Efendimiz (sav)’den önceki peygamberler de bir ölçüde, kendilerine arka çıkan, dâva ve hizmetlerinde onları destekleyen ümmetlerine karşı alâka duymuş ve onları sevmişlerdir. Nasıl sevmeyecek, nasıl muhabbet beslemeyecekler ki, bu kimseler, en zor anlarda bile onları yalnız bırakmamışlardı. Ancak Efendimiz (sav)’le diğerleri arasında şöyle bir fark vardı. Hâtemü’l-Enbiya (sav)’dan önce bir peygamber vefat edince ekseriyetle başka bir peygamber gelir ve işe vaziyet ederdi. İnsanlığın İftihar Tablosu (sav)’ndan sonra ise, bu misyonu başta Sahabe olmak üzere ümmetin evliyası yüklenmiştir.
İşte böyle önemli bir hizmetten dolayı O da ümmetini çok severdi.. ve yeri geldiğinde de bu sevgiye esas teşkil eden hususları tasrih eder ve onları uyarırdı. Meselâ: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarılırsanız, dalâlete düşmezsiniz; onlar Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnetim’dir” (Tirmizî, menâkıb 77; Muvatta, kader 3) der, bazen de Kur’ân-ı Kerîm ile Ehl-i Beyt’ini nazara verir ve onlar etrafında derlenip toparlanmayı tavsiye buyururdu. Bu sebeple idi ki, o devirde ve daha sonraki dönemlerde, cibillî olarak Kitab’a ve Sünnet’e taraftar olan Ehl-i Beyt’e sahip çıkmak, dine sahip çıkmak gibi anlaşılmış ve uygulanmıştı. Zaten bizim anlayışımıza göre, Ehl-i Beyt’in, Efendimiz (sav)’e veraseti, bir mânada her türlü verasetin üstündedir.
Tabii bir de, O’nun ümmeti arasında, davayı nübüvveti temsil edenler vardı ki, bunlar da O’na (sav) arkadaşlık yapmış, gönülden O’na inanıp teslim olmuş ve bir an olsun O’nu, hiç mi hiç davasında, düşüncesinde yalnız bırakmamışlardı. Bunların hepsi nur-u nübüvveti görerek, O’nun pırıl pırıl atmosferi içinde yetişmişlerdi. Bu açıdan onlar bizden çok farklı idiler. Bizatihî O’nu gören, her halini müşâhede eden, gökten yağıyor gibi O’na vahy yağdığını temaşâ eden kimselerin durumu elbette bizden çok farklı olacaktı. Bu farklılıktan ötürü de, tabiî ki Efendimiz (sav), onlara çok ihtimam gösterecek ve “Ashabıma söven benden değildir“[1]Bkz.: Buhârî, fezâilü ashâb 5; Müslim, fezâilü’s-sahabe 221-222. diyerek, onları aziz tutacak ve bunu yaparken de kıyamete kadar gelecek insanlara, hizmet ve mücadele veren herkese, arkadaşlarını birinci plânda tutma yolunu gösterecekti.
Evet, O, bir vefa insanıydı. Kendi açtığı çığırda hırz-ı can edenlere karşı, son nefesine kadar hep vefa solukladı. O, onlarla öylesine bütünleşmişti ki, Rabbine kavuşacağını düşündüğünde bile, –ki bu onun muradıydı– onlardan ayrılacağı hususu O’nu (sav) hıçkıra hıçkıra ağlatmış ve “yakında beni sizden soracaklar” (Buhârî, fezâilü ashâb 5; Müslim, fezâilü’s-sahabe 221-222) demekle iktifa etmişti. Zaten biz de vefa adına ne biliyorsak O’ndan öğrenmedik mi? O (sav), sadece insanlara karşı değil, taşa toprağa karşı bile vefayla dopdoluydu. Mekke’yi arzular,[2]Tirmizî, menâkıb 68; İbn Mâce, menâsik 103; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/305. Uhud’a uğrar ve sık sık ilk konağı olan Kuba’yı ziyaret ederdi.[3]Buhârî, fazlü’s-salât 2, 3, 4; Müslim, hac 515-517. Çünkü orası Mekke’den ayrıldıktan sonra sinesini açıp, “bende kalabilirsin” diyen yerdi. Allah Rasûlü (sav) ise, sen beni misafir ettin, ağırladın dercesine her cumartesi mutlaka Kuba’ya uğramaya çalışırdı. O, Uhud’u da ziyaret ederdi. Hani, “biz onu severiz, o da bizi sever” (Buhârî, zekât 54; Müslim, fezâil 11) dediği yeri. Yani Efendimiz (sav)’in sevgisinden nasibini alan o mübarek yeri. Keza O, Medine’nin mezarlığı Baki’e giderdi. Hayır -estağfirullah- mezarlık değil. Ashab-ı kiramın âhiret hesabına ârâm eyledikleri yere… Ve vefa insanından daha yüzlerce misal…
İşte onun için bu konuyla alâkalı araştırma yapan dost-düşman herkes diyor ki: Hz. Muhammed (sav)’in cemaati kadar O’na bağlı bir cemaat ve cemaatine O’nun kadar bağlı ikinci bir lider ne gelmiştir ve ne de gelecektir. Evet ısmarlama bir liderin cemaatinin ısmarlama olması kadar tabiî ne olabilir ki?
Evet, Sahabe-i kiram ubûdiyetleri, mücadele azim ve gayretleriyle belli bir devreden sonra kendilerine lütuf ve ihsanda bulunulmuş kimselerdir. İftihar Tablomuza (sav) gelince, O, daha dünyaya adımını atarken peygamber olarak atmıştır. O (sav)’nun çocukluk dönemi dahil, peygamberlik öncesi bütün hayatı, daha sonraki durumunu destekleyici mahiyettedir. Meselâ, şerefin, haysiyetin, izzetin, iffetin bini bir para olduğu cahiliye döneminde O, bir iffet insanıydı, hemen her mahfilde “Namuslu adam” dendiğinde O akla geliyordu. O, haysiyetine ve izzetine asla toz kondurmamıştı; kondurmamıştı ve serâpâ hayâ idi. Emanete o kadar dikkat etmişti ki cahiliye döneminde “Emin” lakabıyla anılıyordu. Yalan, O’nun semtine hiç uğramamıştı.. ve hiçbir kimseyi aldatmamıştı. Bütün bu özellikleri O’nun peygamberliğinin kaideleri, temelleri olmuştu. Çünkü daha sonra peygamberlik de bu esaslar üzerine bina edilecekti. Bakın, Mekkeli müşrikler O’nun (sav), bu yüce vazifesini inkâr sadedinde mecnûn demiş, şair demiş, kâhin demişlerdi ama, hâşâ O’na iffetsiz ve yalancı diyememişlerdi. Hele “emanete hainlik ederdi, verdiği sözde durmazdı” hiç diyememişlerdi. Diyememişlerdi de hakkında söylenmesi mümkün olmayan, söylense de yedi dünyanın kabul edemeyeceği “sâhir” gibi, “şâir” gibi, “kâhin” gibi yakıştırmalarda bulunmuşlardı. Tabii bu yakıştırmalara kendileri de inanmamışlardı. Evet, O, tertemiz gelmiş, tertemiz yaşamış ve gönüllerimizde hep tertemiz olarak kalmıştı.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi nasıl varlığıyla varlığımızı bulduğumuz O Zât (sav) ısmarlama bir insandır; O’nun etrafında toplanan insanlar da, O’na ümmet olma, yardımcı olma, arkadaş olma seviyesinde yine husûsî yaratılmışlardır. Tabii bu aynı zamanda şu mânâya da gelir: Siz artık bundan sonra bir Ebu Bekir (ra) arasanız da bulamazsınız. Bir Ömer, bir Osman, bir Ali (r. anhüm) ile buluşamazsınız. Ama, temsil ettikleri misyon itibariyle onların arkasında yer alacak Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler kıyamete kadar devam edecektir.
Sadece küçük bir örnek: Halid bin Velid (ra), Mute’ye gittiğinde daha yeni Müslümandı. İki ay evvel Müslüman olmuş, iki ay sonra Mute’ye gidilirken, kumandanlık hususunda adı bile geçmemişti. Efendimiz (sav), Hz. Zeyd’den Hz. Cafer (ra)’den, Hz. Abdullah bin Revâha (ra)’dan bahsetmiş, “bunların başına bir iş gelirse Allah kılıçlarından bir kılıç işe vaziyet etsin“[4]Buhârî, meğâzî 44; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/299. demişti. Tarihçilerin verdiği rakamlara göre Müslümanlar 3000 kişi, Bizans ordusu 100.000 kişi kadardı ki, her ferde otuz küsur insan düşüyordu. Altı gün savaşıldı ve altıncı gün, kaderin cilvesi, üç kumandan da peşi peşine şehit oldu. Savaşın en şiddetli anında, yere düşmek üzere olan sancağı zayıf, nahif bir sahabî aldı ve arkada da Hz. Hâlid’i görünce “tam sahibini buldum, al sancağı” dedi. Belki Halid almak istemedi ama, zorla kabul ettirdi. Artık o gece Halid gecesiydi.
O, değişik stratejilerle düşmanın aklını-mantığını karmakarışık edecekti. Ordunun sağ cenahını sola, sol cenahını sağa yerleştirecek, merkezde değişiklikler yapacak ve bir yandan da davul dümbelek vurdurarak, sanki Medine’den yardım geliyormuş gibi değişik stratejiler uygulayarak Rum ordusunun içine bir korku ve velvele salacaktı. Nitekim bunları gerçekleştirdi de. Öyle ki gece sabaha kadar, uzaktan tozu dumana katarak gürültülerle, tarrakalarla yardım geliyormuş gibi bir hava estirdi… Şafak sökerken de bir sürü sancak, bir sürü bayrakla, cûş u hurûş içinde koşan koşana bir manzara ile düşmanın karşısına dikildi. Artık düşman, kat’iyen Medine’den yardım geldiği zehabına kapılmış ve ciddi bir panik içindeydi. Ve hele gün ağarınca birkaç günden beri, savaştıkları insanlardan başkalarını karşılarında görünce, bütün bütün şaşırdılar. Ve işte bu esnada kuvve-i mâneviyeleri iyice sarsılmış düşmanın merkezine hücum hücum üstüne baskınlar yapıldı ki, bu bir hezimetin zafere dönüşmesinin ilk belirtileriydi.
Allah aşkına Hz. Halid, iki ay içinde bu seviyeye nasıl gelmişti? Halbuki bir insan, iki ayda Kur’ân-ı Kerîm okumayı bile tam olarak öğrenemez, ama bütün bunlar olmuş ve Halid (ra) orduyu, burnu bile kanamadan, Medine’ye getirmişti. Bizanslılar ise Müslümanları takip edecek cesareti bulamadıklarından onların peşlerine düşememişlerdi.[5]Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/22-30; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 2/128-130.
Şimdi cevabı siz verin, ısmarlama Nebî’nin, arkadaşları ısmarlama değil miymiş? Evet, onlar yürekten, gönülden, sadakatla bu işe dilbeste olmuş ve dolayısıyla da O’nun şefaatine, O’nun muhabbetine layık hale gelmişlerdi. İnşaallah bizim neslimiz de, kendilerine has verasetle Hz. Muhammed (sav) davasıyla alâkalı vazifelerini bihakkın ve yılgınlık göstermeden, bıkmadan, usanmadan, inkisara düşmeden “yol budur, bu yolun erkânı budur” diyerek az sıkıntıya maruz kalsalar da, bu mukaddes emaneti gerekli olan noktaya götürmek için gayret gösterir ve böylece, tıpkı Ashab-ı kiram gibi Nebîler Serveri’nin (sav) muhabbetine layık olurlar. Rabbim, bu kudsî yolda bizleri muvaffak kılsın ve ihlâstan bir an olsun dûr eylemesin! Amin…
Kaynak: Prizma I, “Peygamberimiz’in Arkadaşlarına Duyduğu Alâka”
Dipnotlar
⇡1 | Bkz.: Buhârî, fezâilü ashâb 5; Müslim, fezâilü’s-sahabe 221-222. |
---|---|
⇡2 | Tirmizî, menâkıb 68; İbn Mâce, menâsik 103; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/305. |
⇡3 | Buhârî, fazlü’s-salât 2, 3, 4; Müslim, hac 515-517. |
⇡4 | Buhârî, meğâzî 44; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/299. |
⇡5 | Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 5/22-30; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 2/128-130. |