İçindekiler
Peygamberler Sultanı Zât-ı Risâlet-penâhın izdivaçlarında, değişik yönler vardır: Zât-ı Ahmediye’ye (sav) taâlluk eden hususlar, umumî olarak izdivaçlarında gözetilmiş olabilecek hedef ve maksatlar; bir kısım zarûretler ve nihayet zevcâtın hususi durumlarının gereğini yerine getirme gibi keyfiyetler… Şimdi sırasıyla bu hususları teker teker tahlil edelim.
Mevzûu ilk önce, o pâk şahsiyete bakan yönüyle ele alalım. Her şeyden evvel bilinmelidir ki, O mübebbcel Zât, yirmibeş yaşına kadar hiç evlenmedi. O sıcak memleketin hususi durumu da nazar-ı itibara alınacak olursa, bu kadar zaman iffetiyle yaşaması ve bunun da, dün ve bugün böylece kabul ve teslim edilmesi, Onda iffetin esas olduğunu ve müthiş bir irade ve nefis hâkimiyeti bulunduğunu gösterir. Eğer bu hususta, küçük bir inhiraf bulunsaydı, dünkü ve bugünkü düşmanları, bunu cihâna ilân etmekken bir an bile geri kalmayacaklardı. Halbuki eski ve yeni bütün hasımları, Ona hiç olmayacak şeyleri isnat ettikleri hâlde, bu istikamette bir şey söyleme cüretini gösterememişlerdir.
Peygamberimiz (sav) ilk izdivaçlarını, yirmibeş yaşlarında iken yaptılar. Bu izdivaç Allah ve Resûlü katında çok yüce ve müstesnâ; fakat başından iki defa evlenme geçmiş kırk yaşındaki bir kadınla olmuştu. Bu mutlu yuva tam yirmiüç sene devam etmiş ve peygamberliğin sekizinci senesi, kapanan bir perde gibi arkada acı bir hasret bırakarak sona ermişti. Bu defa Efendimiz (sav) yirmibeş yaşına kadar olduğu gibi, yine yapayalnız kalmıştı. Evet, aile, çoluk-çocuk her şeyiyle yirmiüç senelik bu mesut hayattan sonra, yeniden dört-beş sene bekâr olarak yaşamışlardı ki; yaşları da elli üçe ulaşmış bulunuyordu.
İşte, bütün izdivaçları da böyle izdivaca alâkanın azaldığı bu yaştan sonra başlar ve devam eder ki; sıcak bir memlekette ellibeş yaşından sonra yapılan izdivaçta, beşerîlik ve şehevîlik görmek, ne insafla ne de izanla kat’iyyen telif edilemez.
Burada akla gelen diğer bir mesele de, Peygamberlik müessesesiyle çok evlenmenin te’lifi keyfiyetidir. Buna da bir iki cümle ile temas etmek istiyorum.
Evvelâ, bilinmelidir ki, bunu serrişte edenler, ya hiçbir din ve prensip kabul etmeyenlerdir ki, onların böyle bir şeyi kınamaya aslâ ve kat’â hakları yoktur; zîrâ onlar, bütün prensiplere karşı râfizîdirler. Hiçbir kânun ve kayda tâbi olmaksızın, pek-çok kadınla münasebet kurar; hatta mahremleriyle dahi nikâhı tecviz ederler. Yahut bunlar, Hıristiyan ve Yahudi gibi ehl-i kitap olanlardır. Onların hücumu da, insafsızca, garazlı ve teemmül edilmeden yapılmış, hattâ kendi namlarına üzülecek bir keyfiyettir. Çünkü, İncil ve İncil ehlinin kabul ve tesüm ettiği; Tevrat ve Tevrat ehlinin, kendi peygamberleri bilip uydukları, nice Enbiyâyı İzâm vardır ki; bunlar daha çok kadınla evlenmiş ve başlarından daha çok nikâh geçmiştir. Bir Süleyman ve Davut Peygamberleri düşününce, her iki cemaatin de nasıl haksız ve tecâvüz içinde bulundukları açıkça ortaya çıkar. Binâenaleyh, çok kadınla izdivacı, Peygamberimiz (sav) başlatmadığı gibi; aynı zamanda çok izdivâç, nübüvvetin ruhuna da zıt değildir. Kaldı ki; daha sonra anlatmağa çalışacağım hususlarda görüleceği gibi “taaddüt-ü zevcât“ın peygamberlik vazifesi nokta-i nazarından, tasavvurlar fevkinde fâideleri vardır.
Evet, çok kadınla izdivâç, bilhassa ahkâmla gelen Enbiyâ için bir bakıma zarûrîdir. Zîrâ, dinin, aile mahremiyeti içinde cereyan eden pek çok yönleri vardır ki, ona ancak bir insanın nikâhlısı muttali olabilir. Binâenaleyh, dinin bu yönlerini anlatmak için herhangi bir istiâre ve kinâyeye başvurmadan ki çok defa bu türlü anlatma tarzı anlamayı bulandırır ve istinbatı zorlaştırır her şeyi alabildiğine vuzûh içinde anlatacak, mürşidelere ihtiyaç vardır.
İşte, her şeyden evvel, nübüvvet hânesinde olan bu temiz ve Pâkize zevcât, kadınlık âlemine karşı irşâd ve tebliğ vazifesinin sorumluları ve nakilcileri bulunmaları itibariyle, peygamber için de, peygamberlik için de; kadınlık âlemi için de gerekli, hattâ elzem olur.
Diğer bir husus da, umumî mânâda Efendimiz’in zevceleriyle alâkalı oluyor ki, o da:
Zevceler arasında, yaşlı, orta yaşlı ve gençler bulunması itibariyle, bu devre ve dönemlerin hepsine ait çeşitli ahkâm vaz’ediliyor. Ve bizzat peygamber (sav) hânesi içinde bulunan bu Pâkize zevceler sayesinde tatbik imkânı buluyordu.
Zevcelerin her birerleri, çeşitli oymaklardan olması sebebiyle, evvelâ o kabileler arasında; sonra da muazzez şahsiyetiyle akrabalık tesis buyurduğu bütün cemâatler içinde, köklü bir sevgi ve alâkaya yol açılıyordu. Her kabile ve oymak, O’nu, kendinden biliyor, din hissinin yanında, Cibrillî bir bağlılıkla O’na karşı derin bir alâka hissediyordu.
Her kabileden aldığı kadın, O’nun hayatında ve irtihalinden sonra, kendi cemâatı arasında çok ciddi dînî hizmete vesîle olabiliyor; uzak yakın bütün akrabalarına, zâhir ve bâtın-ı Ahmediye (sav) hususunda tercümanlık yapıyordu. Bu sayede O’nun kabilesi de, kadın ve erkeğiyle, Kur’ân’ı, tefsîri, hadîsi ondan öğreniyor ve dinin ruhuna vâkıf olabiliyordu.
Bu izdivaçlar vâsıtasıyla, Nebiyy-i Ekmel, âdetâ bütün Ceziret-ül Arabla yakınlık te’sis etmiş gibi, her hânenin, teklifsiz misafiri hâline gelmişti. Herkes bu karâbet vasıtasıyla o mehâbet âbidesine yaklaşabiliyor ve dînî umûru öğrenme fırsatını buluyordu. Aynı zamanda bu ayrı ayrı aşîretlerin her biri, bir çeşit, kendini ona yakın sayıyor ve bununla iftihar ediyordu. Mahzum Oğulları, Ümmü Seleme (ra) vasıtasıyla; Emevîler, Ümm-ü Habîbe (ra) vasıtasıyla; Hâşimîler, Zeynep bint-i Cahş (ra) vasıtasıyla kendilerini ona yakın kabul edip, bahtiyar sayıyorlardı…
Buraya kadar olanlar umumî mânâda ve bazı yönleriyle de, diğer peygamberlere şâmil olacak şekilde idi. Şimdi bir de, hususî mânâda ve teker teker her zevcenin serencâmesi içinde, meseleyi ele alalım:
Evet, burada dahi göreceğiz ki; mantık, vahiy ile müeyyed O Zât’ı hayat-ı seniyyesi karşısında toprak kadar aşağı kalıyor; ta’bir-i diğerle beşer düşüncesi Fetânet-i Â’zam önünde rükûa varıp iki-büklüm oluyor.
Hz. Hatice
İlk zevceleri -seyyidetinâ- Hz. Hatîce’dir (ra). Kendinden onbeş yaş daha büyük olan bu nâdîde kadınla izdivaçları, her evlilik için en büyük örnek mâhiyetindedir. O, bütün bir hayat boyu, derin bir vefâ ve sadakatle eşlerine bağlı kaldıkları gibi, zevcelerinin vefatından sonra dahi O’nu hiçbir zaman unutmamış, hatta her vesîle ve fırsatta O’ndan bahisler açmıştır.
Hz. Hatîce’den sonra Peygamberimiz (sav) dört-beş sene evlenmediler. Başlarında birçok yetim bulunmasına rağmen, onların meûnetine katlanıp, bir bakıma hem annelik, hem de babalık vazifesini yürüttüler. Muhâl-farz, evvel ve âhir kadınlara karşı küçük bir za’fı olsaydı, böyle mi hareket ederlerdi?..
Hz. Aişe
Sıra itibariyle olmasa bile ikinci zevceleri, Aişe-i Sıddîka’dır. En yakın arkadaşının kızı. Acı, tatlı bütün bir hayatı beraber yaşayan bu büyük insana karşı, Nebî’nin en mu’tenâ ikramı… Umum neseplerin sona erdiği günde, sona ermeyen karâbetiyle onun yanında bulunma şerefi ancak bu sayede olacaktır. Evet, Aişe-i Sıddîka ile, Hz. Ebubekir, maddî-mânevî hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde kurb-u Nebevîye mazhar olmuşlardı.
Ayrıca, Hz. Âişe gibi çok zekî bir nâdire-i fıtrat, davâyı nübüvvete tam vâris olabilecek yaradılışta idi. İzdivaçtan sonraki hayatı ve daha sonraki hizmetleriyle katiyyen sübut bulmuştur ki; O muallâ varlık, ancak Nebî zevcesi olabilirdi. Zira O, yerinde en büyük hadisçi, en mükemmel tefsirci ve en nâdide fıkıhçı olarak kendini gösteriyor, zâhir ve bâtın-ı Muhammedi (sav) emsâlsiz kavrayışıyla, bihakkın temsil ediyordu.
Bunun içindir ki; Efendimize rüyasında, onunla izdivaç yapacağı işâr ediliyor ve henüz gözlerine başka hayâl girmeden peygamber hânesine kadem basıyordu…
Bu sayede O, Hz. Ebubekir (ra) için vesîle-i şeref olacak ve kadınlık âlemi içinde, bütün istîdat ve kâbiliyetlerini inkişaf ettirerek, Efendimizin en başta talebelerinden biri olma hüviyetiyle, büyük mürşide ve mübelliğe olmaya hazırlanacaktı. İşte böylece, O da hem bir zevce, hem de bir talebe olarak saadet hânesine intisap etmiş bulunuyordu.
Ümmü Seleme
Yine izdivaç sırasına göre olmamakla beraber üçüncü zevceleri, Ümmü Seleme’dir (ra). Mahzum Oymağı’ndan ve ilk Müslümanlardan olan Ümmü Seleme, Mekke’de tazyik görmüş; ilk olarak Habeşistan’a, ikinci defa da Medine’ye hicret etmiş ve o günkü şartlara göre ilk saftakiler arasında yer almıştı.
Kendisiyle beraber bu uzun ve meşakkatli yolculuklara katlanan bir de kocası vardı. Ve, Ümmü Seleme’nin nazarında eşi, menendi olmayan bir insandı. Bütün çile devrini beraber yaşadığı, bu eşsiz hayat arkadaşı Ebu Seleme’yi Medine’de kaybedince çocuklarıyla baş başa kaldı. Yurdundan, yuvasından uzak, bir sürü yetimle, hayat külfetini yüklenmiş bu kadına, ilk şefkat elini, Ebubekir ve Ömer (ra) uzatırlar; fakat o bu talepleri reddetti;zîrâ Onun gözünde Ebu Seleme’nin yerini dolduracak insan yoktu.
Nihayet, izdivaç teklifiyle Allah Resûlü (sav) O’na el uzattı. Bu izdivaç da gayet tabiiydi, zira İslâm ve iman uğrunda hiçbir fedâkârlıktan dûr olmayan bu muallâ kadın, aradın en soylu oymağı içinde uzun zaman yaşadıktan sonra yapayalnız kalmıştı ve dilenciliğe terk edilemezdi. Hele ihlâs, samimiyet ve İslâm için katlandığı şeyler düşünülünce, ona muhakkak ki el uzatılmalıydı… Ve, işte Kâinatın Fahri, onu nikâhı altına alırken bu inâyet elini uzatmıştı. Evet, gençliğinden beri yaptığı; kimsesizleri görüp gözetme ve yetimlere el uzatma iş ve vazifesini, o günkü şartların iktizasına göre bu şekilde yerine getiriyordu.
Ümmü Seleme de Hz. Aişe gibi dirâyet ve fetâneti olan bir kadındı. Bir mürşide ve mübelliğe olma isti’dâdındaydı. Onun için bir taraftan şefkat eli Onu, himâyeye alırken diğer taraftan da, bilhassa kadınlık âleminin medyûn-u şükran olabileceği bir talebe daha ilim ve irşad medresesine kabul ediliyordu.
Yoksa, altmış yaşına yaklaşmış Fahr-i Kâinat Efendimizin, bir sürü çocuğu olan, bir dul kadınla evlenmesini ve evlenip bir sürü külfet altına girmesini,başka hiçbir şeyle îzah edemeyiz. Hele şehevîlik ve kadınlara düşkünlükle aslâ ve kat’â!…
Ümmü Habibe (Remle bint-i Ebi Süfyan)
Bir diğer zevceleri de Remle bint-i Ebi Süfyan’dır (Ümmü Habîbe). Peygamber (sav) ve peygamberlik karşısında bir müddet küfrü temsil eden birinin kızı… Bu da ilk Müslüman olanlardan ve birinci safda yerini alanlardandı. Çile devrinde Habeşistan’a hicreti, orada kocasının önce tenassur etmesini, sonra da vefâtını görmüş mûzdarip bir kadın…
O gün Sahâbi, sayı itibariyle az; mal yönünden fakirdi. Her hangi birine bakacak, medar-ı maîşetini temin edecek durumları yoktu. Buna göre, Ümmü Habîbe ne yapacaktı? Ya tenassur edip, Hıristiyanların yardımına mazhar olacak; ya küfür yuvası olan baba evine dönecek veya kapı kapı dolaşıp dilenecekti. Bu en dindar, en soylu, aile itibariyle en zengin kadının bunlardan hiçbirini yapması mümkün değildi. Bir tek şey kalıyordu; o da Efendimizin müdâhalesi ve muâlecesi…
İşte, Ümmü Habîbe ile izdivaçta da bu yapılıyordu. Dini için her türlü fedakârlığa katlanmış bu kadın, yurdundan yuvasından uzak; zenciler arasında; kocasının irtidat ve vefâtı kendisini dilgîr ettiği günlerde; Necâşinin huzuruna çağırıp, Peygamberimizle nikâhının kıyılması gibi en tabiî bir şey yapılıyordu. Bunu değil kınamak “Rahmeten li’l-âlemîn” olmanın gerektirdiği bir hususun ifâsı sayarak alkışlamak lâzımdır.
Kaldı ki; bu büyük kadının da, emsâli gibi kadın-erkek Müslümanların irfan hayatına getireceği çok şey vardı. O da bu suretle hem bir zevce hem de bir talebe olarak, o saadethâneye intisap ediyordu.
Aynı zamanda bu evlilik sayesinde, Ebu Süfyan ailesi de, Hâne-i Nübüvvete teklifsiz girip çıkma imkânını elde ediyor ve değişik bir bakış kazanarak yumuşamış oluyordu.. Hem değil sadece Ebu Süfyan ailesi, belki bütün Emeviler’de tesir icrâ edebilecek bir hâdise olma karakterinde. Hatta denebilir ki; alabildiğine sert ve bağnaz olan bu aile, Ümmü Habîbe’nin nikâhı sayesinde oldukça yumuşadı ve her türlü hayrı kabul etmeye hazır hâle geldi.
Zeynep bint-i Cahş
Saâdethânesine girenlerden biri de Zeynep bint-i Cahş’dır (ra). Alabildiğine asîl ve o kadar da ince, iç derinliğine sâhip Hz. Zeynep Sultân-ı Enbiyânın yakın akrabası ve yanı başında büyüyen, gelişen bir kadındı. Efendimiz (sav) Zeyd (ra) için Onu talep ettiği zaman, ailesi biraz çekimser kalmış ve bu arada Efendimize verme temâyülünü göstermişlerdi. Sonunda Peygamberimizin (sav) ısrarıyla Zeyd b. Hârise’ye vermeye râzı olmuşlardı.
Zeyd, bir zamanlar hürriyetini yitirmiş; esirler arasında girmiş ve sonra Kâinatın Efendisi tarafından hürriyetine kavuşturulmuş bir âzâtlı idi. Peygamber Efendimiz (sav) bu izdivaçtaki ısrârıyla, insanlar arasındaki müsâvâtı tesis, tahkîm ve tersîn etmek istiyor ve bu çetin işe de, yine yakınlarıyla başlıyordu. Ne var ki, Zeynep gibi çok yüce fıtratlı bir kadın, emre imtisâlden ibâret olan bir evliliği, uzun sürdüremeyecek gibiydi. Bu evlilik, Zeyd için de bir şey getirmemiş ve sadece bir ızdırap ve hasret olmuştu.
Nihayet boşama hâdisesi oldu; fakat Efendimiz Zeyd’i vaz geçirmeye ve evliliğin devam ettirilmesine çalışıyordu. Tam o esnâda, Cibrîl (as) geldi ve semâvi fermanla, Zeynep’in Efendimizle izdivaç etmesi emrini getirdi. Efendimizin maruz kaldığı imtihan oldukça ağırdı, zira, o güne kadar, kimsenin cesaret edemediği bir şey yapılıyor ve yerleşmiş, kök salmış âdetlere karşı, ilân-ı harp ediliyordu. Bu çok çetin bir mücâdeleydi. Ancak Allah emrettiği için yapılabilirdi. Ve işte Efendimiz, derin bir kulluk şuûruyla, nezih şahsiyetine karşı çok ağır gelen bu işi yaptı. Hz. Âişe’nin dediği gibi, muhâl-farz, peygamberimizin, Vahy-i Münzel’den bir şeyi ketmetmesi câiz olsaydı Zeyneb’le izdivâcını emreden âyetleri ketmederdi. Evet, Zât-ı Risâlet Penâhiye o kadar ağır gelmişti…
İlâhi hikmet ise, bu temiz ve yüce varlığı, Peygamber hânesine sokmak, ilim ve irfan yönüyle hazırlamak, irşad ve tebliğle vazifeli kılmak istiyordu. Nihayet, öyle de oldu. Ve daha sonraki nezih hayatı boyunca, Peygamber zevceliğinin iktizâ ettiği inceliklere riâyet etti.
Ayrıca, câhiliye devrinde, evlâtlıklara evlât deniyor ve onların eşleri de aynen evlâdın eşi gibi kabul ediliyordu. Câhiliyyeye ait bu âdet, kaldırılmak murat buyurulunca, yine tatbikata Efendimizle başlanıldı. Herhangi bir kimseye “evlâdım” demekle, evlâdınız olamayacağı gibi, “evlâdım” dediğinizin zevcesi de gelininiz olamaz.
Zeynep’le izdivaç hususunda söylenecek daha çok şey olmakla beraber, sual-cevap mevzuunun istiap haddini aşacağı için, şimdilik tek başına tahlîl edileceği âna havale ediyor ve kısa kesiyorum.
Saâdet hânesiyle şerefyap olanlardan biri de, Cüveyriye bint’ül-Hâris’dir. Gayr-i müslim olan kabîlesine karşı harp edilmiş ve kadın erkek esârete dûçar olmuşlardı. Hissiyatı alt üst olmuş, gururu kırılmış bu saray mensubu kadın, huzûr-u risâlete getirildiğinde, kin ve nefretle doluydu.
İşte o zaman Fetânet-i Âzam, yağdan kıl çekme kolaylığı içinde meseleyi bir hamlede hâlletti.
Hz. Cüveyriye (ra) ile nikâh akdedince Cüveyriye, müminlerin anası mevküne yükseldi ve sahabenin bakışında bîr ihtirâm âbidesi hâline geldi. Hele Ashâp-ı Resulullâh’ın “Peygamberin akrabaları esir edilmez” deyip, ellerindeki esirleri bırakınca, hem Cüveyriye (ra) hem de aşîretin gönlü fethediliverdi.
Görülüyor ki, Peygamberimiz altmış yaşları dolaylarında, yaptıkları bu izdivaçta dahi pek çok meseleyi bir çırpıda hâllediyor; kızıl kıyamet hâdiselerin içinde, sulh ve sükûn meltemleri estiriyordu.
Safiyye bint-i Huyey
Talihliler arasına karışanlardan birisi de, Safiyye bint-i Huyey’dir (ra). Hayber emirlerinden birinin kızı. Meşhur, Hayber Vakası’nda, babası, kardeşi ve kocası öldürülmüş, kavim kabilesi de esir edilmişti. Safiyye (ra) büyük bir öfke ve intikâm hırsıyla yanıp tutuşuyordu. Nikâh akdedilip, müminlerin hürmet duyacağı, Efendimize zevce olma muâllâ mevküne yükselince, Ashabın (ra) “anam-anam”ta’zimleri ve Efendimizin eritici ve tüketici yüceliği karşısında, Safiyye de (ra) olup biten her şeyi unuttu ve Peygamberimize zevce olmakla iftihar etmeye başladı.
Ayrıca, Hz. Safiyye vasıtasıyla pek çok Yahudinin, Efendimizi yakından görüp tanıma ve yumuşama imkânı da doğuyordu. Bir şeyle her şey yapan ve bir fülinde binler hikmet bulunan Hazreti Allah, (cc) bütün izdivaçlarda olduğu gibi, bunda da pek çok hayır ve bereket yaratmıştı.
Bundan başka, düşmanlarının iç âlemine muttalî olma bakımından, ümmetine bir ders vermiş olabileceğini zikretmek de muvafık olur zannederim. Hele hele Yahudilere karşı. Hazreti Safiyye ve emsâli ayrı milletlerden olan kadınların, o milletlerin iç durumlarına nüfûz bakımından büyük ehemmiyeti vardır; elverir ki insan onların hâin olanlarıyla kendi sırlarını düşmanlara kaptırmasın.
Hz. Sevde
Bu bahtiyarlardan biri de Sevde’dir. İlk safta yerini alanlardan; kocasıyla Habeşistan’a hicret edenlerden ve Ümmü-Habibe’nin kaderine benzer şekilde, kocasının vefatıyla ortada kalanlardan.
Efendimiz, bu kalbi kırığın da, yarasını sardı; Onu perişan olmadan kurtardı ve O’na enîs oldu. Zaten sadece Efendimizin nikâhı altında bulunmayı düşünen bu büyük kadının, dünya adına istediği başka hiçbir şey de yoktu.
İşte bütün izdivaçlarında, bu türlü hikmet ve maslahatlar bulunan Peygamber Efendimiz (sav) hiç mi hiç nefsânî duygularıyla bu işin içine girmemiştir. Ya Râşid Halifelerin ilk ikisine karşı olduğu gibi, vezirleriyle bir karâbet te’sisi ve zevcesi olacak kadındaki istidat ve kabiliyet veya teker teker, diğerlerinde gördüğümüz gibi, başka hikmet ve maslahatlarla evlenmiş ve büyük yük ve meûnetlerin altına girmiştir.
Bunlardan başka, bu kadar kadının, mesken, nafaka, elbise gibi ihtiyaçlarını, en âdil şekilde temin etmesi ve onlara karşı muâmelesinde kılı kırk yararcasına, adâlet ve hakkâniyete riâyette bulunması; aralarında meydana gelmesi muhtemel huzursuzlukları peşinen önlemesi, vârid olan geçimsizlikleri yağdan kıl çekme rahatlığı içinde hâlletmesi, Bernard Shaw’ın ifadesiyle “En büyük problemleri kahve içme kolaylığı içinde hâlleden”O müstesnâ Zât’ın peygamberliğine delâlet eder…
Bir kadın ve bir iki çocuğun dahi, idaresinin ne kadar müşkül olduğunu gören ve bilen bizler; daha evvel başka yuvalar kurmuş; başka âile yapılarına şahit olmuş; girdiği yuvalarda farklı mîzaclar kazanmış pek çok kadını, bir şür âhengi ve ritmi içinde idare eden, o muâllâ ve mübeccel varlık karşısında iki büklüm oluyoruz.
Bir husus kaldı ki, o da, zevcelerin adedinin, ümmetine meşru kılınan adedin üstünde olma keyfiyetidir. Bu, bir hususî teşrî’dir. Evet, bildiğimiz ve bilemediğimiz pek çok maslahat ve hikmetleri hâvi bir hususî kanundur. Bir müddet bu mevzuda mutlak izin verilmiş; belli bir müddet sonra ise sınır konmuş ve evlenmesi yasak edilmiştir.
Suâlin ehemmiyetine binaen, mevzuu uzatma lüzumunu duydum; mazur görüleceğini umarım.
Kaynak: İnancın Gölgesinde II