Adem (yokluk) “şerr-i mahz”, vücud (varlık) da “hayr-ı mahz”dır, doğru ancak ben şeytanı susturacak iktidarda değilim. Bu meseleyi belki tam mânâsıyla anlamamız da biraz zordur. Meselâ, “İnsanlar öldükten sonra dirilmeseler ne olur? Mesele o kadar da garip değil.” diye karşımıza çıkabilirler. O zaman deriz ki, “Ebediyen yok olma, mahz-ı şerdir; insan azap çekse bile var olmak ister.” “Allah bizi yaratmasaydı ne olurdu? Kim yaratılmak istedi ki?” diye bazıları işin diyalektiğini de yapabilirler.
Meseleyi tasavvurî ve tahayyülî olarak ileriye götürüp anlamaya çalışmak yerine, ben bir soru sorayım: Hayatının her dakikasında, hatta zevkler içinde bulunduğun zaman dahi yoklukla varlığı eşit tutabiliyor musun? Çocuklarının cıvıl cıvıl yemek sofrasının başında koştuğu hengamda ve sofra en leziz nimetlerle donandığı bir hâlde, hanımın başında bir Cennet hurisi, bir kadınefendi olarak kadınlığa has bütün zarafetiyle arz-ı didar ettiği bir anda.. evet işte o zaman yoklukla varlığı eşit tutabiliyor musun? Bu durumda “Yok olsaydım da olurdu.” diyebilir misin?.. öyle ise bırakalım şakayı da biraz daha ciddî konuşalım.
Yokluk varlıkla müsavi (eşit) değildir. Belki insan bazı ahval ve şerait altında yokluğu tercih ediyor görünebilir. Bu, tıpkı intihar eden bir insanın durumu gibidir ki, hâdise ancak o ânın, akıl ve mantık dışı verdirdiği kararla değerlendirilebilir. Bazen arzu ettiği kişiyle evlenemediğinden dolayı intihar etmiş insanları duyarız. Burada mantık yoktur, çünkü onun aşağısındaki bir tanesi ile yine evlenebilirdi. Ancak bu onun verdiği hissî bir karardır ve yanlıştır. Ölüm daha beterdir, çünkü elde edemediğinin daha aşağısındakini de kaybettiriyor. Yani bu insan, en iyisini elde edemedim diye en kötüsünü bile kaybediyor. Bunun gibi buhranlı, stresli ve istikrarsız bir anda verilen karar da isabetsiz bir karardır. İşte adem ve vücud mevzuunda verilen karar da böyle bunalımlı bir anda verilmiş karardır.
Bu hususta müşahhas misaller de arz edebilirim: İnananlar arasında böyle bir iddia ile ortaya çıkan olmaz ama, mülhidlerden biri karşıma çıksa ona, “Madem yoklukla varlığı müsavi görüyorsun; git kendini bir tepenin başından aşağıya at ve varlıktan kurtuluver.” deyiversem, acaba nasıl davranacaktır!..
Ben iki defa ruhanî reis unvanıyla idam vak’asında bulundum. Askerlikten evveldi ve o zamanlar daha heyecanlı, daha cesur, daha gözü pek ve herkese dinimi anlatma gibi bir sevdam vardı. Bundan dolayı da takibin ve tahkikin eksik olmadığı bir devreyi yaşıyordum ve çok defa yetkililerle karşı karşıya geliyordum. Yaş itibarıyla da küçük olduğumdan bir sürü nasihat dinliyordum. Dinliyordum ama kafamdan kendi kendime “Ben yine bildiğimi yaparım.” diyor, dinimi anlatmaya çalışıyordum. Bir gün emniyet müdürünün camiden içeriye girdiğini gördüm. “Gani Bey seni istiyor.” dediler. Polis değil, emniyet amiri geliyor. “Hayırdır inşâallah” dedim ve gittim. Gani Bey beni tanıyordu ve camiden, cemaatten haberi vardı. Bana: “Bir idamlık mahkûm var, asılmasında ruhanî reis olarak senin bulunmanı istiyoruz.” dedi. Esasen oradaki en genç imam bendim ama ben seçilmiştim ve bu teklifi hemen kabul ettim. Netice itibarıyla istintak edilmeyecek; sadece bir adam asılırken yanında bulunacaktım. Sonra pratiğini de öğrendim o işin. Cübbemi giydim, hapishaneye gittim. Hâdisenin üzerinden kaç sene geçtiği hâlde hâlâ idamlık zatın adını unutmadım: Rasim Dik. Baltayla bir aileyi kesmiş ve o günlerde meclis de idamını tasdik etmişti.
Üç Şerefeli Cami’nin önüne idam sehpası kuruldu. O zaman henüz teşhir yasak edilmemişti. Halk seyretmek için toplanmıştı, güya ibret alacaklardı!. Hücresine onu getirmek için gittiğimde elleri bağlıydı. Şuurunda ihtilâl vardı. Buna rağmen beni görünce birdenbire değişiverdi. Hâlâ hayatta kalmanın yollarını arıyordu. Yaşasa da müebbet hapis yaşayacaktı. Belli bir seviyeye kadar yaşamış ve bir ailenin bütün fertlerini öldürerek kanlarına girmişti. Devamlı “Atatürk gelecek ve eve gideceğiz.” diyordu. Ben telkin edeyim dedim. O bunları hiç dinlemiyordu bile. Aksine hep kurtulma yollarını arıyordu. Hayatı tamamen bitmişti. Kendi de biliyordu ki, artık onu kimse bu dünyada durduramazdı. Vicdanımla onun bu ızdırabını çok iyi hissediyordum. Hayatını belli bir seviyeye kadar yaşamış ve hayatta kendisine tebessüm edebilecek hiçbir şey kalmamış olmasına rağmen o, burada çok sıkıntılı müebbet hapsi, yok olmaya tercih ediyordu…
Benzer bir hâdiseyi de bunun hemen arkasından yaşadım. Başka bir idamlık oldu. Yine beni çağırdılar. Bu defa teşhir yasaklanmıştı. Boylu boslu Mehmet adında bir çocuktu. O da bir çobanı kestiği iddiasıyla idama mahkûm edilmişti. Yanına gittim, bana hürmet etti. Ona “Seyyidül-istiğfâr”ı okumaya çalıştım. Abdest aldırayım dedim, olur dedi ama ayaklarını yıkayamadı; zira takati kesilmişti. Yaşayacağını yaşamıştı. Hayatı da sadece çobanlıktan ibaretti. Fakat buna rağmen yokluğa gitme var ya! İşte o bitiriyordu her şeyi. Kaldı ki, Allah’a da inanıyordu; haşre de, neşre de. “Ya olmazsa” ya gelince o da binde bir ihtimaldi.
“Ölüme gidiyor gibi” derler ya, hakikaten onun ölüme gittiğini gördüm bizzat. Ben istiğfarı ona tekrar ettirirken, ara sıra duruyor “Yahu beni bir daha mecliste görüşseler veya adlî tıbba gönderseler… Ne olur bir daha adlî tıbba gönderin.” diyordu. Adli tıbba verilse de karar bozulmayacaktı. Bütün bunları en fazla bir ay daha yaşayabilmek için yapıyordu. Ben sanki bizzat onun içine girmiş ve onun hafakanlarını beraber yaşıyordum. Evet, onun vicdanında öteye gidişinin ızdırabını onunla beraber yaşadım. Aradan bunca sene geçmiş olmasına rağmen o tablo hâlâ ürperti hâsıl eder bende.
Bu konuda emsali o kadar çok vak’a var ki; en büyük kimseler, hatta cihanpesendâne mücadele verenler dahi ölüme götürüldükleri zaman felç olmuşlardır. Evet, yokluk, o kadar rahatlıkla kabul edilecek bir şey değil.
İşte bu noktadan hareketle mutlak yokluğa şerr-i mahz diyoruz. Muvakkaten ölme, hem de ondan sonra dirilmenin söz konusu olduğu bir yerde, o, bu kadar şer sayılır ve şer gibi görünürse, insan, mutlak yok olma mevzuunu tasavvur ettiği zaman şerr-i mahz olduğunu zannediyorum hemen anlar.
Bir de rüyamı anlatayım. Birkaç defa rüyamda kıyametin koptuğunu müşâhede ettim. (Kıyametin kopması pek hayra alâmet değildir ama gördüm ben.) O anda atomik bir kafa ile kendi kendime tasavvur ediyor ve diyordum: “Şimdi Hz. İsrafil sura üfleyecek, bu küre-i arz parçalanacak, her şey toz duman olacak, belki elektrik dalgaları hâline gelecek, şerareler hâlinde sağa sola saçılacak.. vs. Bu esnada içimde duyduğum öyle müthiş bir ızdırap var ki, bunu hiç unutmam. Biliyorum ve inanıyorum ki, bizi yaratan ve bu kıyameti yaşatan tekrar diriltir ama, önümüzde olan fırtınalı yolculuğu düşündükçe hâlden hâle giriyordum. Orada ademin, yokluğun ne kadar korkunç bir canavar olduğunu bütün vicdanım ve hissiyatımla hissettim.. evet muvakkat bir yokluk dahi müthiş bir ızdırap veriyordu…
Kim vicdanını dinlese “Ebed, ebed!” dediğini duyacaktır. Binaenaleyh mutlak yokluk esasen mahz-ı şerdir. İnsan var olmak için Cehennem’i bile arzu eder. “Cehennem’de kalır, azap çekerim ama, var olarak azap çekerim, buna razıyım.” der.
Vücuda gelince o, mutlak hayırdır ama bu, biraz da insanın değerlendirmesine bağlıdır. Vücud, mutlak hayırdır; çünkü vücutta evvelâ, Cenâb-ı Hakk’ın sanatı olarak enzâr-ı âleme arz edilme vardır. Vücutta Cennet’i kazanma, Cemalullah’ı müşâhede etme vardır. Yine vücutta dostların ve ahbapların varlığıyla mütelezziz olma vardır ve bunların hiçbiri ademde yoktur. İnsan her şeyin yok olacağına inanıyorsa, kendi yokluğu ile beraber başkalarının yokluğuna da inanacak ve ızdırap çekecektir. Öldükten sonra dirilmeye inanmayan bir insan, anne ve babasının da, ecdadının da dirileceğine inanmayacaktır. Dolayısıyla kendi ızdırabına onlarınki de eklenecektir. Yokluk işte bu kadar müthiş bir hâdisedir. Varlık ise Cehennem’de olsa dahi ayn-ı rahmettir ve mutlak hayırdır.
Kaynak: Kendi İklimimiz, “Adem Şerr-i Mahzdır”