Peygamber sözlükte “haber getiren” manasına gelir. Peygamberler, Allah’ın insanlar ve cinlere emirlerini bildirmek üzere görevlendirdiği seçkin elçilerdir. Ancak onlar bu seçilmişliklerinin hakkını fazlasıyla vermişlerdir. Hayatlarını en kâmil şekilde yaşayarak insaniyette zirveye ulaşmışlardır. Onlarda tebliğ vazifelerini yaptıkları süreçte başkalarını rahatsız edici hiçbir fiziki ve ahlaki kusurları olmaz. Dolayısıyla peygamberleri değerlendirirken onları –vazifelerine bakan yönü itibarıyla– sıradan insanlar gibi görmek peygamberlik müessesesini anlamamak demektir. Çünkü onlar hem fiziki özellikleri hem de tavır ve davranışları itibariyle kusursuzdurlar. Manevi açıdan ise günahın en küçüğüne dahi bulaşmamış, ismet sıfatıyle muttasıf; ruh ve mana ikliminin üveyikleridirler. Özetle peygamberlerin sıdk, emanet, fetânet, tebliğ, ismet, bedeni ve ruhi arızalardan uzak olmak, mucize göstermek gibi temel özellikleri vardır.
Cenab-ı Hakk’ın husûsî ihsanlarına mazhar olan Peygamberler, bu ihsanlara uygun husûsî ve müstesnâ bir hayat yaşayarak topluma kâmil bir örnek ve önder olmuşlardır. Haram ve günahlardan uzak bir hayat yaşamış, iffet ve ismetlerine asla toz kondurmamışlardır. Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etme konusunda kılı kırk yararcasına bir hassasiyet göstermiş, kulluğun da risâlet vazifesinin de hakkını kâmil manada eda etmişlerdir. Böylesine müstesna bir hayat yaşayan peygamberleri sıradan insanlar gibi değerlendirmeye kalkarsak daha başlangıçta hata etmiş oluruz.
Müminlerin hayatlarında bile bazen Hak’la irtibat açısından yakaladıkları öyle anlar vardır ki, dakikası bütün bir ömre bedeldir. Oysaki böylesi haller, Peygamberlerin bütün hayatlarına hakimdir. Bir müminin hayatı boyunca ulaşabileceği nokta, onlar için sadece bir başlangıçtır. Bu, Hz. Nuh için de Hz. Musa için de böyledir. Cevahir kadrini cevherfurûşan olan bilir. Bu sebeple Efendimiz (sallallahu aleyhi vessellem), “Peygamberlerin bir kısmının diğerine tercih etmeyin” (Buhârî, ehâdisu’l-enbiya 34) buyurarak, peygamberlerin birini diğerine kıyaslamak suretiyle o güzide insanlara eksiklik isnat etmeninin doğru olmadığını vurgulamış, bütün peygamberlere karşı aynı saygı ve edebi korumamız gerektiğine işaret etmiştir.
Allah Resûlü’nün daha özelde ümmetini, Hz. Yunus aleyhisselâm hakkında ikaz ettiği hadisler de vardır. Mesela bir yerde O, “Beni Yunus b. Metta’ya tercih etmeyin” buyurmuşlardır (Buhârî, enbiya 35, Müslim, fezâil 166-167). Başka bir hadiste ise “Hiç kimse ben Yunus b. Metta’dan daha iyiyim demesin.” buyurmuştur (Buhârî, ehâdisu’l-enbiya 34).
Buradan da anlaşılacağı üzere Efendimiz (aleyhisselâm) bu ifadeleriyle nübüvvet müessesesine nasıl bakılması gerektiğini bizlere talim buyurmuştur. Evet O’na dikkatle bakan herkes O’nun peygamberlik mefhumuna çok saygılı olduğunu ve peygamberler hakkında hiçbir çarpık anlayışa müsaade etmediğini görür.
Hazreti Yunus aleyhisselâm, Musul yakınlarında bulunan Ninova halkına gönderilmiş bir peygamberdir. O, putperest olan Ninova halkını yıllarca Allah’a imana ve O’na ibadete davet etmiştir. Kavmi ise ona iman etmemiş birçok ezâ ve cefâda bulunmuşlardır. Yıllarca hiç yılmadan, ümitsizliğe kapılmadan onları hak dine davet edip iman etmedikleri takdirde üzerlerine Allah’ın azabının gelebileceğini hatırlatmıştır.
Ancak halkı, Hz. Yunus tarafından yapılan hiçbir uyarıya da kulak asmamış, artık yıllardır O’nun ortaya koymuş olduğu bütün bu çabalarına rağmen hiçbir değişikliğin olmaması onda kavminin iman etmeyeceği kanaatini oluşturmuştur. Bazı kaynaklarda Cenab-ı Hakk’ın kendisine ne zaman azap geleceğini vahyettiği de zikredilmiştir.[1] Tefsir-i Yahya b. Selam, 1/336 Belânın emareleri ortaya çıkmaya başladığı zaman, o da artık ayrılma vaktinin geldiğini düşünmüştü. Belki de artık burada vazife müddetinin dolduğunu, başka beldelerde yeni muhataplar araması gerektiğini, bu sebeple de buradan ayrılması lazım geldiğini düşünerek oradan çıkma hususunda bir içtihatta bulunmuştu.
Hz. Yunus’un şehri terk ettiğini duyan kavmi meselenin ciddiyetini anlamışlar ve bu onlarda ciddi bir korkuya sebep olmuştu. Aradan birkaç gün geçtikten sonra gökyüzü kararmış, şehri simsiyah bir duman kaplamış, Ninovalılar bu durum karşısında telaşlanmış ve herkes bir korkuyla sarsılmıştı. Allah’ın azabının üzerlerine geldiğini anlamışlardı ve hemen pişmanlık duyarak tevbe ile Allah’a yönelmişlerdi. Sürpriz bir şekilde yıllardır devam ettikleri inadı terk edip iman etmiş ve tevbe etmişlerdi. Bu aslında çok istisnai bir durumdu. Çünkü -ayet-i kerimede de ifade edildiği üzere- Hz. Yunus’un kavmi dışında azap geldiği sırada iman edip kurtulan, imanı kendisine yarar sağlamış başka bir kavim olmamıştı. Sayısı ilgili ayetin ifadesiyle yüz bin ya da daha fazla olduğu ifade edilen bu topluluk (Saffat, 37/147) topluca iman edince, Cenâb-ı Erhamu’r-Râhimîn de onların tövbelerini kabul etmiş, onları perişan edecek azabı onlardan kaldırmıştı. (Yunus, 10/98)
Bu arada şehirden ayrılmış olan Hazreti Yunus bir yolcu gemisine binmiş ve geminin hareket etmesiyle kıyıdan epeyce uzaklaşmıştır. Bir müddet gittikten sonra gemide bazı problemler belirince kaptan veya gemide bulunan başka birisi: “Aramızda bulunan bir suçlu yüzünden başımıza bunlar geldi” diyerek suçlunun tespiti için kura çekilmesi teklifinde bulunmuştur. Üç defa tekrarlanan kura her defasında Hazreti Yunus’a çıkınca onu denize atmışlardır. Denize atılan Yunus aleyhisselâm’ı Cenâb-ı Hakk’ın emriyle bir balık yutmuştur. Balığın karnında Hazreti Yunus,
❊لَۤا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ
“Sen’den başka ilâh yoktur. Sen’i her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendime zulmedenlerden oldum.” (Enbiya, 21/87)
ifadeleriyle Allah’ı (celle celâluhu) tesbih u takdisde bulunmuştur. Bu dua öyle tesirli olur ki bu duadan sonra Hazreti Yunus yaşadığı bütün sıkıntılardan kurtulmuş, memleketi Ninova’ya döndüğünde yüz bin insanın iman etmiş olduğunu görüp tarifi imkansız bir sevinç yaşamıştır.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Hz. Yunus aleyhisselam, emarelerini gördüğü bir azaptan kavminin artık iflah olmayacağına kanaat getirmiş ve oradan ayrılmak üzere bir içtihatta bulunmuştur. Bu içtihadında da mazurdur. Böyle bir içtihad en fazla terku’l-evla (en iyinin terkedilmesi) olarak kabul edilebilir. Belki bizim gibi sıradan insanlar için böyle bir ictihad sevab bile olabilirken Peygamberlerin seviyesine göre bu bir hata kabul edilmiştir. Çünkü bir insanın, azabın ineceği ülkesinden ayrılıp yeni muhataplar aramak maksadıyla başka bir yere gitmesi günah değildir. Ancak Hazreti Yunus, bir peygamberdir ve mukarrabîndendir. Allah’a yakın olan insanlar, yakınlığın gereği küçük dahi olsa yaptıkları her işi Cenab-ı Allah’tan izinle yapmalıdırlar.[2]Maturudi, Tevilatu Ehlissünne, 7/93
Aslında bu, yakınlığın bir gereğidir. Uzakta bulunanlar için böyle bir şey bahis mevzuu olmasa da temsil konumunda olan, işin merkezinde olan kimselerin her mevzuda bu kadar hassas olmaları icap eder. Bu sebeple Hazreti Yunus’un bu hareketini, “hasenâtu’l-ebrâr seyyiâtü’l-mukarrabîn” düsturundan hareketle, mukarrabîn zellesi olarak kabul edebiliriz.
Hz. Yunus’un ‘öfkelenmesi’ meselesine gelince Enbiya suresin 87-88. ayetlerinde konu ile ilgili şu ifadeler yer alır:
- “Zünnûn’u da an. Hani o halkına kızmış, onlardan ayrılmış, Bizim kendisini sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Sonra karanlıklar içinde şöyle yakarmıştı: “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” diye nida etti. Biz de duâsını kabul ile icabet ettik de kendisini gamdan kurtardık ve işte mü’minleri böyle kurtarırız.”
Tefsirciler burada Hz. Yunus’un halkına kızmasından maksadın Allah için kavmine öfkelenmesi olduğunu söylerler.[3]Taberî, 18/511 Yani onun, kavminin inançsızlık saplantısı karşısında ızdırap duyması ve ortaya koymuş oluğu bunca gayret karşısında hiç aldırış etmemeleri sebebiyle öfkelenmesi manasına gelmektedir. Bu, tamamen gayret-i diniye ile Allah için kavmine kızması manasındadır. Yoksa haşa Cenab-ı Hakk’a kızdı şeklinde anlamak yanlış olur. Nitekim İbn Aşur böyle bir anlayışın hem Kur’an açısından hem de İsrailoğullarından gelen rivayetler çerçevesinde uygun olmadığını ifade etmiştir. [4]İbn Aşur, et-Tahrir ve’t-tenvir, 17/131
Efendimiz’in bizlere göstermiş olduğu çerçevede peygamberlik müessesesine saygı, peygamberlerin sıradan insanlar olmadığı gerçeği çok önemli bir İslami prensiptir. Hele ki Allah’ın insanlarda hiç sevmediği kibir gibi bir durumu bir peygambere isnat etmek, en hafif ifadesiyle iftiradır. Bir nebi, yıllarca emek verdiği insanların iman etmeyip yanlış yollarda bocalamalarına elbette üzülüp, öfkelenir. Onların göz göre göre helake sürüklenmesi karşısında kalbi çatlayacak hale gelir. Böyle bir durumu kibirle irtibatlandırmak, peygamberliğin ne olduğunu bilmemektir.
Bunun yanında ayet-i kerimeler incelendiğinde Hz. Yunus aleyhisselâmın yaşadıkları üzerinden bizlere verilmek istenen şu mesajları çıkarabiliriz:
Bir mümin yıllarca hiç yılmadan usanmadan tebliğde bulunur da kavmi tarafından icabet edilmeyebilir, onlar nezdinde itibar görmeyebilir, dışlanabilir, ötelenebilir. Bütün bunlar karşısında dişini sıkıp sabretmeli, tebliğ vazifesini sonuna kadar götürmeli, hakkın susmak bilmez lisanı olmalıdır. Peygamberlik mesleği olan tebliğ, kolay bir iş değildir. Bazen uzun yıllar eza ve cefaya sabretmeyi, bulunduğu yerde durmayı gerektirir. Bu mesleğe talip olanlar, ellerinden gelen bütün gayreti ortaya koymalı bununla beraber ızdırar diliyle hep Cenab-ı Hakka yalvarmalı, O’ndan ferec ve mahrec istemelidirler. Zira kapalı olan kapıları açmak O’nun her şeyi aşkın meşieti açısından kolaylardan kolaydır.
Sonuç olarak peygamberlerde kibir, gurur gibi nakise sayılacak sıfatlar bulunmaz. Onlar Cenab-ı Hakk’ın seçkin kullarıdır. Ayetlerde onların seviyesine göre yaptıkları içtihatlar hakkında çeşitli uyarı ve ikazlar olabilir. Bu onlara bir nakise getirmez. Efendimiz’in bizlere öğrettiği çerçevede onlar hakkında konuşurken hep temkin ve saygı edalı olmamız gerekmektedir.
Dipnotlar