Âyet ve meâli şöyledir:
يَٓا اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُۜ وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَايَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ
“Ey Peygamber! Rabb’inden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri muradlarına erdirmez.” (Mâide, 5/67)
Her şeyden önce, tebliğ vazifesi çok ciddi bir mesuliyet ve pek ağır bir sorumluluktur. Denebilir ki, peygamberlik pâyesine yükseltilmiş ve o pâyeye uygun bir donanımla yaratılmış bir insanın varlığının gayesi tebliğdir. Bu açıdan, bir peygamber “Ben başka işler de yapayım; bu arada risalet vazifesini de yerine getireyim.” demez/diyemez. Cenâbı Hak, bir insana iffet, fetânet, sıdk ve sadâkat, emniyet, güzel örnek olma, istikâmet, rabbânîlik, hasbîlik, ihlas, çok aşkın bir tebliğ kabiliyeti… gibi üstün kabiliyet ve istidatlar bahşetmiş, sonra da onu peygamberlikle şereflendirmişse, bu özel bir vazife için donanmış olmayı ve o peygamberin hususiyle o iş için yaratıldığını gösterir. Her peygamber bu özel donanımın farkında olarak yaşamıştır. Belki başlangıçta, kuşku, endişe, korku ve telaş hissi az da olsa duymuşlardır. Fakat işin içine girince artık görmüşlerdir ki, (tabiri caizse) bu işten kurtulma, bir kenara çekilme imkanı yoktur. Onlar için mecburi istikamet, risalet yolunda yürümektir.
İşte ayeti kerimede “Ey Peygamber! Rabb’inden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun.” Yani, “Senin konumun risalet konumudur. Peygamberlikle alakalı hususların gereğini tam eda etmediğin takdirde konumunun hakkını vermemiş olursun.” deniliyor. Ayeti böyle anlamazsak, hâşâ Kur’an’ın kelimelerinde haşiv (lüzumsuz ve fazlalık söz) var zannederiz. Her ne kadar meâl verirken, meseleyi belli kısaltma ve tasarruflarla ifade ediyorsak da ayetten asıl anlaşılması gereken “Eğer tebliğ vazifesinde bulunmazsan, tebliğini yapmamış olursun.” demek değildir; “Tebliğ vazifesinin bütün gereklerini yerine getirmezsen, konumunun hakkını, peygamberlikle donanmış olmanın hakkını vermemiş olursun.” demektir. Yani, “Sen bazı endişelerden tam tecerrüd etme ve bazı şeylere de im’anı nazarda bulunma konumundasın. Öyleyse, “Rabb’inin yüce adını zikret, fânilere bel bağlamaktan kurtul ve bütün gönlünle yalnız O’na yönel.” (Müzzemmil, 73/8) Burada seçimini her şeyi terk etmeye ve sadece Allah’a yönelmeye bağla.” demektir.
Bütün peygamberler gibi Rasûlü Ekrem (aleyhi ekmelüttehâyâ) da konumunun farkındadır.. farkındadır; ama vazife mahalli olan dünya pek müthiştir. İçinde yaşadığı toplumda ahlak öyle bozulmuş, çirkin huylar öyle yerleşmiş, kötü tavır ve davranışlar öyle tabiat ve adet haline gelmiştir ki, Üstad’ın tabiriyle, bu menfilikler o toplum fertlerinin kan ve damarlarına işlemiştir. Hazreti Bediüzzaman, Efendimiz’in (sav) büyüklüğünü meydan okurcasına nazara verdiği bir yerde şöyle der:
“Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, ancak daimî kaldırabilir. Halbuki, bak: Bu zat, büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secâyâyı âliyeyi ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak vaz ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor. İşte, şu Asrı Saadeti görmeyenlere, Ceziretü’lArabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer filozofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?” (Bediüzzaman, Sözler, Ondokuzuncu Söz, Sekizinci Reşha.)
İşte o devrin alışkanlıkları sigara tiryakiliği gibi de değildi. O insanların hepsi belli kötülüklerin morfinmanı, eroinmanı, alkoliği gibi olmuşlardı. Hastalık, ayrıldıkları zaman muvazeneleri bozulacak kadar bütün bünyelerini sarmıştı. Hani uyuşturucu müptelası insanları tutuyor, ellerini ayaklarını bağlıyorlar, o da başlıyor çığlıklar atmaya, yırtınmaya, dövünmeye.. o devirde her fert öyleydi. Alışageldikleri çirkinliklerden ayrılmak onları deli ediyordu. Allah Teâlâ, böyle bir ortamda bulunan Peygamber Efendimiz’e (sav) “Sen her şeye rağmen, sana sunulan mesajları tebliğ et.” (Mâide sûresi, 5/67) diyordu. “Bu senin konumunun gereği.. her konum kendine göre bir duruş ister. Duruşunu çok iyi ayarlayamazsan, Seni o yüce konumdan mahrum ederiz.” mesajı veriyordu.
Diğer taraftan, getirdiği mesajlardan dolayı kendi kavmi, kabilesi ve en yakın akrabası bile Allah Rasûlü’ne (sav) düşman olmuştu. Mesela, Rasûlü Ekrem küçük yaşlarında Ebu Leheb’in evine gitmiş, hem Ebu Leheb ve hem de eşi Ümmü Cemil, Efendimiz’i kucaklarına almış, sevmiş, omuzlarına koymuş, cariyeleri Süveybe’den süt emzirtmişlerdi. Fakat, peygamberliğini ilan ettiği zaman Ebu Leheb ve eşi “eleddi hisam en azgın düşmanlar”dan olmuşlardı. Fert planında böyle olduğu gibi kabile ve ülke planında da Efendimiz’in etrafı düşmanlarla çevrilmişti. Dünyanın en güçlü devletleri bile meseleyi sezdikçe o işin karşısına çıkmışlardı. Çok erken bir dönemde, Efendimiz (sav) daha hayattayken, Bizans ordusu Medine’nin kapılarına kadar gelmişti.
Evet, içten ve dıştan mütedahil daireler halinde, çok korkunç düşman halkaları vardı O’nun etrafında. Bunların hepsinin stratejileri farklı, düşmanlıkları farklı, komploları farklıydı. Bir yerde, Efendimiz’in (sav) mübarek başına taş atıyorlar, bir yerde yemeğine zehir koyuyorlar, bir başka yerde kılıçları onu öldürmek için biliyorlar, aklahayale gelmeyecek komplo ve suikastlar hazırlıyorlardı. İşte, etrafı düşmanlar ve düşmanlıklarla çevrilmiş bir insan için asıl kaynağından bir teminat yerinde olacaktı. “O, teminata ihtiyaç duyuyordu.” demedim; bunu özellikle ve kasden söylemedim. “Böyle bir teminat zaruretti.” de demedim. Çünkü, Efendimiz’in mübarek yapısı bunları aşmaya müsaitti. Allah’ın izin ve inayetiyle, Allah’a (cc) tevekkül ve teslimiyetiyle O bütün menfilikleri aşabilirdi. Fakat, Efendimiz’e (sav) bir iltifat ve tesliye olarak “Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır.” (Maide, 5/67) buyurulmuştu.
Bu ayet müjde ediyordu ki, “Sen vazifeni yap, başkaları endişe duyabilirler; ama sen endişe etmemelisin. Allah’ın, seni koruyacağına dair va’di var. Sana el uzatmak, kötülük yapmak isteyenlere karşı Allah bütün yolları tıkar. Sana ulaşamaz düşmanların. Sana kötülük niyetiyle gelenler düz yollarda şaşırırlar. Allah seni ins u cinnin şerlerinden koruyacaktır.” Evet, Efendimiz (sav) zaten tevekkül içindeydi. O’nun teslimiyeti tamdı. Hatta o tefviz ufkunda dolaşıyordu. Cenâbı Hak sika adına O’na, “Sen esbâbın bütün bütün geçersiz kaldığı yerde bile Rabb’inin Seni yalnız bırakmayacağı mülahazasına sımsıkı sarıl.” dedi ve O’nda sika duygusunu tetikledi. Ve “sika kahramanı” olan Allah Rasûlü (sav), bu ayetin nüzulünden sonra, daha önce geceleri çadırını bekleyen sahabe efendilerimizi dahi aramaz oldu.
Rabb’ine karşı itimat ve güveni o kadar tamdı ki, Hicret sırasında mağaradan çıkıp Medine tarafına gittikleri vakit, Kureyş’in reisleri, mühim bir ücret mukabilinde, Sürâka isminde gayet cesur bir adamı göndermişler; takip edip Efendimiz’i (sav) ve yanındakileri öldürmeye çalışmasını istemişlerdi. Rasûlü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekri Sıddık ile beraber mağaradan çıkıp giderken Sürâka’nın geldiğini görmüşlerdi. Hazreti Ebu Bekir, Peygamberimiz’e (sav) zarar gelmesinden endişe etmişti. İşte o anda Rasûlü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mağarada, kendisini takip edenler girişe kadar gelip az eğilseler görebilecek kadar yaklaştıkları bir anda dediği gibi, “Lâ tahzen innellahe meanâ: Tasalanma! Allah, bizimle beraberdir.” (Tevbe, 9/40) demişti. Sürâka’ya bir bakmış; o anda Sürâka’nın atının ayakları yere saplanıp kalmıştı. Sürâka, tekrar kurtulmuş, yine takip etmiş; ama atının ayakları yine saplanmış ve saplandığı yerden de duman gibi bir şey çıkmaya başlamıştı. O vakit anlamıştı ki, ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki ona ilişsin. “Elaman” demiş; Rasûlü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm da aman vermiş ve “Git, öyle birşey yap ki başkası bizi takip etmesin.” demişti. (Buhârî, menâkıb 25, fezâilü ashâb 2, menâkıbü’l-ensâr 45; Müslim, zühd 75)
Aslında Cenabı Hakk’ın Peygamber Efendimiz’in (sav) hayatında gösterdiği her şey, kıyamete kadar davayı nübüvvetin varisleri için de birer örnek ve daima müracaat edilecek bir misaldir. Kur’anı Kerim’de diğer Enbiyai İzam’ın hayatlarından değişik tablolar birer örnek olarak gösterilmiştir. Mesela, Mümtehine Sûresi’nin dördüncü ayetinde meâlen “İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda size güzel bir örnek vardır: Hani onlar hemşehrilerine şöyle demişlerdi: Bizim, ne sizinle, ne de Allah’tan (cc) başka ibadet ettiğiniz şeriklerinizle hiç bir ilişiğimiz kalmamıştır. Siz Allah’ın (cc) tek İlah olduğuna inanmadıkça, biz sizi reddediyor, bizimle sizin aranızda ebedi olarak düşmanlık ve nefret meydana geldiğini ilan ediyoruz. Ne var ki İbrahim’in babasına: “Senin için Rabb’imden mağfiret dileyeceğim. Bununla beraber, Allah’ın senin hakkında dilediği hiç bir şeyi önlemem mümkün değildir.” demesi başka. Onun ve beraberinde olanların duası şudur: “Ey Yüce Rabb’imiz, yalnız sana güvenip dayandık, Sana yöneldik ve sonunda da Senin huzuruna varacağız.” (Mümtehine, 60/4) denilmektedir. Hz. İbrahim ve ashabının hali, Ashabı Kehf’inki gibi bir baş kaldırma, küfre karşı bir tavır ortaya koymadır. Daha pek çok ayette bu türden örnekler vardır ve onlar sayesinde müminlere belli yol işaretleri gösterilmektedir.
Fakat, o peygamberlerin sergüzeşti hayatlarını isabetli anlayabilmek ve onları doğru değerlendirebilmek için Hakikatı Ahmediye çok iyi bilinmelidir. Efendimiz’in (sav) temsili gezgözarpacık gibi kabul edilip meseleye o zaviyeden bakılmazsa diğer peygamberlerin hayatları vesilesiyle verilen örnekler de doğru anlaşılamaz. Mesela, Hz. Musa’nın kaçması çok farklı yorumlanabilir. Fakat, Hz. Muhammed (sav) ve O’nun mübarek temsili gezgözarpacık gibi kullanılır ve ancak bir hicret penceresinden o kaçışa bakılırsa mesele doğru anlaşılır. Seyyidinâ Hz. Davûd’u doğru yorumlama da, Seyyidinâ Hz. Mesih’i yanlışsız okuma da o sayede olur.
Öyleyse bizim için Hz. İbrahim, Hz. Nuh, Hz. Salih… (as) efendilerimizin hayatında çok önemli dersler vardır. Fakat bizim, bu derslerin adeta bir dantela gibi işlenmiş olmasını, ruhumuz, vicdanımız, hissimiz, bütün zâhir ve bâtın latifelerimizle kabul etmemiz ve onları doğru değerlendirmemiz Hz. Muhammed (sav) kaneviçesini bir model olarak kullanmamıza bağlıdır. Bu açıdan, bizim için isterseniz eski mantıkçıların sözüyle diyeyim evvelen ve bizzat, birinci dereceden örnek, muktedâ bih ve rehberi ekmel Hz. Muhammed’dir. Ondan sonra diğer peygamberlerden de dersimizi alırız; ama O’nun vasıtasıyla alırız. Yani, aramızda O vardır. O’nun yorumuna, O’nun seslendirmesine göre onları değerlendirir ve onlardan istifade ederiz.
Evet, sözü tekrar esas mevzumuza getirecek olursak, Efendimiz (sav) bizim için bir örnektir. Tebliğ vazifesini yaparken Allah’ın korumasına mazhar olması yönüyle de bizim için bir misaldir. Eğer, biz de kendimizi bazı kimselere bir şeyler anlatma konumunda hissediyorsak, belli ölçüde de olsa bize verilmiş bir kısım nimetlerin farkındaysak, işte bu farkındalığın hakkını vermemiz lazımdır. Mesela, siz güzel konuşuyorsunuz. Yani, maksadınızı dini mübini seslendirme adına çok rahatlıkla ifade edebiliyorsunuz. Bir arkadaşınız da kalemi eline aldığı zaman, makâsıdı İlahîyeye uygun şekilde, duygu ve düşüncelerini kelimelere dökebiliyor, çok rahatlıkla yazabiliyor ve hüsnü kabul de görüyor yazdıkları. Şimdi bunlar birer ilk mevhibedir. İlk mevhibeler, Allah’ın lütfu ve ihsanıdır. Bu ilk mevhibeler kendi nevinden şükür ister; bu şükür de anlatma, yazma, ifade etme ve böylece nimetleri sergileme şeklinde olacaktır. Ve dolayısıyla şöyleböyle donanımınız varsa, o donanımınızla siz de kendi konumunuzun hakkını vermeye çalışıyorsanız, sizin de bazı kimselerden kötülük görmeniz her zaman mümkündür, muhtemeldir.
İşte, Üstad’ın “Kadeşlerim biz inayet altındayız; Allah’ın izni ve keremiyle onların elleri bize ulaşamayacaktır.” (Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası-1 s.275) dediği gibi siz vazifenizi hâlisâne yapmaya çalışırsanız Allah (cc) sizi de eşrârın şerrinden, kötü niyetlilerin entrikalarından siyanet edecektir. Bu koruma va’di, Efendimiz’i (sav) “sika”ya ulaştıran bir iltifat olarak telakki edilmesine karşılık, bizim için tam bir teselli kaynağıdır, çünkü bizim ona ihtiyacımız var. Biz öyle bir teselli ve koruma sözüne muhtacız. Ne ölçüde muhtacız? Tam tevekkülü elde etme, teslimiyete ulaşma adına muhtacız. Çünkü biz zayıfız. Donanımımız, Efendimiz’in (sav) katlandığı o büyük sıkıntılara, dert ve çilelere katlanmaya müsait değil.
Bakın o hususi donanımlı İnsanlığın İftihar Tablosu’na.. Gavres isminde cesur bir kabile reisi, kimse görmeden, tâ O’nun yanına kadar gelerek, yalın kılıç elinde olduğu halde, Rasûlü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma, “Şimdi seni elimden kim kurtaracak?” diyor. Adeta kainatı ihtizaza getiren bir ses duyuluyor, “Allah!..” Efendimiz’in (sav), cesareti ve mehîb sesi karşısında Gavres, iki omuzu ortasına gaibden bir darbe yemiş gibi kılıç elinden düşüyor, yere yuvarlanıyor. Allah Rasûlü, kılıcı eline alıyor, “Ya şimdi seni benden kim kurtaracak?” diyor. Ama onu cezalandırmıyor, affediyor. O adam kabilesinin yanına gidince herkes hayrette kalıyor. “Ne oldu sana? Niçin bir şey yapamadın?” diyorlar. O şöyle cevap veriyor: “Ben şimdi insanların en hayırlısının yanından geliyorum.” (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/364, 390; İbn Hibbân, es-Sahîh 7/138) Evet, bir insanın güçlü olduğu zaman affedici olması çok mühimdir. Allah Rasûlü (sav), güçlü olduğu anın hakkını da veriyor. Elinde güç ve güce ait imkanlar olmadığı zaman da Asıl Güç Kaynağı’na dayanıyor. Hemen “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” cephanesini harekete geçiriyor.
İşte bu hadise de gösteriyor ki, O’nda tevekkülün çok çok üstünde bir sika ufku vardı ve söz konusu ayet O’nun için sika ufkunda bir beyandı. Ama onu, bizim için tevekküle bir çağrı sayabilirsiniz. “Allah’a tevekkül edin, korkmayın. Allah kefil olarak size yeter. Yardımcı arıyorsanız Allah size yeter. Dost isterseniz Allah yeter.” demektir. Evet, biz de Allah’ın (cc) ihsan ettiği ilk mevhibeleri iyi değerlendirir, sorumluğumuzu yerine getirirsek mutlaka bizim önümüze de engeller konacaktır. Dert, sıkıntı, çile ve mukaddes ızdırap bu yolun kaderidir. Fakat unutmamalıyız ki, biz Allah’ın görüp gözetmesi altındayız; O’nun inayet, riayet ve kilaeti altındayız. Elverir ki biz, O’na karşı itimadımızı tam tutalım. Bir de, o riayet çerçevesi içine girme konumunu koruyalım. Yani, eğer özel bazı kimseler oraya alınıyorlarsa, mesela vefalılar, sadıklar, tebliğe kilitlenmiş ve adanmış insanlar, günaha karşı tavır koymuş babayiğitler… o daire içine alınıyor, onlara siyanet, inayet, riayet ve kilaet vadediliyorsa, biz de o vasıfları üzerimizde bulunduralım. Eğer, o mevzuda başımıza bir şey geliyorsa, hıfzı ilâhîyi görmüyor, hissetmiyorsak, o bizim kusurumlarımızdan, olmamız lazım geldiği gibi olamayışımızdandır.. zırhımızda bir delik açıldığından, temrenimiz kırıldığından, sadağımızda ilâhî inayeti avlayacak bir ok kalmadığından dolayıdır.
Bu açıdan iki şeye çok dikkat etmemiz lazımdır: Birincisi, o dairei kudsiye içine girebilmek, yani, ihlas dairesi içinde ihlaslılar, sadıklar, vefalılar ve adanmışlarla beraber olmak; ikincisi, Allah’a (cc) çok güvenmek, çok itimat etmek ve üzerimize düşen vazifeyi mutlaka yapmak.
Bediüzzaman Hazretleri, sohbetimize mevzu olan ayeti kerimenin Efendimiz’in (sav) ve Kur’an’ın mucizelerinde olduğunu ifade eder. Bu faslı da şimdilik, onun sözlerine kulak vererek bitirelim:
“Evet, Rasûlü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çıktığı vakit, değil yalnız bir taifeye, bir kavme, bir kısım ehli siyasete veya bir dine, belki umum padişahlara ve umum ehli dine tek başıyla meydan okudu. Halbuki onun amcası en büyük düşman ve kavim ve kabilesi düşman iken, yirmi üç sene nöbettarsız, tekellüfsüz, muhafazasız ve pek çok defa suikaste maruz kaldığı halde, kemâli saadetle, rahat döşeğinde vefat edip Melei Âlâya çıkmasına kadar hıfz ve ismeti, “Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır.” (Maide, 5/67) ayetinin ne kadar kuvvetli bir hakikati ifade ettiğini ve ne kadar metin bir noktai istinad olduğunu, güneş gibi gösterdi. (Bediüzzaman, Mektubat, On Dokuzuncu Mektup, On Beşinci İşaret)
Kaynak: Kırık Testi I, “Tebliğ Vazifesi ve Allah’ın Koruması”