Akraba ilişkileriyle ilgili hukuk, İslâm’da olduğu kadar hiçbir dinde ve hukuk sisteminde gözetilmemiştir. Karabet bağı bugün Batı’da neredeyse kaybolmuş durumdadır. Aile bağı bile dağılmıştır. Bireysellik öylesine topluma nüfuz etmiştir ki, çekirdek aileyi daha evinde iken atomize etmiştir. Anne-baba ve çocuklar arasındaki ilişkiler, kan bağına ait sıcaklığı vermemektedir.
Çekirdek aile şekil olarak Batı’da da mevcuttur. Belki aile bütün bütün tarumar olmamıştır. Ama aile bireyleri arasında ruhsal ve manevî açıdan bağlılık çok zayıflamıştır. Fertler manen ve ruhen kendi bireysel dünyalarını yaşamaktadırlar. Bir evi paylaşmanın haricinde derin ilişkiler söz konusu değildir. Eğitim sistemi gerek ailede gerekse okul ve çevrede fertleri, bireyselleştirecek ve yalnızlaştıracak şekilde organize edilmiştir. Ortak bir mekânı paylaşmanın verdiği ortak duygular, ne kadarsa, Batı’da ailenin fonksiyonu da bundan ibarettir. Sosyal çevre tüm değerleri dünyevileştirdiği gibi, ailevi değerleri de dünyevileştirmiştir. Ahirete taalluk edecek formlar çoktan cemiyetin bağrından sökülüp atılmıştır.
Oysa İslâm’da aile, yalnızca çekirdeği oluşturan bireyler arasındaki bağı değil, cemiyetin teşekkülünde mikyas alınan temel bir ortamı da ifade etmektedir. Yani cemiyetin üzerine oturduğu en rasih (sağlam) bir değer ve unsurdur aynı zamanda. Bu yüzden İslâm, aile etrafında şekillenen değerlerin ve ilişkilerin korunması için yeterli tahşidat yapmaktadır. Kat’-ı rahimi (aile ve akraba ilişkilerini kesmeyi) büyük günahlardan addetmektedir.
Sıla, ulaşma, varma, kavuşma; uzakta bulunduğu memleketine, vatanına, ailesine kavuşma anlamlarına gelir. Rahm, kelime olarak rahmetten gelir. Rahmet, acımak, şefkat duymak anlamlarını taşır. Sıla-i Rahim ise, akraba ve yakınlarını ziyaret etme, hal hatır sorma, yardımda bulunma kısaca akrabalık bağlarını kuvvetli tutma anlamına gelir.
Mesela, iş ve ikamet yerimiz akrabalardan uzakta ise zaman zaman ziyaretlerine gitmek, mektup, telefon, mail gibi vasıtalarla hal hatır sormak, yardıma muhtaç iseler elimizden gelen yardımı esirgememek, hasta iseler ziyaret etmek, bir problemleri varsa ilgilenmek, düğün bayram gibi sevinçli anlarında tebrik etmek ve onlarla sevinmek, üzüntülerini paylaşmak, hastalandıklarında ziyaret etmek, cenaze ve taziyelerine katılmak sıla-i rahme dahil olan hususlardır. Bu sayılanlar, akrabalar arasında bağları güçlendirir, kişiyi hayata mutlu bir şekilde bağlar, bencillik, yalnızlık gibi durumlardan korur ve en önemlisi dinî bir vecibe yerine getirildiğinden Allah’ın rızasına ulaştırır.
Alimler sıla-i rahmin dereceleri olduğunu, en yüksek derecesinin nikâh düşmeyecek kadar yakın olan akrabalar arasında olduğunu ve bunun farz olduğunu belirtmişlerdir. Bazı âlimler bu kişilerin miras konusunda geçen zevi’l-erhamı kapsadığını belirtirler. Verilen bilgilere genel olarak bakıldığında, anne, baba, çocuklar, kardeşler, amca, hala, dayı ve teyzelere karşı sıla-i rahim farz olurken diğer akrabalar için uzaklaştıkça mükellefiyet derecesi düşer. Belki en alt derecesi bütün Müslümanlara karşı müstehab olur.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Sana (Allah yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: Maldan harcadığınız şey, anne-baba, yakınlar, yetimler, fakirler ve yolcular için olmalıdır.” (Bakara, 2/215)
“Bir de akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma.” (İsra, 17/26)
“Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği (ihsanı), akrabaya yardımı emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl, 16/90)
Bu son ayet-i kerime pozitif ve negatif altı önemli esası ihtiva eden, câmi bir ilahî beyandır:
Adalet; dinde hayatî ehemmiyeti haiz bir disiplindir. Ve bazıları onu, dinin dört temel esasından biri kabul etmişlerdir. Bazen ubudiyet, bazen adalet şeklinde Kur’ân ve Sünnet-i sahihada geçen bu kavram, pek çok şeyin kendisine irca edileceği genel bir kavramdır. Mesela mealini sunduğumuz ayette, iyilik yapma, akrabaya yardımda bulunma ve ihsan şuuruna ulaşma gibi hususların hemen hepsi adalete irca edilebilir.
Zaten ubudiyet manâsında adalet bir insanda veya bir toplumda tam anlamıyla oturmamışsa, böyle birinden sair hususların beklenmesi de beyhudedir. Evet, adaletsiz ihsan olmaz. Onsuz yakınlara, akrabaya bakmak gerçekleşmez. Hele ihsanın bir hadis-i şerifte beyan edilen o enfes manâsı ki, “Allah’ı görüyor gibi kullukta bulunma” hiç mi hiç hayata geçirilemez.
İhsan; yukarıda ifade ettiğimiz gibi, “Allah’ı görüyor gibi” kulluk yapmaktır. Ne var ki, bu duygu, bu düşünce ve bu tasavvurların, sağlam bir imana bina edilmesi ve iman gerçeğinin de, İslâmî esaslarla derinleştirilmesi icab eder ki, ihsan şuuru kendinden bekleneni verebilsin.
Yakınlara yardım etme veya daha geniş bir dairede herkese yardımda bulunma, ihsan şuurunun yaygınlaştırılması ve intişarı demektir. Bu açıdan ayetin mazmununu tahlil edecek olursak, adalet ihsanın, ihsan da iyilik etme duygusunun hem temeli hem de kaynağıdır.
Negatif planda esas alınan şeylere gelince; bu konuda önce fuhşiyat zikredilmiş. İhtimal, hem ferdî planda hem de toplum planında bütün münkeratın başlangıcını fuhşiyat teşkil ettiği için ona öncelik verilmiş. Zira hemen herkesin bildiği fuhşiyatın yaygın olduğu toplumlarda sair olumsuz şeylerin hemen hepsi çorap söküğü gibi ard arda sökün eder gelir ve zamanla toplumu bütün bütün şirazeden çıkarır. Bu açıdan da hiçbir zaman onun küçük görülmemesi gerekir.
Münker; Allah’ın yasaklamış olduğu şeylerin açıktan açığa yapılması mânâsına gelir. Diğer bir yaklaşımla o, evrensel doğrulara başkaldırma ve isyan etme manâlarına gelir ki her din ve her millette merduttur.
Bağy yani azgınlık ve taşkınlık; bu olumsuz sıfat da ferdî ve içtimaî hayatta değişik şekillerde kendini gösterir. İnsanın kendine zulmetmesinden, ana-babasına isyanına, devlete başkaldırıp toplum huzurunu bozmadan, Allah’ı inkâra kadar geniş bir taalluk sahasının olduğunu söylemek mümkündür. Burada da tıpkı adalet, ihsan ve iyilikte bulunmada gördüğümüz gibi, fuhşiyat münkerin, münker de azgınlık ve taşkınlığın hem temeli, hem de kaynağıdır.
Konuyla ilgili birçok hadis de bulunmaktadır. Birkaç tanesini kaydedelim:
“Fakirlere yapılan tasadduk bir sadakadır, ama akrabaya yapılan ikidir; biri sıla-i rahim, diğeri sadaka.” (Tirmizi, zekât, 26; Nesai, zekât, 22)
Küleyb el-Hanefi, Peygamber Efendimiz’e kime iyilik yapması lazım geldiğini sorunca şu cevabı aldı:
“Annene, babana, kız kardeşine, erkek kardeşine… Bu iyiliği üzerine vacip olan bir hakkın ödenmesi yani sıla-i rahmin yerine getirilmesi olarak yapacaksın.” (Ebû Davud, edep, 129.)
Sıla-i Rahim ve Ömrün Uzaması
Efendimiz diğer bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: “Nesebinizden sıla-i rahim yapacaklarınızı öğrenin. Zira sıla-i rahim akrabalarda sevgi, malda bolluk, ömürde uzamadır.” (Tirmizî, birr, 49; müsned, II, 374.) Bu ve bunu destekler mahiyette başka hadislerde, sıla-i rahimin ömrü uzattığı beyan edilmektedir.
Bunun dışında öteden beri Ehlullah arasında ömrün birbirine verilmesi meselesi de bilinen bir konudur. Her hâlde bu mesele ancak, verenin ve alanın ruhî dokularının uyuşması, aynı frekansı paylaşmaları ve Allah’ın bu fiilî ve kavlî duaya meşietiyle cevap vermesiyle gerçekleşebilir.
Her isteyenin veremeyeceği gibi, her isteyenin de alamayacağı bu alış veriş netice itibariyle “illet-i tâmme”nin gerçekleşmesi ve Cenab-ı Hakk’ın o mevzuda iradesinin taallukuna bağlıdır. İhtimal, sıla-i rahim yapılınca o illet tahakkuk ediyor ve Allah ömrü uzatıyor.
Ömür uzamasının bir başka tevili de şöyle olabilir; Cenab-ı Hakk insanın yaptığı şeyleri bereketlendirip, nemalandırarak o insanın hayatını uzun bir ömür yaşamışçasına bereketlendirebilir. Şayet ömrün uzaması esprisi, insanın ahiret hesabına yönelik kazancıyla değerlendiriliyorsa, bu durumda insan ahiret adına çok kazanmış demektir. Mesela bunlardan birisi Kadir gecesidir ki, bin aya bedel olduğu ifade ediliyor. Eğer insan o gecede, o İlahî teveccühü yakalarsa, sanki seksen sene yaşamış gibi olur. Bu, o insanın ömrü uzasaydı ve seksen sene de yaşasaydı işte o kadar sevap kazanacaktı demektir. Sadakanın, hasenatın, sıla-i rahimin ömür uzatması da bu şekilde olabilir.
Ömrün uzatılması meselesinin niçin sıla-i rahime tahsis edildiği hakkında şunlar söylenebilir; günümüzde en çok gadre uğrayan İslâmî prensiplerden biri de hiç şüphesiz yakın akrabanın unutulmasıdır. Evet, derecesine göre yakınların yer yer ziyaret edilmesi; onlarla aramızda vuslatın sağlanması; başta anne-baba, anne-babanın evlatları, sonra kardeşler, nene, dede; anne menzilinde dayı-teyze, baba menzilinde amca-hala gibi yakınların, anne-babaya karşı bile saygının çok ciddi sarsıldığı bir dönemde görülüp gözetilmesi mevzuu çok önem arz etmektedir.
Hz. Hatice validemiz çok akıllı bir kadındır ve o sanki bir peygambere zevce olmak için yaratılmıştır. Efendimizle ilk vahyin heyecanını paylaştığı dönemde bu büyük kadın, Peygamberimizin, Cebrail’den (a.s.) ilk ayetleri aldıktan sonra “Kendimden korkuyorum.” demesine mukabil; “Hayır ebedîyyen Allah seni zâyi etmeyecektir. Şüphesiz sen sıla-i rahim yapıyor, ihtiyacı olanın elinden tutuyor, yoksula bakıyorsun…” (Buharî, bed’ul-Vahiy, 3, menakibu’l-ensar, 45; Müslim, iman, 252.) demiştir.
Hz. Hatice validemizin bunu demesi, Varaka b. Nevfel’in de bu istikamette bir mütalaada bulunmasından anlaşılıyor ki, sıla-i rahim, o toplumda zor yapılan ve talib olunan bir şey. Hz. Ebu Bekir, Efendimiz’e yapılanlar karşısında O’na sahip çıkarken, “Senin gibi, fakirin, yoksulun elinden tutan, sıla-i rahim yapan birine bu yapılmaz.” diyor. Ve yine komşulukla korumaya almak istediğinde, Kureyş’e karşı sıla-i rahimi referans olarak veriyor. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, sıla-i rahim o dönemde de herkes için gâye-i hayâl ve çok önemli bir şeydi.
Bir diğer yanıyla tarihte, pederşâhî, cedşâhî, ceddü’l-cedşâhî (ata erkil) aile şekillerini görmek mümkün. Eskiden bizim toplumumuz da öyleydi. Bir baba-anne veya dedenin etrafında birçok gelin ve evlad bulunurdu. Hâlâ bazı yerlerde bu vardır. Bunlar aslında toplum molekülünün düşük çapta hücreleri gibi şeylerdir ki, ne kadar sağlam, sıhhatli, birbiriyle irtibat içinde olurlarsa o kadar sıhhatli bir toplum meydana gelir.
Kaynak: Bir Müslümanın Yol Haritası