Bu soruya cevap vermeye geçmeden önce musibet nedir, kime ne ifade eder ve nasıl değerlendirilmelidir… gibi hususlar üzerinde durmak gerekir.
Doğrusu, musibet ister yangın, ister sel, ister deprem ve isterse heyelan olsun, onun bir mânâ ifade etmesi, sadece ve sadece inanmış insanlar için söz konusudur. İnkâr, dalâlet, küfran ve gaflet içinde yuvarlanıp giden, Kur’ân’ın ifadesiyle “Kör, sağır ve dilsizler“ (Bakara sûresi, 2/18, 171) ufkunda yaşayanlar için musibetler uyarıcı bir mânâ ifade etmezler.
Onun içindir ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem):
“Mü’minin durumu şayan-ı takdirdir. Niye olmasın ki; onun her işi hayırdır ve bu da mü’minden başkası için müyesser değildir. O, neşe ve sevinç ifade eden bir duruma mazhar olunca şükreder; bu onun için bir hayır olur; herhangi bir sıkıntıya maruz kaldığında da sabreder, bu da yine onun için hayır olur.” (Müslim, zühd 64; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 1/322.)
hadisleriyle bu önemli hususa işaret buyurmaktadır.
O hâlde zelzele, yangın, sel veya Güneydoğu bölgemizdeki terör vs. hepsi inanan insanlar için pek çok mânâ ifade etse de, kör, sağır ve dilsizler için anlamsız sayılırlar.
Bu hakikati böylece tespit ettikten sonra, geçelim suale cevap teşkil edecek hususlara:
1) Başımıza gelen semavî ve arzî musibetlerin niçin ve nedenlerini kavrayabilmek bir ölçüde “te’vil-i ehâdîs”i bilmeye bağlıdır. Yusuf sûresinde geçen bu tabiri her ne kadar bazıları, sırf rüyaların yorumu şeklinde ele alsalar da, rüya tabirlerinin yanında onun bir diğer anlamının da eşya ve hâdiselerin akışından çıkarılan mânâlar olduğunda şüphe yok. Yani “te’vil-i ehâdîs”, Cenâb-ı Hakk’ın varlığı ve birliği adına eşya ve hâdiseleri sürekli tetkik ederek, değişik istinbatlarda bulunma, هَلْ مِنْ مَزِيدٍ “Daha yok mu?” ufkunda dolaşarak onları didik didik etme, böylece Allah’a olan imanını sürekli artırma.. muhabbetullaha, zevk-i ruhanîye ulaşma.. tasavvufî yaklaşımla “seyr ilallah”da bulunma anlamlarına da gelir.
İşte bu çerçevede, son günlerde cereyan eden felaketlerde ilâhî ikazın sezilmesi çok önemlidir ki, bunu böyle anlamak da te’vil-i ehâdîsin bir yanı olsa gerek… Dolayısıyla yangın, sel, heyelan, patlama ve diğer bütün musibetleri, bu ülke insanına Cenâb-ı Hakk’ın bir ikazı, bir tembihi olarak değerlendirmek, eşya ve hâdiselere mü’mince bir bakışın sonucu olsa gerek. Tabiî, musibet televvünlü bu ikazlar, bizler için hep rahmet buudunda cereyan etmektedir. Yani dış görünüş itibarıyla bunlar her ne kadar şer gözükse de, varlığın perde arkası ve neticesi itibarıyla hayırdır. Ne var ki, bunları herkesin sezmesi ve kavraması da âdeta imkânsızdır.
Meselâ, Rihter ölçeğine göre 3 derecelik bir deprem olur. Bununla önce birçok insan, Rabbiyle olan münasebetleri açısından teyakkuza geçer. Sebeplerin bütünüyle sukût ettiği o hengâmda ve onu takip eden günlerde, müsebbibü’l-esbab olan Allah’a öyle bir yönelir ki, o yönelişte “sırr-ı tevhid” içinde “nur-u ehadiyet” tecellî eder. Ve sanki bu yönelişiyle herkes, Allah ile direkt telefonla görüşüyor, konuşuyor gibi olur. İşte böyle bir münasebet, bir “ân-ı seyyâle” bile sürse, insan onunla veli olabilir. Hatta o bir ân-ı seyyale, insana Cennet hayatını bile kazandırabilir.
Veya yine bu deprem vesilesiyle, günümüzün büyük problemlerinden biri olan çarpık şehirleşme, gecekondu, binaların statik hesaplamalarının iyi yapılmaması vs. gibi dünyevî hayatımızı ilgilendiren noktalarda gerek halk, gerekse idarî erkân çeşitli düzenlemeler içine girebilirler.
Bu itibarla denebilir ki; Rihter ölçeğine göre 3 derecelik bir deprem olduğunda, bazı binalar çatlamış, camlar kırılmış, eşya harap olmuş, hatta bazıları ölmüş olabilir; ölmüş olabilir ama yukarıda arz etmeye çalıştığımız sonuçlarıyla deprem yine de bizim için “mahz-ı hayır” sayılır. Bir diğer ifadeyle “şerr-i kalîl”e maruz kalınmış olur ama hayr-ı kesîre de birçok kapılar açılmış demektir.
Veya bir yerde sel felaketi olmuştur. Orada cezaya istihkakı bulunanlar cezasını bulmuş, istihkakı olmayanlar ise ölmüşseler şehit olmuş, zayi olan mal mülk de sadaka hükmüne geçmiş sayılır. Öte yandan bu vesile ile birçok insan da, ciddî bir teyakkuzla Rabbilerine yönelerek kurbet (Allah’a yakınlık) kazanmışlardır ki, zannediyorum bununla elde edilen yakınlık günde bin rekât namaz kılmakla bile elde edilemez.
Ayrıca bu vesile ile heyelanların önlenmesi adına mühendisler tarafından arazinin tetkiki, uzmanların, akademisyenlerin bu mevzuda teyakkuza geçmesi, gönüllü kuruluşların ve devlet erkânının bu işe sahip çıkması gibi güzel neticeler de elde edilir ki, bunlar bütünüyle mahz-ı hayırdır.
2) İlâhî ikaz olan bu hâdiselerde, kat’iyen teşe’üme (şerre yorma) gitmemelidir. Zira yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bunlar musibet de olsa, sonuçları veya melekût cihetleri itibarıyla rahmet buudunda tezahür eden ilâhî ikaz ve tecellîlerdir. Meselâ, Allah, bazen sizin ayağınıza bir diken batırır ve o dikenle sizi teyakkuza sevkeder ki, daha büyük, daha çok diken ayağınıza batmasın.
Kaldı ki kâinatta hiçbir hâdise tesadüf eseri değildir. Her şeyin zimamı ve her şeyin anahtarı O’nun elindedir. Her şey O’nun kader pergeline göre planlanmıştır ve mevsimi gelince de planlanan o şeyler yine O’nun meşîet ve kudretiyle sahneye konulmaktadır. Bütün bu olan biten şeylerde bizim irademiz sırf bir şart-ı âdi planında devrededir. Bu açıdan da, her zaman insan, iradesini hayra yönlendirmeli ve onu hayır cihetinde kullanmalıdır.
Netice olarak, başa gelen musibetleri değerlendirirken teşe’üm etmemeli, onların arkasındaki hayır perdelerini aralamalı ve sürekli iradelerimizi hayır istikametinde kullanarak Rabbimizle olan münasebetimize devam etmeliyiz.
3) Objektif olmadığı için, mânevî irtibatını tam ayarlamamış olan insanların, belki de anlayamayacakları, hatta itiraz edecekleri sübjektif bir değerlendirmedir bu. Bahsi geçen semavî, arzî belâ ve musibetlerle, neticede masum, bîgünah kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar ölüyor veya öldürülüyorlar ise, demeli ki, bunlar, tıpkı bir paratoner gibi belâları üzerlerine çekiyor ve umumî musibetlerin gelmesine engel oluyorlar…
Yalnız böyle bir yaklaşım, ledünnî ve ehlullahın keşfen görebileceği bir husustur. Evet, bu insanlar فَلَمَّا أَسْلَمَا وَتَلَّهُ لِلْجَبِينِ “İkisi de Hakk’a inkıyat edip teslim olunca O, kurban etmek üzere oğlunu yere serdi.” (Sâffât sûresi, 37/103) ruhunun temsilcileridir. Onlar İbrahim ve İsmail gibi, âdeta kurbanlık koyun misali boyunlarını Hakk’a uzatır, “Çal bıçağı!” derler. Veya:
Bir biçare âşığım ey yâr senden dönmezem
Hançer ile yüreğimi yar senden dönmezem
Ger Zekeriyya tek beni baştan ayağa yarsalar,
Başıma erre koy neccar senden dönmezem.
Ger beni yandırsalar, külüm ottan kavursalar
Toprağımı savursalar Settar senden dönmezem.
(Nesîmî)
derler.
Hâsılı, küçük musibet, büyük musibete karşı bir sed veya küçük kaymalar, büyük kaymalara karşı ikaz edici birer mânâ ifade etmektedir.
Kaynak: Prizma I, “Son Semavî Afetlerin Anlattığı“