Evet, şefaat haktır. Birçok âyet ve hadîste şefaatten bahsedilmekte ve böylece onun hakkaniyeti dile getirilmektedir. Yeri geldikçe bu âyet ve hadîsleri zikredeceğiz. Biz şimdi önce, sorunun ikinci şıkkı olan “Kimler ne ölçüde şefaat edebilirler?” sorularını cevaplamakla mevzûa başlamak istiyoruz. Zaten bu kısma verilecek cevap bir cihetle şefaatın hakkaniyetinin de izahı olacaktır.
Peygamberler, evliyâ asfiyâ ve şehitler -derecelerine göre- Cenab-ı Hakk’ın onlara bahşettiği seviyede şefaat edebilirler ve edeceklerdir. Ancak, bu mevzûda da yine, zirve Allah Rasulü’dür. O ki fetanet-i âzama sahiptir. Her Nebi kendisine bahşedilen sınırsız, fakat bir defaya mahsus şefaat hakkını dünyada kullanırken o, bunu âhirete saklamıştır.. ve âhirette “şefaat-ı uzmâ”nın sahibi olacaktır. Onun “hammâdûn”, denilen ümmeti, “Livaül’hamd”in altında toplanacak (Tirmizî, menâkıb 1; İbn Mâce, zühd 37.) ve “Makam-ı Mahmûd”un sahibi ünvanıyla O’nun tarafından yapılacak şefaatte herkes payına düşenle şereflenecek ve kurtuluşa ereceklerdir.
Dünya fâni ve geçicidir. Burada çekilen sıkıntılar da bir cihetle işlenen günahlara keffâreti sayılır. Ancak insanların perişan ve derbeder olacakları ve kendilerini kurtaracak yeni bir amele de fırsat bulamayacakları bir gün gelecektir -ki, biz ona ahiret diyoruz- işte o gün, Allah Rasulü bütün insanlığı içine alan şefaatıyla ortaya çıkacak ve “en büyük şefaat” manâsına “şefaat-ı uzmâ” sıyla şefaat edecektir. Elbette Allah Rasulü’nün şefaatının da bir sınırı vardır. Zaten, bütün şefaatler ancak Cenab-ı Hakk’ın izni ve koyduğu ölçü nispetinde olacaktır ki “İzni olmadan katında hiç bir kimse şefaat edemez” (Bakara/2-255) mealindeki âyet de bize bunu anlatmaktadır.
Bunun böyle olması da gayet tabiî ve normaldir; zira, şefaat edecek olanlar da hissî davranabilir, ölçüyü kaçırabilir ve merhamet-i ilâhîden fazla merhamet ileri sürmüş olabilir.. böylece de Rabb’e karşı sû-i edepte bulunmuş olabilir. Onun içindir ki, Allah (cc) bir mîzan, ölçü ve denge vaz’etmiştir. Kim, kime ve ne ölçüde şefaat edebileceği bir takdire bağlanmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın bütün icraatında bir adalet ve denge olduğu gibi, âhirette vereceği şefâat salahiyetinde de bir adalet ve denge vardır. Eğer bu şekilde bir tahdit ve sınır konulmuş olmasaydı, bazı kimseler şefaatı da dengesiz olarak kullanırlardı. Nitekim belki de sınırsız bir şefaat salahiyeti onların hislerini galeyana getirerek meselâ, bazı insanların Cehennem alevleri içinde cayır cayır yandıklarını görünce, şefkatleri kabaracak, kafir-münafık-mücrim tanımadan herkesin Cennete girmesini talep edeceklerdi. Halbuki böyle bir talep bazen, milyarlarca mü’minin hukukuna tecavüz de olabilirdi.
Çünkü şefaatin, böyle şahısların hislerine bırakılmasında, günahkâr, sapık, kâfir herkesin, bu hissî şefaatten faydalanma ihtimâli vardır. Bu ise, bütün varlıkların hukukuna rağmen, dağlar cesametinde günah taşıyan kâfire de merhamet edilmesi demektir. Oysaki kâfir, kainatta, Allah’a ait bütün güzellikleri, bütün nizamları, bütün hikmetleri inkâr, tezyif ve tahkir ettiğinden, mekanlar çapında cinayet işlemiş olacaktır ki, hayatının her dakikası yüzlerce cinayetle karalanmış böyle kapkaranlık bir ruha merhamet, merhamet adına saygısızlığın en büyüğü olsa gerektir.
Efendimiz, şefaatının büyük günah işleyenlere olduğunu ifade etmişler ve “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir” (Ebu Davud, sünnet 21; Tirmizi, kıyâme 11; İbn Mâce, züht 37.) buyurmuşlardır. O her hususta olduğu gibi bu mevzûda da bir denge ve muvazene insanıdır. Zaten bütün ümmet O’nun bu ifadeleriyle teselli bulmakta ve Allah Rasulü’nün şefaatına nail olmayı ummaktadır.
Hallac-ı Mansur bir gün bu hadîsi şerh ederken, cezbeye gelir ve ölçüyü kaçırarak, Efendimiz’e hitaben “Ey Nebîler Sultanı! Niçin böyle sınır koydun da bütün insanlar için demedin. Sen bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydin, yine de Rabbin Seni mahrum bırakmaz ve Sana bu salahiyeti bahşederdi”gibi laflar eder. Tam bu esnada Allah Rasûlü temessül ederek, başındaki sarığı onun boynuna sarar ve: “Bunu başınla öde, sen zannediyor musun ki ben o sözü kendimden söyledim” der. Hallac kolu kanadı biçilip bir ağaç gibi budanırken dahi tebessüm ediyordu. Çünkü biliyordu ki, bu hüküm âli bir mecliste verildi ve o hükme rıza göstermek gerekirdi…
Evet, belki de Hallacın dediği gibi, Allah Rasulü Cenab-ı Hakk’dan bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydi, Rabb’i O’na bu salahiyeti verirdi. Ancak O, Allah’a karşı bizim anlayamayacağımız ölçüler içinde saygılıydı. Rabb’in dediğinden başkasını demiyor ve verilen salahiyet sınırlarını da asla zorlamıyordu..
Rabb’in koyduğu şefaat ölçüsünde, şefaat edilecek şahısların buna hak kazanmışolmaları da yer almaktadır. Nitekim bu mânâ ile alâkalı olarak, mealen şöyle buyrulmaktadır: “Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.” (Müddessir sûresi, 74/48.) Bununla daanlıyoruz ki, şefaat herkese ve sınırsız bir ölçüde değildir. Kim, kime şefaat ederse, muhakkak kabul görür diye bir şart da yoktur. Bütün işlerde olduğu gibi, bunda dailâhî meşîet esastır.
Kâfir işlediği küfrüyle ta işin başında, bu şefaat dairesinin dışında kalmıştır. O’na hiç kimse şefaat edemez, etse bile ona fayda vermez.
Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak bize bir dua öğretiyor. Bu dua ile himmetin âli tutulması gerektiği hususuna da işaret ediliyor. Dua şudur: “Rabbimiz, bize gözümüzü aydınlatacak eşler, zürriyetler bağışla ve bizi müttakilere imam kıl.” (Furkân sûresi, 25/74).
Yani, Allahım, çocuklarımız, hanımlarımız, gözümüzü aydınlatacak hüviyette olsun. Bize öyle hayat arkadaşları ver ki, din adına bize teşviklerde bulunsun. Evlâtlarımız da, daima arkamızdan hayırlar göndersin ve onlar sebebiyle rahmet çağlayanları üzerimize doğru çağlasın dursun! Bizi sadece müttaki olmakla da bırakma, onlara imam ve önder kıl. Bize öyle lütuflarda bulun ki, şu, İslâm’a hizmet boyunduruğunun yere konduğu dönemde ve dine hizmetin ar kabul edildiği birzamanda, dinine hizmet ettir ve müttakiler önünde bize, imamlık pâyesi ihsan eyle!
Böyle bir anlayış, himmeti âli tutmanın ifadesidir. Cenâb-ı Hak’tan O’nun öğrettiği usûl içinde şefaat edebilme salâhiyeti talep etmektir. Zaten O vermek istemeseydi, evvelâ istemeyi vermezdi. Mademki istemeyi verdi ve nasıl istememiz gerektiğini de öğretti, öyleyse istediğimizi de verecektir. O’nun sonsuz rahmetinden bunu umuyor ve bekliyoruz. O’nun için burada dikkat edilmesi gereken hususun iyi anlaşılması lâzımdır. Evet, Rabbimiz’den sadece Cennet’in bir köşesine bizi kabul buyurmasını istemek, himmetin düşüklüğüne delildir. Hâlbuki Allah (celle celâluhu)bize himmetimizi yüksek tutmamızı öğretmektedir. Evet, himmetimizi yüksek tutmalıyız, tutmalı ve O’ndan, müttakilere bizi imam kılmasını, onlara şefaat edebilme salâhiyetini vermesini talep etmeliyiz…
Efendimiz bir hadislerinde, ahiretten bir tabloyu şöyle anlatırlar:
Allah (cellecelâluhu), Hz. Nuh’a soracak: “Sen, sana düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdin mi?” O büyük peygamber cevap verir: “Evet yâ Rabbi, yerine getirdim. Bana verdiğin tebliğ vazifesini kusursuz eda ettim.” Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hz. Nuh’tan şahit ister.O da ümmet-i Muhammed’i şahit gösterir. Bunun nasıl olacağı sorulunca da şöylecevap verir: “Sen onları ümmetlere şahit kıldın.. onlar da ellerindeki Kitap’ta gördülerki Nuh vazifesini yapmış. Ve işte ben de onları bugün kendime şahit olarakgösteriyorum.” (Buhârî, enbiyâ 2; tefsir (2) 13; i’tisam 19.).
Evet, âyet öyle diyordu: “İşte böylece, sizin insanlar üzerinde şahitler olmanız,Resûl’ün de sizin üzerinize bir şahit olması için sizi ümmet-i vasat (dengeli ve orta birümmet) kıldık.” (Bakara sûresi, 2/143).
Şefaat haktır ve gerçektir. Bütün büyükler Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu sınır dahilinde şefaat edeceklerdir. Şahit olmak da bir bakıma şefaat kabul edilecekse eğer,ümmet-i Muhammed bu mânâda bütünüyle şefaat edecektir.
Şefaati inkâr edenlerin, dünyada da ukbâda da kazanacakları bir şey yoktur. Çünkü Allah (celle celâluhu) orada kullarına, kulları O’nu nasıl bilip tanımışlarsa, öylemuamele edecektir…
Kaynak: Asrın Getirdiği Tereddütler 4, “Şefaat Hak Mıdır?”