Bayram, bütün bir Ramazan’ın özü, usâresi ve ötelerin sihirli vâridatıyla gelir boşalır başımızdan aşağı ve bize bitiş içinde başlangıcın müjdesini verir. Böyle bir müjdenin duyulup hissedilmesi, fertten ferde, toplumdan topluma değişebilir; geçirilen Ramazan’ın derinden duyulması, gönüllerin Ramazan rengine boyanması, şuurların ötelere ve ötelerin de ötesine uyanması ölçüsünde bayram da daha bir nazlı gelir, daha bir farklı yaşanır ve daha bir büyülü geçer.
Gönüllerin derinliğinde duyulan bir bayramda her ses, her soluk, her hareket, her davranış ruhlara tesir eden müphem, fakat sihirli öyle beyan tarzlarıdır ki, azıcık ifade ve hâlden anlayanlar için daha müessiri olamaz. Genç-ihtiyar, kadın-erkek, alim-cahil, talebe-muallim, işçi-esnaf gönlünün menfezleri az açık olan hemen herkes belli bir seviyede bu beyanın sihriyle oturur-kalkar ve bulunduğu her ortam da bayram rengiyle tüllenir, bayram sevinciyle tebessüm tebessüm bütün gözleri okşar ve gönüllere kevserler gibi akar.
Bayram, her kesimden insana fevkalâde mûnis gelir.. hemen herkesin içine işler.. herkese kendini dinletir ve ne yapar yapar herkesi mutlaka kendi atmosferine çeker. Kimseye karşı cebir kullanmaz, protokollere bağlı kalmaz, açık-kapalı kendisini kabul etmeyenleri tehdit etmez, ama herkes ona yürekten, gönüllü ve selim fıtratının tabiî insiyakları ile koşar; koşar ve onu kutlamaz, sadece yaşar.
Bayrama eren bütün inanmış gönüller, onun senelere denk ışıktan saniyelerini yaşarken, kendilerini hep sevincin, neş’enin bürüdüğü sırlı bir atmosferde sanır ve gezip dolaştıkları her yerde, yukarılardan başlarına bir şeylerin boşaldığını, boşalıp ruhlarının derinliklerine kadar her yanlarını sardığını duyar; bütün benlikleriyle o vâridatın kaynağına yönelir; derken, canlı-cansız çevrelerindeki her varlığın eriyip gittiği ihsaslarıyla kendilerini ötelerin davetlisi birer misafir gibi düşünerek hep sınırlarını aşkın yaşarlar. Böyle ruhanî bir atmosferde kendi mevhibelerini duyup seslendirmesini bilenler, marifet ufuklarının aydınlığı ve zenginliği, aşk u şevklerinin canlılık ve harareti ölçüsünde, hayatlarına bu engin hislerini karıştırarak, her zaman, kendileriyle beraber çevrelerindekilerini de lezzetten heyecana, aşktan insanî münasebetlere sürükler dururlar.
Ramazan’da çok defa, her ses, her soluk, her davranış bize, âdeta beşiklerimizin başında ninni söyleyen annelerimizin içli nağmeleri gibi gelir. Bazen bu sözleri, bu düşünceleri o kadar ince, bu tavırları ve bu davranışları o kadar yumuşak buluruz ki, gezip dolaştığımız her yerde, aldığımız bu nezaket banyosuyla kendimizi kuşlar gibi hafiflemiş, ruhanîler gibi de mekân üstü bir hâl almış zannederiz.
İnsan, bayramda karşılaştığı birinden gördüğü muameleyi, karşılaşacağı daha başkalarından da göreceği mülâhazasıyla, gün boyu, realitenin elinden yudumladığı zevk ve lezzetlerin yanında, iyiliğe bu kadar açık insanlardan göreceği mutasavver hazları da doya doya yaşar; realitelerle tasavvur ve tahayyül dünyasından kendine göre yepyeni bir âlem inşa ederek, mekânın dar üç buuduna karşılık ve zamanın izafîlik esprisine dayalı göz görmemiş, kulak işitmemiş, dünyevî aklın sınırlarını aşkın bir sihir dünyasında dolaşır durur.
Evet bayram, bazen tam bayramlaşabilmiş insanlarla o kadar aşkınlığa erer, o kadar ledünnîleşir ve o kadar Cennetin Cuma Yamaçlarına dönüşür ki, insan yer yer onu kendi dublesi, zaman zaman da melek tüylerinden örülmüş kanatları gibi hisseder ve gezdiği her yerde bu gizli refîkin azizliğini görür ve heyecanını yaşar. Gerçi bayram, bir ölçüde herkese kendi boyasını çalar; herkesi kendi gibi söyletir ve herkese hükmettiğini bar bar bağırır ama, onun bazı ruhlar üzerindeki tesiri daha bir başkadır.
Bazen bayram, minarelerin gülbanklar gibi gürleyen sesinde, mihrapların ukbâ buutlu iniltisinde o denli farklılaşır ve aşkınlaşır ki, o eşref saatlerde hemen pek çok kimse, göklerin bütün mânâ ve usârelerinin üzerlerine boşaldığını ve ötelere ait esrarın sağanaklaştığını sanır ve her an ayrı bir Cennet duygusu yudumlar durur.
Hemen her bayram, onda füyuzât hislerimizi coşturacak âmillerin güçlülüğü nispetinde, onu başımızın üstünde ışıktan, renkten, mânâdan, ruhtan örülmüş bir kubbe gibi tahayyül eder ve kendimizi, o kubbede bulunan irili-ufaklı menfezlerden sonsuzu temâşâ etme konumunda hissederek, imanın mü’minlere kazandırdığı bu engin mülâhaza sayesinde, bu daracık zaman ve mekânın ne kadar çok buutlu olduğunu düşünür; çok kanatlı, çok buutlu melekler gibi duygu ve düşüncelerimizle bir yerde fakat çok aynada, hâl fânusu içinde ama kanatlarımızı hem mâziye hem de âtiye açılmış görür, çok zamanlılığı ve çok mekânlılığı birden yaşarız, hatta bazen bu mülâhaza daha da genişleyerek bizimle beraber başkalarını da içine alacak vüs’ate ulaşır ve bütün bir inananlar olarak, henüz vicdanlarımızda imanî bir nüve mahiyetinde varlığını hissettiğimiz Cennette, ruhların uçuşup durduğu tepelerde, onlarla beraber kanat çırpıp sonsuza uçtuğumuzu düşler; liyâkatlerimizi aşkın bu bin bir vâridat karşısında her birerlerimiz, “Değildir bu bana lâyık bu bende / Bana bu lutf ile ihsan nedendir?” mırıltılarıyla hayretlerimizi ifade eder ve kendi kendimize “Meğer bayram buymuş!” deriz.
Bazen, Rahmeti Sonsuz’a olan inançlarımızın feverânı sayesinde, vicdanlarımızda patlayıp çevremize yayılan ışık tufanları, etrafımızdaki maddî çeperleri darmadağınık edip her yanı öyle bir nura gark eder ki, vicdanın çok menfezli o engin rasathanesinden gökleri bütün derinlikleriyle temâşâ eder gibi olur, varlığın perde arkası esrarına ulaşır, bu dar âlem içinde yeni âlemlerin inkişâfını yaşar, tecessüs ve hayallerimizde de olsa, şu birkaç buutlu mekânın üstüne çıkarak, mekânların “lâmekân” olduğunu, cümle cisimlerin cân olduğunu, Hak tecellilerinin ayân olduğunu duyar gibi olur, iliklerimize kadar üprerir; mehâbet ra’şelerinin yanında muhabbetin sıcaklığını da hisseder ve “Ey Rab Senin varlığını duymak bir Cennet / Ne olur beni de bu duygu ile âbâd et” der, ona intisapla yaşamanın ne erişilmez bir pâye olduğunu zevk eder.. “Hazîretü’l-kuds”e daha yakın olma yollarını araştırır.. hep O’na koşar.. O’na bağlı yaşar.. O’ndan ötürü her şeyi kucaklar.. baharları zevkle temâşâ eder.. çiçekleri koklar.. varlıkla hasbıhâl içinde olur.. zaman gelir, dağlarla, tepelerle, ovalarla, obalarla söyleşir.. hayat ve varlık karşısında mü’min olmanın bütün hususiyetlerini ortaya koyar.. ve sık sık en nazlı dilekler, en içten iniltilerle O’nun kapısının tokmağına dokunur, sonra başımızı o kapının eşiğine koyarak içimizi sadece O’na dökeriz.
Ezanlar, kâmetler, namazlar, dualar, münâcâtlar, istiğfarlar, iç murakabeler farklı yöntemlerle o kapıya yönelmenin birer remzi ve işaretidir. O kapının önünde yükselecek bu ses ve bu davranışlar, ruhun solukları olması ölçüsünde, ötelerde nasıl kabul görür onu bilemem ama, biz, bazen varlığımızın, o duyuş ve söyleyişler içinde eriyip gittiğini hissederiz. Öyle ki bazen, içimizden kaynayıp gelen duyguları ifadeye kelime yetiştiremediğimizden fokur fokur kaynayan bir sükûta gömülür ve sessiz infiallerimizle, bu içli, bu derinden, bu ledünnî durumumuza bir yerden cevap verileceğini, bizim susmamıza bedel, ötelerin sesinin gürül gürül yükseleceğini beklemeye koyuluruz. Meleklerden mi, ruhanîlerden mi, yoksa kendi vicdanlarımızın meçhul bir menfezinden mi kopup geleceğini beklediğimiz böyle bir sesi net duymasak bile, mutlaka cevap verildiğine ve verileceğine inancımızla, ürpertilerimizde onu duyar gibi olur, haşyetle sarsılır veya sevinç gözyaşlarıyla boşalırız.
Hemen her zaman, böyle bir ruh hâliyle, hayata bakışımızın değiştiğini, her varlık ve hâdisenin bir farklılaşma süreci yaşadığını görür gibi olur, içine sürüklendiğimiz bu fevkalâdelikler karşısında, bizden olmayanların hiçbir zaman duyamayacakları, bizi anlayamayanların kat’iyen anlayamayacakları neler duyar ve neler hissederiz..!
Bu duygu ve bu hisler sayesinde bazen, erken dönemlerde ve iptidâî bilgiler mahiyetinde ruhumuzun derinliklerine yerleştirilen o mukaddes fakat müphem gerçeklerin, kuvve-i inbâtiyesi iman ve nur olan kalb yamaçlarında, nasıl çiçekler gibi açtığını, bir çocuk saffetiyle kabullendiğimiz o mücerret hakikatlerin ne kadar varlığımıza ait olduğunu duyar ve içlerimizde sessiz sessiz uyuyan esrarın nasıl tomurcuklaştığını, nasıl meyveye yürüdüğünü hayretler içinde zevk ederiz.
Hâsılı, her bayram bizim dünyamızda, bir dolunay gibi doğar.. ufkumuzu bir gökkuşağı gibi tutar.. ışık kaynağı ötelerden, bize donanma gecelerinde göremeyeceğimiz şehrâyinler yaşatır.. arz üzerinde uğradığı hemen her dairede, bir teşrifat üslûbuyla bizler gibi bütün başkalarını da ayağa kaldırır.. şivelerin en mükemmeli, nağmelerin en tatlısıyla ruhlarımıza demet demet besteler sunar.. îmâ ve işaretleriyle meraklarımıza kapılar aralar ve gönüllerimize uhrevîlikler fısıldar.