İçindekiler
Ruhun varlık delilleri arasında psikokineziyi de sayabiliriz. Psikokinezi (Psychokinesis) çok geniş bir konudur. Kısaca, zihnin doğrudan doğruya maddeyi etkileme gücü demektir. İnsan vücudundan çıkan ve insan, hayvan, bitki ve eşyaya tesir eden güç (Biyoplazmik Enerji) maddeler üzerindeki vibrasyonlara tesir eden güç (psikometri), manyetizma, hipnotizma ve bu usullerle yapılan tedaviler, nazar, sihir ve büyü gibi vak’alar, yogizm, fakirizm gibi kavramlar hep psikokineziye dahildir. Ayrıca ruh, cin veya şeytanların yaptıkları veya yaptırdıkları fiziki hareketleri de aynı konu içinde incelemek mümkündür.
Elbet biz burada psikokineziyi bütün teferruatıyla inceleyecek değiliz. Bu yüzden bütün bölümleri ana hatlarıyla ve bir tasnife tabi tutmadan, bazı misaller vererek konuyu takdime gayret edeceğiz. Ve neticede göreceğiz ki, psikokinezi de bütün dallarıyla madde ve fizik ötesi varlıkların mevcudiyetinden haber vermekte ve ısrarla iddia ettiğimiz düşünceye kuvvetli bir delil olmaktadır.
1) Bükülen Çatal Bıçaklar
Konuyla alakalı şu vaka çok manidardır: ‘Bir pazar günü saat 13’te binlerce Danimarkalı evlerinde masa başına oturmuşlar, önlerine ‘Billet Bladet’ adlı haftalık dergiyi açmışlar ve yanına bulabildikleri çatal, bıçak gibi madeni eşyaları koymuşlardı. Hepsi de derginin yapmayı teklif ettiği bir denemeye katılmayı arzuluyor ve o anda Londra’da bulunan 28 yaşındaki İsrail’li Uri Galler’in düşünce ve irade kuvveti ile önlerine koydukları çatal ve bıçakları bükmesini veya kırmasını bekliyorlardı.
Az bir zaman sonra ‘Billed Bladet’ gazetesinin telefonları bloke olmuş, binlerce okuyucu 13’te Uri Galler’i düşündükleri sırada çatal ve bıçakların bükülmeğe başladığını söylemek için kuyruğa girmişlerdi. Bu Danimarka’da ilk defa olagelen bir olay değildi. Bundan bir hafta önce Uri Galler, Danimarka televizyonunda gözüktüğü zaman yine aynı olaylar cereyan etmiş; üstelik Galler, milyonlarca televizyon seyircisinin gözü önünde, bir bıçak kırmış ve bir de anahtarı bükmüştü. Onu, ilmî gözlem altında tutan ve kendisi ile deneyler yapan Amerika’daki Stanford Research İnstitute’a mensup bilginler, söylenenleri doğruluyor ve hatta onunla birlikte yaptıkları bir seansta Galler’in irade kudreti ile Brezilya’da bir şehirde gezindiğini ve uyandığında avucunun içinde bir Brezilya parasının bulunduğunu söylüyorlardı.’
2) Hareket Eden Masa
‘Rusya’da biyolog E.Naumov’un huzurunda, medyum Nelya Mihailova tarafından gerçekleştirilen bu neviden bir tecrübe filme alınmış bulunmaktadır.
Bu deneyde, N.Mihailova parmaklarını pusulanın 15 santim kadar önüne yatay olarak, uzatmış ve elini pusulanın üzerinde dairesel şekilde hareket ettirirken bir taraftan da gözlerini, pusulanın ibresi üzerine dikmiştir. Bu sırada nabzı 250’ye yükselmiştir. Pusulanın ibresi bir müddet sonra titremeğe başlamış, saat yönünün tersine doğru hareket etmiş, daha sonra da plastik kutudaki bakır kaidesi dönmeğe başlamıştır.
Nelya Mihailova’nın yaptığı diğer bir tecrübede ise, biyolog E.Naumov’un kutusundan çıkararak 30 santim uzaklığa serpiştirdiği kibrit çöpleri, sabit bir şekilde üzerlerine diktiği gözleri ve uzattığı eli altında kaynaşmağa ve masa üzerinde hareket ederek birer birer masanın kenarından yere düşmeğe başlamışlardır.
Nelya Mihailova, kendisinin anlattığına göre, gençliğinde öfkeli olduğu bir zaman bu kudretinin farkına varmış ve bundan sonra istediği eşyayı, gitmeden kendi yanına getirmek tecrübelerine başlamıştır.
1904’de Binbaşı A.H.Davis, medyum Eusapia Palladino’yı Napoli’deki villasına davet etmişti. Aydınlıkta ve 6 kişinin önünde yapılan seansta binbaşı arkasını, bir meşe dolaba vererek oturmuştu. Odanın orta yerinde üstü mermer bir masaya, Eusapia ellerini uzatınca masa, büyük ve ağır olmasına rağmen, herkesin gözü önünde kımıldanmaya başladı ve yavaş yavaş hareket ederek binbaşının yanına kadar gitti. Bu esnada Eusapia, bir heykel gibi, elleri masa istikametinde uzanmış, gözleri sabit ve boş bir halde hareketsiz ve kaskatı duruyordu.
Böyle şeylere pek inanmayan binbaşı, bu sırada bir sigara yaktı, fakat derhal mobilyaların hücumuna uğrayarak, kendi kendine hareket eden masa ile arkasındaki dolap arasında sıkıştı kaldı. Kurtarmak için dört hizmetçinin yardımı ile yapılan bütün gayretler, hiçbir netice vermedi. Ancak medyum masayı aksi istikamette hareket edecek duruma getirmek suretiyle binbaşıyı bu zor durumdan kurtarabildi.’
3) Ellerdeki Esrar
‘Amerika’lı Jeoloji profesörü Danton, ‘Eşyanın ruhu’ adlı kitabında kendi yaptığı psikometri tecrübelerini anlatmaktadır. Danton’a göre, kız kardeşi Anna Danton Cridge, elinde tuttuğu mektubun sahibinin içinde bulunduğu durumu, şeklini, gözlerinin rengini, karakterini bildirdiği gibi kendisinin eline verilen bir maden veya taşın devrini, o devirde yaşayan hayvan türlerini, panoramik bilgiler halinde verebilmiştir.’ Psişik melekelerden biri olan psikometri deneyleri, eşya üzerindeki hiçbir hatıra ve intibaın kaybolmadığını ve bütün olayların tarih sırasıyla tabiatta bir fotoğraf gibi kayıt ve tesbit edilmiş bulunduğunu bize göstermektedir.
4) Ölmüş Annenin Sesi
‘İsviçreli şifacı Ernest Kapp, akıl hastalıklarını da tedavi etmekte idi. Bir doktor onu hususi bir hastaneye çağırdı. Çok tehlikeli bir kadın, hasta hakkında fikrini almak istiyordu. Kadın, bir devlet akıl hastanesine sevkedilmek üzere idi. Kapp, hastanın odasına girdiği zaman hemşire elinde bir iğne tutuyor, kadın da atılmağa hazırlanan bir kaplan gibi iki büklüm duruyordu. Hemşire, onun elini yakaladı, iğneyi koluna batırmak üzere idi ki, şifacı, enjeksiyon yapmamasını rica etti. Çünkü, eğer iğne yapılırsa kendisi hiçbir şey yapamayacaktı. Kendisini hasta ile yalnız bırakmalarını istedi. Hemşire, zilin yerini gösterdi ve çıktı.
Kapp, kadınla yüzyüze kaldı. O anda gözlerini kapayan rahip, yapması icap eden şeyin, kendisine bildirilmesi için dua etmeğe başladı. Sol kulağında ölmüş annesinin teganni eden sesini işitti; bir Alman ninnisi söylüyordu. ‘Ama burası Amerika, Almanya değil’ diyecek oldu. Ses, teganniye devam ediyordu. Kendisi de ninniyi Almanca olarak söylemeğe başladı. Dördüncü kelimeye gelmişti ki, kadın tepeden tırnağa titremeğe başladı. Kapp, ‘şimdi üstüme saldıracak’ diye düşündü. Fakat ninniye devam etti. İkinci mısra bittiği zaman kadın, hıçkırarak ağlamağa başlamıştı. Ve Almanca olarak, ‘Siz Allah’ın bana gönderdiği bir melek olmalısınız’ dedi. Fevkalade bir klervayan (Clairvoyance) hassasına sahip olan Kapp, kadının üstüne çökmüş olan ağır absesyon bulutunun dağılıp gitmekte olduğunu görebiliyordu. Ayağa kalktı, ellerini hastanın üzerine koydu ve şükretti. Kadının sonradan Kapp’a anlattığına göre, kocası gırtlak kanserine yakalanmıştı. Kadın, ona gece gündüz bakıyordu. Bir gün, hastanın odasına girdiği zaman onu yerde kanlar içinde buldu, adam gırtlağını keserek intihar etmişti. O zamandan beri de kadın kocasının tasallutuna uğramıştı. Bir kaç dakika sonra Kapp, doktorla hastabakıcıya, yukarı çıkıp hastayı görmelerini söyledi. Kadın iyileşmişti. Derhal taburcu edildi.’
5) Yüce ve Süflî Ruhlar
Âlî ve temiz ruhlar, insanlar için koruyuculuk vazifesi yaparken, habis ve şerir ruhlar da insanlara zarar vermek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Zaten ruh çağırma seanslarına koşarak gelenler de ekseriyet itibariyle böyle ruhlar veya cinlerdir. Yoksa yüce ruhların öyle meclislere gelmesi mümkün değildir.
Fahreddin Razi dediğinde haklıdır. O şöyle demektedir: ‘Habis ruhlar davete icabette seri, kuvvetli ve güçlü ruhlar ise ağırdırlar.‘
Efendimizin ruhu ve diğer nebilerin ervahı, katiyyen böyle davetlere icabet edip gelmezler. İmam Rabbani, Abdülkadir-i Geylani, Muhyiddin İbn-i Arabi ve Bediüzzaman Hazretleri gibi âli ruhları da bu tür metodlarla davet imkânsızdır. Habis ve alçak ruhlardır ki, her türlü süflî davete koşarak gelirler. Cinlerin ayak takımı da böyle davetlere icabette seridirler.
Ve bunlar, aynı zamanda insanlara hasım ve düşmandırlar. Bütün şerlerin ve kötü şerârelerin altında bunlar bulunurlar. Karakter, irade ve ruh bakımından zayıf insanları tesir altına alır ve kullanırlar. Bunların eline düşmüş zavallı insanlara, tıp çeşitli isimler verir; ‘paranoyak’, ‘şizofreni’ der, fakat ekseriyetle de bu tür hastalıklara tıp şifa bulamaz. Zira, her türlü cinnet vak’asının altında kesinlikle şerir cinler ve habis ruhlar vardır. Öyledir ki, bu tür rahatsızlıklar çoğunlukla dua ve okumakla iyi olmaktadırlar. Bu münasebetle birini dinlediğim, diğerini bizzat müşahade ettiğim iki vak’a arzetmek istiyorum.
Teyzem âbide, zâhide bir kadındı. Alvar İmamı’na da yürekten bağlıydı. Başından iki defa delirme hadisesi geçti. Birini ben hatırlamıyorum. Söylenen şu: Teyzem gece kalkmış tesbihini çekiyor. Bir ara, spiritualistlerin ‘Mekandan uzaklaşma’ dedikleri hal oluyor ve teyzem seccadesinin üzerinde bir metre kadar havaya yükseliyor. Kocası bu durumu görünce endişe ediyor ve ayaklarından tutup onu yere çekiyor, teyzem de deliriyor, hatta mütecaviz bir hal alıyor. Öyle ki ancak zincirle zaptedebiliyorlar. Hattâ bir keresinde, düğün evinde ne kadar ayakkabı varsa hepsini toparlayıp tandıra atıyor ve elinde sopayla tandırın kapısı önünde nöbet tutuyor. Hiç kimse cesaret edip yanaşamıyor ve bütün ayakkabılar tandırda cayır cayır yanıyor… Nasılsa dedem arkasından yakalayıp onu oradan uzaklaştırıyor.. Daha sonra teyzeme birisi bir muska yazıyor. Hadisenin bundan sonrasını dayım şöyle anlatırdı:
‘Misafir odasında oturuyorduk. O yine zincirle bağlıydı. Yazılan muska yerine konulduktan kısa bir müddet sonraydı ki, ağlamalı bir sesle: ‘Dadaş beni niye bağladınız ki?’ dedi… Hemen çözdük. İyileşmiş ve tamamen eski haline dönmüştü..
İkinci delirmesine de ben şahid oldum. Küçüktüm, hafızlık yapıyordum. Alvar İmamı’nın torunu ilk dönemlerde hocamızdı. Birisi, bir iki kelimelik, pek de öyle hakaret olmayan bir söz sarfetti. Rahmetli dedem ve teyzem oturuyorlardı. O böyle deyince birdenbire bir çığlık kopardı: ‘Benim efendime ha?’ dedi. Yine delirdi. Zorla arabaya koydular. Dedem onu götürdü. Psikiyatriye yatırdılar. Klinik, hastahanenin 4. katındaydı. Kendini 4. kattan aşağıya attı ama hiçbir şey olmadı. Bu hadise üzerine teyzemin kocası Erzurum’dan bir hocaya gidip muska yaptırdı. Teyzem anında şifa buldu ve gayet sakin olarak eve döndü.
6) Batı İnsanının Bunalımının Sebebi
Evet, ervah-ı habise daima pusudadır. İnsanın açığını bulduğu an saldırır. Gücü yettiğince zarar vermek ister. Böyle habis ruh ve şerir cinlerin saldırısından korunmak için Cenab-ı Hakk’a sığınmak gerekir. O’na iltica edene hiçbir habis ruh veya cin zarar veremez.
Günümüzde Batı insanının -hiç mübalağa etmeden söylüyorum- yüzde kırkı ruhi bakımdan dengesizdir. Siz isterseniz bu dengesizliğe ‘delilik’ deyin isterseniz daha ılımlı başka isimler verin ama, netice değişmeyecektir. Batı insanının azımsanmayacak kadar ve büyük bir kısmı ruhî tedavi görmektedir. Almanya’da bu iş için devlet bütçesinden ayrılan miktar akıl alacak gibi değildir. Ama yine de meseleye çare bulunabilmiş değildir.
İskandinav ülkelerinde kırk yaşını geçen insanların yüzde onu intihar etmektedir. İntihar geçici bir cinnetle olur. İntihar eden insanları beş-on dakika önce psikiyatriye kaldırmak mümkün olsa, onların muvakkat bir delilik içinde oldukları gayet rahatlıkla tesbit edilebilir. Cinler veya habis ruhlardır ki, bünye içinden kendilerine gelen küçük davetiyeye icabet etmekte ve irade bakımından iyice zayıf düşmüş insanların ruhlarını kapkaranlık hale getirmektedirler. Hiç olmazsa, ilim mahfillerimiz meselenin bu yönünü ‘ihtimal’ deyip kabul etselerdi, bugünkü bakış açıları çok değişecek ve içinde bulundukları madde saplantısından belki o zaman kurtulmaları mümkün olacaktı. Ama bu yapılamadı. İlim adamlarımız, deve kuşu gibi başlarını kuma soktu. Etraflarındaki hakikatlara göz kapadı. Neticede ruhlarda bir ‘habâset’ meydana geldi. ‘Habisler habisleredir’ (Nur/26) ayetinin ifade ettiği manaya uygun olarak da habisleşen ruhlara, habis ruhlar musallat oldular. Batı dünyasının paranoyak bir kitle haline gelmesinin altında yatan hakikat budur. Halbuki temiz bir atmosferde, temiz insanların yaşadığı dönemlerde temessül edenler, melekler oluyordu. Âli ruhlar o meclislerde boy gösteriyorlardı. Nitekim bu hususu yeri geldiğinde detaylarıyla söz konusu edeceğiz.
7) Trans Eylemi ve Etkisi
Dr. Bedri Ruhselman anlatıyor: ‘Kendisi 1931 senesinde Adana’da iken oturduğu evin karşısındaki M… Efendi’nin evi taşlanmağa başlanmış, evin etrafına ve taş atılabilmesi mümkün olan istikametlere polis memurları yerleştirildiği halde, evin taşlanmasına mani olunamadığı gibi, dakikada muntazaman 15-20 adet olarak atılan taşların intizamı dahi bozulmamıştır. Doktorun müşahadesine göre bu taşlar M…Efendi’nin bahçe duvarı üzerinden geliyordu. Hafif bir şekilde hareket ederek çinko dam üzerine yavaşça düştükleri ve boyları da küçük olduğu halde çok şiddetli bir ses çıkarıyor ve ele alındıkları zaman fırından çıkmış gibi sıcak bulunuyorlardı.
Bu hal, 40 gün kadar devam ettikten sonra bir gün M…Efendi’nin büyük bir korku ve heyecan içinde feryat ederek evinden fırladığı görülmüştür’. Doktor Bedri Ruhselman, olayı şöyle hikaye etmektedir:
‘Bahçeye ilk giren ben oldum. Evvela genç kızın hali nazarı dikkatimi çekti. (Bu kız M…Efendi’nin ölen eski karısından olan kızıdır.) Kız, yarı trans halinde idi. Bahçede bulunan yemek masasının önündeki iskemleye çökmüş, başını masanın üzerine koymuş, gözleri dalgın ve etrafta olup bitenlerle sanki hiç ilgili değilmiş gibi bir halde bulunuyordu. Daha doğrusu kendisini kaybetmişti. Hâdiseler şöyle cereyan ediyordu:
M… Efendi -taşlanma hadisesi üzerine- evi terkettikten sonra, evin dört odasından üç tanesinin dışardan kepenklerini sımsıkı kapayarak kilitlemiş, yalnız yukarıda ismi geçen odayı bakkaliye levazımatı için depo olarak kullanmak maksadıyla açık bırakmıştı. İşte, o sırada kapısı aralı bulunan bu odanın içinde zeytinyağı fıçıları, yağ tenekeleri, içinde öte beri bulunan bir sürü camdan veya topraktan mamul kavanozlar vesaire bulunuyordu. Şimdi, içeride bu tenekeler birbirine çarpıyor, kavanozlar devriliyordu.
Aynı zamanda kapıları ve pencereleri kapalı, yukarıda arka sokağa bakan odanın camlarının kırılmakta olduğu da yere düşen cam seslerinden anlaşılıyordu.
Hemen, evvela yukarıdaki odaya çıkıp, kapıyı açtık. Dışarıdan kepenkleri kapalı olan pencerenin içeriden camları kırılmıştı. Tedbirli hareketlerle ve adımlarla aşağıdaki depoya indik. İçerisi karma karışık bir halde idi. Fakat dışarıdan duyulan gürültülerle orantılı tahribat yoktu. Bir iki şişe kırılmış ve bazı mayiler dökülmüştü. Bununla beraber fıçıların ve diğer eşyanın yerleri değişmişti. Odaya benimle M…Efendi’den başka kimse girmeye cesaret edemedi. Bahçede de kimse kalmadı. Kız hâlâ aynı halde bulunuyordu. Kızı hemen dışarı çıkarmasını M…Efendi’ye söyledim. M…Efendi, kızı kollarından tutarak kaldırdı. Dışarıda bir ahbabına, evine götürmesi için teslim etti. Kızın bahçeden çıkması ile hadiselerin durması bir oldu.’
8) Aleykümü’s-Selâm Abdullah
Isparta’lı Müderris Mustafa Efendi vefat etmişti. Bütün akraba-i taallukatı ve talebeleri başına toplanmışlardı. Bu sırada oraya gelen Hoca Abdullah Efendi: Selâmünaleyküm Mustafa Efendi… deyince çenesi bağlı bir halde yatmakta olan ölü birden kalkıp oturarak: Aleykümüsselam Abdullah… demiş ve bir hafta daha yaşadıktan sonra tekrar vefat etmiştir.
9) Silâhını Vermeyen Şehid
Mezarlarda ve ölmüş insanlar üzerinde müşahede edilen harikulade halleri de bu fasılda zikretmekte fayda var. Bu esrarengiz vak’alar da, yine madde ve fizik ötesi varlıkların mevcudiyetine bir delildir… Birinci Dünya Savaşı’nda, Anadolu’nun her karış toprağına bir şehidin kanı akmıştır. Onlar, din, ırz, namus ve vatan uğruna canlarını seve seve vermişler ve meleklerle omuz omuza bir hale gelmişlerdir. Öyle yücelmiş ve öyle ulvileşmişlerdir ki, Şair onlar hakkında ‘Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi’ demiştir. İfadedeki mübalağa, şiire ve şairliğe verilecek olursa, o gün şehid düşenler, cidden sahabinin hemen arkasında yer alacak kadar büyümüşlerdi. Zira şartlar çok ağırdı. Bu kadar ağır şarta rağmen, canını dişine takan bu insanlar, elbette Allah katında büyük bir değere sahip olacaklardı. Zaten Kur’an şehidler hakkında, ‘Onlara ölüler demeyin, onlar diridirler, fakat siz anlamazsınız‘ (Bakara, 2/154) buyuruyordu. İşte yine böyle şehidlerden biri hakkında sözüne güvenilir müşahid bir dostum bana şunları anlatıyordu: ‘Tarlayı sürerken saban sert bir şeye takıldı. Baktım, bu bir ceseddi. Etrafını itina ile kazıp cesedi çıkardım. Mehmetçik, üzerindeki elbisesiyle sırtüstü yatıyordu. Elindeki silahı da sımsıkı tutmuştu. Ne kadar gayret ettimse de elinden silâhı alamadım.’
Aynı benzer bir hadisede veya bu hadisenin devamında şöyle ikinci bir vakıa daha cereyan ediyor. Daha sonra bu askerin yanına ona komutanlık yapmış, yaşlı bir zatı getiriyorlar. Komutan askerini tanıyor ve ona ismiyle hitap ederek silahını teslim etmesini istiyor. İşte o zaman mehmetçiğin eli gevşiyor ve silâhını teslim ediyor.
Selçuklu devrinde, Anadolu’nun fethine iştirak eden seyyahlardan biri -ki o devrede bir yer fethedilmeden önce seyyahlar gider ve kendi manyetik alanlarını oraya taşıyarak fethe zemin hazırlarlardı. Seyyahlardan sonra akıncılar, ardından da fetih orduları gelir, oralar fethedilirdi- şöyle bir hadise anlatıyor: ‘Bizans topraklarında dolaşıyordum. Yolda benim gibi seyyah genç bir adamla karşılaştım. Beraber gezmemizi teklif etti. Razı oldum. Yolumuzun üzerinde bir Bizans müfrezesi ile karşılaştık. Ve onlarla aramızda çatışma başladı. Bir ara arkadaşımı şehid ettiler. Ben yalnız kalmıştım. Fakat kavgayı sürdürüyordum. Nihayet ben de güçten, dermandan kesildim. Hasmım tam beni altedeceği sırada idi ki arkadaşım birden yerinden doğruldu.
‘Allah yolunda öldürülenlere ölüler, demeyin.’ ayetini okuyarak geldi ve beni öldürmek üzere olan hasmımı yere serdi. Onun yerinden doğrulup kalkmasını gözümle görmüş ve okuduğu ayeti kulağımla duymuştum. Ben kurtuldum. Fakat o eski hali üzerinde ve upuzun yerde yatıyordu.
10) Herşeyi Gösteriyorlardı
Diyarbakır’ın Maden kazasında bir kadının öldükten dört saat sonra, tekrar dirildiği ve hadiseyi şöyle anlattığı bildiriliyor: ‘Hiçbir hastalığım yoktu. Akşamdan başımda hafif bir ağrı hissediyordum, öğleyin saat 12 sıralarında yere düştüm. İlk hissettiğim şey, parmaklarıma bir sopa ile vurulması idi. Hatta ayıldıktan sonra bile parmaklarım ağrıyordu. Orada ölen bütün akrabalarımı gördüm. Beni yüksek bir tepenin üzerine çıkarıp her şeyi gösteriyorlardı.
1954 senesinde ölen kayın validemi, bir kapının önünde domuz şeklinde bağlı gördüm. Niçin böyle oldu? dedim. Ben dünyada misafir sevmediğim için onun cezasını çekiyorum, dedi.
1959 senesinde ölen Hulki Sel ismindeki adam, dünyada yetim malını yediği için boynuna zincir bağlamışlar eziyet çekiyordu. 7 yaşında ölen oğlumu yeşillikler içinde bir elma ağacı altında elma toplarken gördüm.
1960 senesinde ölen Arif Danışman halen sağ olan Şerif Harman’dan bir çap ‘bir ölçü’ buğday borç almış, öldüğünde vermediği için azab çekiyordu. Bana yemin verdirdi. ‘Oğluma söyle, borcumu götürüp versin’ dedi. ‘Bu haber tamamen doğruydu. Nitekim oğlu, maden işletmesinde çalışan Fahri Danışman babasının borcunu verdi.’ Son olarak döneceğim sırada bana, ‘Senin çocukların çok küçük, sana acıdık, iki sene müddet veriyoruz, iki sene sonra dünyayı terk edeceksin, buraya geleceksin’ dediler.
Bu çeşit vak’aları, Efendimiz devrinde de görmek mümkündür. Nitekim, kız çocuğunun bir derede boğularak vefat ettiğini söyleyen sahabiye Allah Rasûlü acımış ve ondan kendisini oraya götürmesini istemişti. Yanlarında daha birçok Sahabe olduğu halde bu yere gelinmiş, Efendimiz kıza ismiyle hitap edip, kızın da ‘Lebbeyk Ya Rasûlallah’ dediği duyulmuştu. Efendimiz kıza geri gelmek isteyip istemediğini sormuş, o ise bulunduğu yerden çok memnun olduğunu ve geri dönmek istemediğini söylemişti. (Kadı İyaz, eş-Şifa, 1/320; Hafaci, Şerhu’ş-Şifa, 3/106)
Hz. Enes anlatıyor: Yaşlı bir kadının bir tek oğlu vardı. Çocuk aniden vefat etti. Kadın çok üzüldü ve ellerini açarak şöyle dua etti: ‘Ya Rabb! Senin rızan için, Rasûlü Ekrem’e (as) biat edip hicret ile buralara geldim, benim biricik evladımı o Rasulü’n hürmetine bağışla.’ Hz. Enes, sözüne şöyle devam ediyor: O ölmüş çocuk kalktı ve bizimle beraber yemek yedi.. (Kadı İyaz, eş-Şifa, 1/320; İbni Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 6/292)
11) Bir Elin Becerileri
‘Fransa’da Arl Vilayeti’nin Pontde-Cran kasabasında oturan Madam Manson da, el kudretine haiz bulunmaktadır. Kendisi hayvan ve insanlara ait hastalıkları, elini bunların üzerine tatbik etmek suretiyle iyileşmesine sebep olmanın yanında hayvan, balık ve sebzeleri de ellerinin altında mumyalaştırmaktadır. İyi ettiği hastalıklar arasında astım, sinuzit, sıraca, kist, idrar darlığı, Malta humması, otite, ekzama, romatizma, rahim hastalıkları, siyatik ve verem bulunmaktadır. Anlatıldığına göre, hekimleri dolaştıktan sonra tedavi edilemez teşhisi ile kendine gelen hastaların % 80’i tamamen iyi olmakta, diğer % 20’si ise, hastalıkları diğerlerinden hafif bulunduğu halde hiçbir ilacın, doktorun ve ruhî kudretin tesiri altında kalmayacak müstesna yaradılışta olduklarından iyi olamamaktadırlar.
Madam Manson’un tedavi ettiği hastalardan Madam Alerme’in kızı Odette, görme hassasını kaybetmiş ve doktorlar ümidi keserek tedaviden vazgeçmişlerdi. Madam Manson’a götürülen kız, bir kaç seanstan sonra görme hasasını tekrar tamamıyla kazanmıştır. Yine doktorların tedaviden aciz kaldıkları bir bağırsak hastalığına tutulmuş olan Madam Pinet, kendisi ile konuşan muhabire şunları anlatmıştır: ‘Madam Manson, ellerini karnımın ve boş böğürlerimin üstüne koydu, birden müthiş terlemeye başladım. Şiddetli bir sıcaklık duydum; bacaklarım kesildi, ayaklarım karıncalandı ve bütün vücudumda asabi bir titreme başladı. Bu tek seanstan sonra hiçbir şeyim kalmadı.’
Madam Manson’un tedavi ettiği hastalardan en şayanı dikkati aşağıdaki vak’adır: Nimes şehrinden bir kadın Madam Manson’a müracaat ederek kız kardeşinin, bir kaç saatten beri komaya girdiğini ve gelecek halde bulunmadığı için fotoğrafını getirdiğini söylüyor. Madam Manson, fotoğrafı alıp bir müddet gözlerinin bütün kuvveti ile baktıktan sonra kadına iade ediyor ve ‘Eve döndüğünüzde kardeşinizi sıhhatte ve gözleri açılmış bulacaksınız’ diyor. Hakikaten kadın kız kardeşinin yanına döndüğü zaman onu sıhhatte buluyor.’
Kaynak: Varlığın Metafizin Boyutu “Psikokinezi”