Hz. Mesih, olabildiğine maddeci bir topluma peygamber olarak gönderilmiştir. Böylesine maddeci bir topluluğun ıslahı adına Hz. Mesih, onların karşısına ruhçu bir düşünceyle çıkmış ve onların maddeci düşüncelerini ta’dil etmiştir.
Müşrikliği ve putperestliği, doğrudan doğruya din ünvanı ve din referansıyla diyanet blokajı üzerine oturtan toplumların, daha sonra o dinî telâkkiden sıyrılıp, yeni bir dinî düşünceye ulaşmaları oldukça zordur. İşte Hz. Mesih, meb’us bulunduğu (gönderildiği) toplumdan, maddeciliği ta’dil ederek, metafiziğe kapı aralamış.. ve aynı zamanda vahy-i semavi ile, ifrat ve tefrite girmeden madde ve ruh arasında bir denge te’sis ederek bu zorluğu aşmıştır. Ne var ki, daha sonra gelen onun müntesipleri, bu dengeyi muhafaza edememiş.. bundan dolayı da zamanla bütün güçleriyle ruhçuluğa ve spiritüalizme yönelerek maddeyi bütün bütün inkâr etmişlerdir. Kuı’an-ı Kerimin de ifadesiyle (Hadid, 57/27) onlar, ruhbanlığı kendilerine farz kılarak, sözde bununla değerler üstü değerlere ulaşacaklarını zannetmişlerdir. Oysaki onlara böyle bir zorluk tahmil edilmemişti. Evet onlar, Allah’ın rızasını tahsil maksadıyla, dinin ruhunda olmayan şeyleri icat etmiş ve daha sonra da icat ettikleri bu şeylere yenik düşüp, onların ağırlığı altında dinin aslından uzaklaşmışlardı. Halbuki meşru dairedeki zevk ve lezzet, hem keyfe kâfi, hem de zarurî ve lüzumludur. İnsan için aile hayatı, çoluk çocuk, hayati bir ihtiyaçtır. Onların bir kısmı, bu mubaha karşı müstenkif kalmış ve farkına varamayarak kiliseleri o işin gayr-i meşru levsiyâtı ile kirletmişlerdir.
Hıristiyanlıkta, bu türlü daha birçok tağyir, tahrif ve yanlış anlamalar mevcuttur. Örneğin Yuhanna İncilinde, “Eğer yüzüne bir tokat vururlarsa, dön diğer yüzüne de bir tokat vursunlar” diye bir ifade vardır.[1]Kitab-ı Mukaddes, Matta, bab: 5, cümle: 38-41; Luka, bab: 6, cümle: 27-30 Günümüzde bu mânâ ve ruh, belli ölçüde değerlendirilebilir. Bu bir nevi, “Dövene elsiz, sövene dilsiz” sözünün değişik bir versiyonudur. Ancak insanların zulümlere karşı teslimiyetçi bir şekilde davranmaları yanlışlığa açık bir durumdur. Zira, zulmedenler hiçbir zaman zulmetmeye doymazlar. Hristiyanlık, zuhur ettiği zaman itibarıyla, değişik baskılar altında kendini anlatma ve kendini ispat etme imkânını elde edememişti. Bu baskı ve zulümlere karşı onlara, “mukabele etmeme” fikri aşılanmış ve bu, daha sonra onlarda bir karakter haline gelmiştir. Bu düşüncenin uzantısı olarak onlar; harp etmemeyi, kendilerine ne yapılırsa yapılsın, karşı koymamayı ve dünya zevklerinden uzak kalarak ruhbanca bir hayat yaşamayı vs. bir disiplin olarak benimsemişlerdi. Ne var ki, bu disiplinlerin pratik hayattaki yansımalarına bakıldığında manzaranın hiç de aslına uygun ve iç açıcı olmadığı görülecektir. Çünkü onlar, bugün dünyanın değişik yerlerinde -esefle müşahede etmekteyiz- benimsedikleri bu prensiplere aykırı olarak, yer yer hayatın karşılarına çıkardığı ve insan fıtratının bir gereği olan ihtiyaçlarını gayr-i meşru yollardan giderme ve duygularını tatmin etme yollarına girmişler; uzantıları günümüze kadar gelen kanlı savaşlar yapmışlar ve birçok insanın haksız yere ölmesine sebep olmuşlardır.
Hz. İsa (a.s)’nın materyalist bir topluma uyguladığı ıslah hareketi, aynı zamanda kendisinden sonra gelecek olan ve müjdesini de bizzat kendisinin verdiği “İnsanlığın İftihar Tablosu”na giden yolları da açmıştır. Ancak, başta da ifade ettiğimiz gibi daha sonraki müntesipleri, Yahudi ifratına karşı tefrite düşerek, bütün bütün fiziği de maddeyi de inkâr etmişlerdi. Fetih sûresinin en sonunda yer alan uzunca âyet, bu mevzuya ışık tutmaktadır. Burada o âyetle alâkalı birkaç hakikati arzetmek istiyorum:
Âyet, مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِؕ /”Muhammedun Rasulullah” diye başlamaktadır. Ayetin başındaki bu ifade ile Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in risaleti vurgulanmış ve değişik yerlerde geniş olarak bu hakikat ifade edildiği için de, icmâlen geçilmiştir. Bu âyette, daha ziyade Kur’ân, Efendimiz (s.a.s)’in etrafındaki insanlara dikkat çekmekte ve değişik evsaf ve kategoriler halinde, birbirinden farklı maddeye ve mânâya bakan yanları ile onları nazara vermektedir. مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِؕ /”Muhammedun Rasulullah”, önemli ve hayâtî bir gerçektir. Bunun için Sâdî, Üstad’ın da Mektubat’ta ifade ettiği gibi, “Muhammedun Rasulullah demeden râh-ı selamet muhaldir” der. Necip Fazıl da bu hakikati ifade adına, Pascal’ı koştura koştura rıhtıma kadar getirir; ancak “Muhammedun Rasulullah” demediği için onun gemiyi kaçırdığını söyler. Evet, bu mânâda Efendimiz (s.a.s)’in rasat noktasına ulaşmayanın sahil-i selamete ulaşması mümkün değildir. Şimdi tekrar âyetin mevzumuzla alâkalı yönüne dönelim:
Peygamberle beraber maiyet-i nebevîye eren herkes, maiyet-i İlahîye’ye de ermiş demektir. Bir yönüyle âlem-i cismaniyet ve âlem-i halka ait Efendimiz’le maiyet, aynı zamanda âlem-i emre ait Cenâb-ı Hakk’la maiyetin bir izdüşümüdür. İşte ayet-i kerimede, وَالَّذٖينَ مَعَهُٓ/”Vellezıne maahû” derken bahsettiğimiz bu beraberlik anlatılmaktadır; ayetin devamında ise, bu ufku yakalayan insanların özelliklerinden bahsedilmektedir.
Bu özelliklerden biri, onların اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ/”Eşiddâu ale’l-küffâr” olmalarıdır. Yani mahiyetlerindeki inanma istidadını körelten, bunca delail Allah’ın varlığını ilan ederken, bütün bütün onları tekzip edip inkâra sapan ve İlâhî meş’aleyi söndürmeye çalışan insanlara karşı şedittirler.
İkinci özellikleri ise, رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ /”Ruhamâu beynehüm”; kendi aralarında fevkalâde şefkatli ve merhametlidir. Bu özellikler, تَرٰيهُمْ رُكَّعاً سُجَّداً يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَاناًؗ/”Terâhum rükkean, sücceden, yebteğûne fadlen minallâhi ve rıdvânâ; “Sen, onları sürekli rükû ve secde halinde görürsün. Allah’ın lütuf ve rızasını ister dururlar.” Demek ki onlar, ayaklarını koyduklan yere başlarını da koyarak bir halka haline gelmiş ve böylece Allah’a en yakın bulunma halini ihraz etmişler. Aynı zamanda onlar, her şeylerini Allah’ın fazlından bilirler. Zaten neticede onların istedikleri sadece ve sadece Allah rızasıdır.
سٖيمَاهُمْ فٖي وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِؕ /”Sîmâhum fî vücûhihim min eseri’s-sücûd; onların nişanlan yüzlerindeki secde izidir.”
ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرٰيةِۚۛ/”Zâlike meselühum fi’t-tevrât; işte bunlar, ümmet-i Muhammed’in Tevrat’taki vasıflarıdır.” Tevrat, Hz. Musâya inen ve daha sonra tahrif edilerek büyük ölçüde hüdanın yerini hevanın, ruhun yerini maddenin aldığı bir kitaptır. Tevrat’ta ümmet-i Muhammed anlatılırken, manevî yönleri ve yanlarıyla ve metafizik cepheleriyle anlatılmaktadır.
Diğer taraftan ِوَمَثَلُهُمْ فِي الْاِنْجٖيل /”ve meselühum fil-incîl; Onların İncil’deki vasıflarına gelince: كَزَرْعٍ/”Kezer’in; onlar tıpkı bir ekin gibidirler“. Ekin, tohumla meydana gelir ve maddîdir. Tohum, bir cisimdir ve tıpkı yumurtadaki ukde-i hayatiye ve insandaki sperm gibi hayat programı yüklenmiş bir varlıktır. اَخْرَجَ شَطْـَٔهُ/”Ehrace şat’ehû; topraktan rüşeymini çıkarır” ki, o da bir maddedir. شَطْأَ/”Şat’e” kelimesinde maddî yapının zuhuru gibi bir mûsikî de gizlidir. Burada her kelime, mükemmel sözcüğüyle ifade edilemeyecek ölçüde seçilmiş.. seçilmiş ve âdeta bir dantelanın atkıları halinde örgülenmiştir. فَاسْتَغْلَظَ/”Festağlaza; gılzet kazanır, kalınlaşır, sertleşir.” Burada da mesele hep madde etrafında dönmektedir. Zira mânânın, ruhun, metafiziğin kalınlaşması mümkün değildir. فَاسْتَوٰى/”Festevâ, o maddî yapı üzerinde kalkar, doğrulur” demektir. عَلٰى سُوقِهٖ/”Alâ sûkihî”, insanın sâkı, bacaklarıdır. Filiz ve ağacın sâkı ise sapıdır. يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ /”Yü’cibu’z-zurrâa-öyle ki, tohumu, toprağın bağnna atan insan bile, onu bu haliyle gördüğü zaman şaşkınlıktan kendisini alamaz.” لِيَغٖيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَؕ/”Liyağîza bihimul-küffâr; kafirleri öfkelendirir.” Bu ise, başkalarının gözünü doldurması , onların içine takdir, dehşet ve korku salması gibi hep maddeye müteallik şeylerdir.
Dikkat edildiği takdirde, İncil’de yer alan meseleler, fizikî açıdan, tamamen maddeci bir anlayışı aksettirmekte ve her şey mahsusata müteallik yanları ile nazara verilmektedir. Tevrat’ta zikredilen hakikatler ise, hiçbiri elle tutulur, gözle görülür ve pozitivistçe mülâhazalarla mahsusata taalluk eden şeylerden değildir. Bunların hepsi âdeta insanları âlem-i emir ve mücerret hakâik etrafında dolaştıran manevî şeylerdir. İşte bu incelik, Seyyidinâ Hz. Mesih’in konumunu anlama bakımından çok önemlidir. Hz. Mesih, Yahudi maddeciliğini tadil etme misyonunu yüklenmiştir. Böyle bir misyonla gelen insanın, bu misyonu gerçekleştirebilecek donanımla gelme zarureti vardır ki daha dünyaya teşrif buyuracağı zaman O, çok iyi bir yuvada neşet etmiştir. O’nu yetiştirme mevzuunda Hz. Meryem ölçüsünde başka bir kadın göstermek mümkün değildir. Kur’an, değişik ayetlerinde Hz. Meryem’in karakterini ifade eden kelimeleri yerli yerinde kullanarak onun hususiyetini vurgulamaktadır. Bu yüce kadın, iffetine o kadar düşkündür ki, meleğin karşısında bile müthiş bir ürperti yaşamıştır.
Hz. Meryem’in annesi, “Allahım bana bir çocuk verirsen onu mabede adayacağım” (Âl-i İmran, 3/35) diyerek bir adakta bulunmuş; ancak çocuk kız olarak doğunca, teessür içinde bu kutlu anne, “Ben erkek çocuk bekliyordum ki onu mabede adayayım” (Âl-i İmran, 3/36) demiş, ne var ki, çocuk doğmadan önce mabede adandığı için mabedde bırakılmıştır. Seyyidetina Hz. Meryem, maneviyatla lebâleb bir şekilde İlâhî vâridatları iliklerine kadar teneffüs edeceği böyle bir metafizik ortamda neşet etmiş ve daha sonra da, farklı bir misyon için gelen Hz. Mesih’e yine sebepler üstü bir şekilde hamile kalmıştır.
Hulâsa, Hz. Mesih, hayatı böylesine sebepler üstü ve harikuladelikler içinde cereyan eden bir anneden dünyaya gelmiş ve tamamen bir ruh insanı olarak Cenab-ı Hakk’ın himayesinde ve sıyanetinde büyümüştür. Zira O’nun karşısında, senelerden beri devam eden maddeciliği, tamamen bir din haline getiren ve yıkılması, yenilenmesi, değiştirilmesi çok zor olan bir toplum vardı ve O, hayatı boyunca böyle bir toplumla mücadele etmişti. Hz. Mesih, peygamberlik vazifesiyle gönderilirken bu insanları doyuracak bir donanımla techiz edilmiş ve onların putlaştırdıkları maddeyi; babasız dünyaya gelme, ölmüş insanı diriltme, hastaları iyileştirme, en onulmaz dertlere şifa dağıtma gibi pek çok mucizeler göstererek aslî hüviyetine kavuşturmuş.. ve materyalizme kilitlenmiş bir düşünceyi ta’dil ederek, ruhçu bir düşünceye yollar açmış, böylece İnsanlığın İftihar Tablosuna giden yollara köprüler kurmuştur.
Şimdi elbette bu iki nebiden sonra gelecek olan makam-ı cem’in sahibi Yüce Peygamber, seleflerinin –misyonları icabı- kendi zaman ve ümmetleriyle alâkalı bir kısım hususları zaman ve şeraitin gereklerine göre ta’dil edip onların ayrı ayrı görünen ama bir bütünün parçaları sayılan muhassala-ı meşrep ve mezaktan bir sırat-ı müstakîm mülâhazası çıkaracaktı ki, çıkardı da. Ne var ki bu çıkarılan şeyler aslında yine o iki peygamber ve o peygamberlerin mizaçlarının aksiyle mütelemmi bulunan kendi kitaplarıyla ifade edilmiş olacaktı.
Kaynak: Kur’an’dan İdrake Yansıyanlar
Dipnotlar
⇡1 | Kitab-ı Mukaddes, Matta, bab: 5, cümle: 38-41; Luka, bab: 6, cümle: 27-30 |
---|