Tökezleme sebeplerinin başında gelir rahata düşkünlük (tenperverlik). Akyolun yolcusu irade insanı, niyetinde sadece Allah rızası olan, rahat ve rehavete karşı kararlı bulunan bir bahtiyardır ve bu tali’lilerin başında da hiç şüphesiz Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmektedir. Âişe Validemiz’in (radıyallahu anhâ), ifade ettiği şu sözler, kâinat yüzü suyu hürmetine yaratılan O Zât’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaşadığı hayatı aksettirme adına çok önemlidir:
“Bazen iki üç gün geçerdi de evimizdeki ocak yanmaz ve su kaynamazdı. Bir gün kız kardeşimin oğlu, yeğenim Urve İbn Zübeyr, ‘Teyzeciğim! Ne yiyip, ne içiyordunuz?’ dedi. Ben de, ‘İki siyah; bir su, bir de hurma.’ dedim.”
Bir keresinde, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile O’nun en sadık dostu, sema ve zeminin emini Cibril-i Emin’le otururken fem-i muhsinlerinden şu sözler dökülür: “Üç günden beri Muhammed ağzına bir lokma bile koymadı.” Tam bu esnada gürül gürül bir ses duyulur ve semadan bir melek iner. Cibril-i Emin, inen melek hakkında Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bu, arz ve sema yaratıldığı günden beri şimdiye kadar ilk defa yeryüzüne inen bir melektir.” der. Melek, Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) yönelir ve O’na şöyle seslenir: “Ey Allah’ın Resûlü! Kul peygamber mi, melik peygamber mi olmak istersin?” Cibril (aleyhisselâm), Efendimiz’e “Rabb’ine karşı mütevazi ol!” mânâsına işarette bulunur. Bunun üzerine O (sallallâhu aleyhi ve sellem) da, “Bir gün aç yatıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden bir kul peygamber olmak isterim…” cevabını verir.
Evet, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiçbir zaman tene ve tenperverliğe takılıp kalmamış, açlıktan bayılırken, dudakları susuzluktan kavrulurken bile O (sallallâhu aleyhi ve sellem), iradesiyle önüne çıkan bütün sıkıntıları aşmış ve Allah’ın inayet ve keremiyle hedeflediği noktaya ulaşmıştır.
Bu tali’lilerden bir diğeri de kadınlık âleminin sultanı olan Hz. Hatice Validemiz’dir (radıyallâhu anhâ). Aynı zamanda ismiyle müsemma bu yüce kadın, -ki Hatice, erken doğan demektir- Müslümanlar arasında hak ve hakikate en erken uyanan insandır. O, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun başında gezen bulutun yağdıracağı evrensel rahmeti peygamberliğinden evvel sezmiş; sezmiş ve kendi ticaret kervanlarına O’nu rehber ve rehnüma yapmıştır. Hz. Hatice Validemiz’in, Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) evlenmeden önce çok büyük bir serveti vardı ve o Mekke’nin parmakla gösterilen sayılı zenginleri arasındaydı.
İşte böylesi bir zenginliğe sahip olan bu kutlu kadının yanında, bi’set-i seniyyenin sekizinci senesine gelindiğinde, o koca servetten bir avuç bile kalmamıştı. Zira o, hakikate uyandıktan sonra maddî-mânevî bütün varlığıyla hizmet etmiş ve vefatına kadar Efendimiz’in yanından bir lahza olsun ayrılmamıştı. Bu uğurda bütün varlığını harcayan Hz. Hatice Validemiz, rahat, rehavet ve tenperverliği elinin tersiyle iterek ilk safta bulunuyor olmanın gereklerine göre yaşamıştı.
Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkadaşları da hep O’nun yolundan yürümüş, her zaman rahat ve rehavetten uzak durmuş ve davaları uğrunda, sahip oldukları maddî-mânevî bütün varlıklarını feda etmişlerdi.
İşte o sahabilerden birisi de hiç şüphesiz şairin, “Dini omuzları üzerinde kurdu ve yükseltti ha yükseltti; sonra da İslâm Müslümanların yüzüne gülmeden çekip gitti.” ifadeleriyle destanlaştırdığı Mus’ab b. Umeyr‘dir (radıyallâhu anh).
Mus’ab, Mekke’nin en zengin ailelerinden birinin çocuğuydu. İslâm’ı seçtiğinde on yedi yaşlarındaydı. O, sokaklardan geçerken genç kızlar pencerelere üşüşür ve ona mendil sallarlardı. İşte bu görkemli ve gökçek yüzlü delikanlı, bir gün Habbab b. Eret vesilesiyle Hakikat Güneşi’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) gözlerini açtı ve birdenbire değişiverdi. Bu temiz fıtrat, gençlik duygularının en hararetli olduğu bir dönemde, dünyanın bütün cazibedar güzelliklerini elinin tersiyle itmiş; annesi, dayısı tarafından türlü türlü eza ve cefalara maruz bırakıldığı hâlde, Uhud’da şehit düşeceği âna kadar bir lahza olsun Efendimiz’in yanından ayrılmamıştı.
O, bir dönemde Medine’ye gidip hak ve hakikati anlatacak bir muallime ihtiyaç var, denildiğinde kalkıp oraya gitmiş ve bir sene sonra yetmiş insanla Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına dönmüş ve tasavvurlar üstü başarısıyla gönüllere taht kurmuştu. Bir gün o, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), Huzur-u Risaletpenâhîleri’nde ayakta dururken Resûlullah, doğru dürüst giyecek bir şeyi kalmayan bu koca insana hüzün, keder ve tabiî takdir dolu bir nazarla bakmış, sonra da mübarek bakışlarını çevirerek yanında oturanlara şöyle buyurmuştu: “Şu delikanlıya bakın. Mekke’de iken herkes ona imrenirdi. Şimdi giyecek bir elbisesi bile kalmamış.” Mekke’de ailesinin güzide bir çocuğu olarak debdebe içinde yaşama imkânına sahip olmasına rağmen, bunların hepsini gözünü kırpmadan terk etmiş ve kendini zahidane bir hayata salmıştı.
İşte bu ruh hâleti içinde yaşayan koca Mus’ab, Uhud gününde Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) önünde savaşırken, bir kolu koparılınca öbür kolunu, o da budanınca âdeta “Bir bu kaldı.” deyip, kin ve nefretle kalkan kılıçlara tereddüt etmeden boynunu uzatmıştı. Ebediyetlere yürürken de, hayatına denk bir mahviyet duygusu içinde göçüp gitmişti. Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mus’ab’ının bu hâlini şöyle dile getirirler: “Mus’ab hayatta olduğu sürece beni koruyacağına ve bana herhangi bir zarar dokundurmayacağına dair söz vermişti. Şimdi elleri ve kolları budandığı için ‘Ya Resûlullah’a bir şey olursa?’ diye hicabından yüzünü kapatmaktadır.”
Bitmedi; işte bu büyük şehit, gömülmek istendiğinde, bedenini örtecek bir kefen bile bulunamamıştı. Daha sonra üzerine giydiği peştamalı kefen yapılmıştı ki, başı örtüldüğünde ayakları, ayakları örtüldüğünde de başı açık kalıyordu.. ve işte o böyle gömülmüştü.
Evet, Mus’ab, “çetin olma ve aşılamayan tepe” mânâsına gelen ismiyle müsemma bir şahsiyet olarak, önüne çıkan bütün engelleri aşmış ve bu uğurda hiçbir şeye takılmadan hayatını şehadetle noktalamıştı.
Kaynak: Yol Mülahazaları, “İrade İnsanı ve Önündeki Engeller”