttuğu oruçlarla vefa duygusunu geliştirecek, vefa onun ayrılmaz bir parçası olacaktır. Bu durumu kazanan kimse, içtimâî, ailevî ve ferdî hayatında âdeta “vefa” dan bir abide haline gelecektir.
Oruç İnsana Müstağni Olmayı Öğretir
Oruçla insan, nefsin kendisine fısıldamaya çalıştığı şeytani vesveselerin önüne bir set çeker, onun zimamını kendi eline alır, nefsi yönlendirmeye çalışır. Zira o, yemeğe, kadına ve dünyaya karşı kapalı bir durumdadır. Böylelikle o, nefisten ve beşerî duygulardan gelecek baskılardan âzâde olarak, izzetli bir hayat tarzına sahip olur. Ve Cenab-ı Hakk’ın, mü’minlerin bir sıfatı olarak bildirdiği izzet duygusunu yakalamış olur. “İzzet (üstünlük) ancak Allah’a, resûlüne ve mü’minlere mahsustur.”(Münafikûn 63/8)
Oruç Sabrı Öğretir
Orucun en büyük faydalarından biri de şüphesiz insanı sabra alıştırmasıdır. Tuttuğu oruçla insan, bir sabır eğitimi görmüş olur. Zira o, acıktığında yemez, susadığında su içmez, kendisine yapılan kötülükler karşısında “Ben oruçluyum!” der, sabreder. Bu şekilde Rabbine doğru kanat çırparken, bir de sabrı kendine burak edinebilirse, Cenab-ı Hakk’ın maiyyetine erme şerefini elde eder.
Oruç Sıkıntılara Katlanmayı Öğretir
Her türlü nimetin içinde rahat bir şekilde hayatını devam ettiren kişinin bu durumu hep böyle sürüp gitmez. Zaman zaman, hiç beklenmedik bir yerde, beklenmedik bir zamanda fakirlik gelip başına konabilir. Beklenmeden gelen böyle bir durum karşısında dayanıklı olmak, sarsılmamak için önceden hazırlıklı olmak, vücudu böyle zamanlara göre de alıştırmak icap eder. İnsan zenginken, iflas edip fakirleşebilir, çıkan bir felâketle her şeyini kaybedebilir, meydana gelen bir harpte çeşitli sıkıntılarla baş başa kalabilir.
İşte bu ve buna benzer sıkıntılar karşısında zor duruma düşmemek, ümitsizliğe kapılmamak için oruç ibadeti, âdeta bir intibak eğitimi yaptırıp vücudu yeme-içme gibi en zarurî ihtiyaçlara sabrettirerek başına ansızın gelecek olan birtakım sıkıntılara karşı hazırlamış oluyor ki, bu hazırlıkla insan dünyanın değişik sıkıntılarına, zahmet ve külfetlerine daha kolay bir şekilde karşı koyabilir. Aynı zamanda oruç, sıkıntılar ve ızdıraplar karşısında, boynu eğilmeyen, kendine hakim olan, kendisine takdim edilen bir kısım vaadler karşısında gerçek ve hak bildiği herhangi bir prensipten asla taviz vermeyen mükemmel ve ideal insanlar meydana getirir.
Oruç İnsanı Nizam ve İntizama Alıştırır
Evet, oruçlu mü’min bir nizam ve intizam eğitimi yapar. Belirli vakitlerde yiyip, belirli vakitlerde kendini yeme-içmeden alıkoyması, namazlarına oruçlu olduğu zamanlarda daha da dikkat etmesi, bütün inananlarla aynı ânı bekleyip sahura kalkması, teravih namazını kılması vs. bunların hepsi onu intizama alıştıran ayrı ayrı birer vesiledir. Böylece mü’min, zamanını en güzel şekilde değerlendirerek, hayatını disipline etmiş ve ondan tam manasıyla istifade etmiş olacaktır.
Kaynak: Bir Müslümanın Yol Haritası