Ahlâk, Arapça’da “seciye, huy, tabiat” gibi anlamlara gelen hulk veya huluk kelimesinin çoğuludur. Sözlüklerde genellikle insanın fizik yapısı için halk, manevî yapısı için hulk kelimelerinin kullanıldığı kaydedilir.[1]Lisanu’l-Arap, hlk md. Huluk yaratılışın en önemli gayesi, cebrî yaradılışın gerçek buudu ve insan iradesinin “halk” hakikati üzerinde ilâhî ahlâk hedefli tasarrufudur. Bu tasarrufu iyi kullanıp, “halk”a huluk urbası giydirebilen kimseye, bütünüyle a’mâl-i saliha kolaylaşır.
Evet halk da huluk da aynı kökten gelir ve temel yapıları itibarıyla birbirinden farkı yoktur. Ancak; halk, gözle görülen, dış duygularla idrak edilen sûret, hey’et, şekil ve heykel ile alâkalı madde ağırlıklı manâ olmasına mukabil; huluk, gönül ile idrak olunup, hislerle duyulan ve ruhla temsil edilen bir öz, bir muhteva ve bir manâdır.
Dış yüzü itibarıyla bilinmez bir meçhul olan insan, gerçek kimliğini ancak, huyu, seciyesi ve tabiatıyla ortaya koyar. İnsanlar ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, huyları ve karakterleri bir gün onları mutlaka ele verir. Bir başka ifadeyle, şekil ve şemâilin aldattığı yerlerde, huy bütün yanılmaları tashih eder ve insanın özündeki gizliliklere tercüman olur. Gerçi, “huluk” dediğimizde akla hemen güzel ahlâk gelmekle beraber, hem hayrın hem de şerrin îtiyâd haline getirilebileceğine nazaran, “ahlâk-ı hasene” ve “ahlâk-ı seyyie” diye, diğer bir taksimden söz edenler olsa da, bizim burada “huluk” sözcüğüyle ifade etmek istediğimiz “güzel ahlâk”tır.
Tasavvufun en sağlam kriteri işte bu güzel ahlâktır. Fevkalâde haller, baş döndüren makamlar ve beşer üstü tasarruflar iyi huy zemininin gülü, çiçeği, meyvesi olması itibarıyla makbul sayılsa da, ahlâk-ı hasene ile beraber olmadıkları zaman hiçbir kıymet ifade etmezler ve üzerinde durmaya da değmez.
Ahlâk, en genel manasıyla Kur’ân’la temsil edilir. Bir anlamda Kur’ân, ahlâkın evrensel kriterlerinin bir bileşeni gibidir. Peygamber Efendimiz de (aleyhissalatu vesselâm) bunun mücessem (cisimleşmiş) halini ifade eder. Nitekim Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) ahlâkına dair Hz. Aişe Validemiz’e yöneltilen bir soruda o; “Kur’ân okumuyor musunuz? O’nun ahlâkı Kur’ân’dır” şeklinde cevap vermiştir. Ayrıca bizzat Kur’ân, bu hakikati teyid ederken, “Her hâlde sen, ahlâkın Kur’ân buudlu, ulûhiyet eksenli olması itibarıyla ihâtası imkânsız, idrâki nâkabil en yücesi üzeresin.” (Kalem, 68/4) buyurmaktadır. Tarihteki uygulamalara baktığımızda gerçekten Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) ahlâkının, kendisine inanmayanlarca dahi hayranlık ve takdirle karşılandığını görürüz.
Nice güzel huylu, yumuşak ve hümanist görünenler vardır ki, onların hayatlarında ahlâk-ı hasene ve mülâyemet plastize bir yalan ve hemen kırılacak bir kristal gibidir. Küçük bir öfke, az bir şiddet, hafif bir damara dokundurma, onların gerçek yüzlerini ve hakiki düşüncelerini ortaya çıkarmaya yeter.
“Ahlâk iledir kemâl-i âdem
Ahlâk iledir nizâm-ı âlem”[2]Kuşeyri, Risale, 404; Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri I, 107.
İslâm literatüründe iyi ve kötü huylar için kullanılan ahlâk kelimesinin yanı sıra; yeme, içme, sohbet, yolculuk gibi günlük hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili davranış ve görgü kurallarına, terbiyeli, kibar ve takdire değer davranış biçimlerine, bunlara dair öğüt verici kısa ve hikmetli sözlere ve bu sözlerin derlendiği eserlere edep veya adâp da denilmiştir. Edep terimi ilk dönemlerden itibaren özel davranış alanları hakkında kullanılırken ahlâk terimi, tutum ve davranışların kaynağı mahiyetindeki ruhî ve manevî melekeleri, insanın ruhî kemalini sağlamaya yönelik bilgi ve düşünce alanını ifade etmiştir.
Cahiliye halkı gibi ahiret hayatına inanmayan kimseler (En’am, 6/29; Yasin, 36/78; Casiye, 45/24), bu dünyanın zevk ve sefasından olabildiğince yararlanmayı hayatın gayesi saymışlardır. Onun için mesela kadın, aşk, şarap ve kabile savaşları, Cahiliye şiirindeki temaların başında yer alır. O dönemin ünlü şairi Tarafa, Mu’allakat-ı Seb’a[3]İslâm’dan önce Araplar arasında şiir yarışmaları yapılır ve dereceye giren şiirler Kabe’nin duvarına asılırdı. Bunlardan en meşhur olan yedi tanesine Mu’allakât-ı Seb’a … Okumaya devam et arasında yer alan şiirinde, ebedîlikten söz edilemeyeceğine göre, insan için yapılacak en iyi şeyin bütün varlığı ile hayatın zevklerini yaşamak olduğunu belirtirken bu dönemin hedonist ahlâk anlayışını dile getirir.[4]Zevzeni, Şerhu’l-Mu’allakât, 82. Beyrut, tr.
Bu dönemin bütün ahlâkî faziletlerinin arkasında, kişinin veya kabilenin gururunu (fahr), şeref (mecd), öfke (gazap), kavmiyet (hamiyyet), duygularını tatmin etme; asalet, cömertlik ve yiğitlikle şöhret kazanma, saygı görme, insanlarda hem korku hem de hayranlık duygusu uyandırma arzusu yatmaktaydı.
İslâm dini, aşiret ruhunun, rekabet ve küçümseme duygusuyla geçici hazlara düşkünlüğün doğurduğu kaba ve hoyrat geleneklerin karşısına, insanın nefsini dizginlemesi, tabiatını öfke ve şiddetten koruması anlamına gelen hilm ve şefkati koydu; bu şekilde insana, o güne kadar kendi dışındaki varlıklara çevirdiği mücadele enerjisini kendi nefsinin kötü temayüllerine karşı yöneltmesini öğretti.
İslâm ahlâkının kaynağı Kur’ân ve Sünnettir. Kur’ân-ı Kerim sadece bir ahlâk kitabı değildir. O aynı zamanda bir dua kitabı, bir tefekkür kitabı, bir ahkâm kitabı… olduğundan ihtiva ettiği diğer konular gibi ahlâk konularını da herhangi bir ahlâk kitabı gibi ele almamış, onları diğer konuların içine serpiştirerek, eksiksiz bir ahlâk sistemi oluşturacak zenginlikte nazarî prensipler ve amelî kurallar getirmiştir.
Ahlâk konusuna eğilen âlimlerin başında mutasavvıflar yer alır. Hemen bütün mutasavvıflar, tasavvufî hayatta, ibadet ve zikir gibi taabbüdî faaliyetler kadar ahlâkî faaliyet ve faziletlerin de önemli olduğunu belirtmişlerdir. Birçok mutasavvıf daha, tasavvuf teriminin tarifinde onun ahlâkla ilişkisini göstermişlerdir. Nitekim Ebu’l-Hasan en-Nuri’ye göre “Tasavvuf ne birtakım merasimler ne de bir bilgi yığınıdır; aksine tasavvuf yalnızca ahlâktır.” Aynı sûfî tasavvufun; hürriyet, fütüvvet, dünya gailelerinden sıyrılmak ve cömertlik erdemlerinden ibaret olduğunu belirtmiştir. Tasavvufu kısaca “hüsnü’l-huluk” (ahlâk güzelliği) veya “el-ahlâku’r-radiye” (razı olunan, sevilen ahlâk) şeklinde tarif edenler de olmuştur.[5]Hucvirî, Keşfu’l-Mahcup, 237; Herevî, Menazilü’s-Sairin, 23.
Hasan-ı Basri takva ehlinin; doğru sözlülük, ahde vefa, sıla-i rahim, yoksullara merhamet, gurur ve kibirden arınmışlık, insanlarla iyi geçinme, güzel huy gibi ahlâkî faziletlerle tanınabileceğini belirtmiştir.[6] Ebu Nuaym, Hilyetu’l-Evliya, II, 23 Genelde mutasavvıflar, başlangıçta Kur’ân ve Sünnet’ten kaynaklanan bir yaklaşımla zühd, takva, fakr, tevekkül, rıza gibi ilkeleri benimseyerek dünyevî nimet ve imkânlar karşısında ihtiyatlı bir tavır takınmışlardır. Kur’ân ve Sünnet, dünyevî imkânlara esir olmak yerine, bunları belirlenmiş prensipler çerçevesinde Allah rızası ve insanların mutluluğu için kullanmayı öngörmektedir.
Tasavvufun ileri gelenlerine göre, hem dinin hem de aklın reddettiği bütün kötü huyların ve çirkin davranışların kaynağı nefistir. Tasavvufî ahlâkta çoğunlukla insanın manevî benliğinin yüksek tarafını temsil eden ruh, meleğe; nefis ise şeytana benzetilir. Bu yüzden ahlâkî fenalıklar ancak riyazet ve mücahedeye koyularak, nefsin kötü eğilimlerini kırmak ve onu kötü huylarından arındırmak suretiyle önlenebilir. İmam Gazalî, “İnsan ihtiraslarıyla savaşır, nefsini bunların baskısından korur ve bu suretle meleklerin ahlâkına benzer huylar kazanırsa, kalbi meleklerin evi haline gelir.”[7]Gazalî, İhya, III, 27. demektedir.
Tasavvufî ahlâkta nefse karşı verilmesi öngörülen bu savaş, bir nevi iradeyi hür kılma, insanın ahlâkî mükemmelliğe ulaşmasını ve Allah’a yakınlaşmasını önleyen bedenî ve dünyevî tutkuların bağımlılığından kurtulma mücadelesidir. Bu açıdan tasavvuf ahlâkında hürriyetin büyük bir önemi bulunmaktadır. Mutasavvıflar, Allah’tan başka insanın şuurunu meşgul eden her şeyin hürriyeti kısıtladığı ilkesinden hareketle cennet nimetlerini arzulamayı bile gerçek hürriyete aykırı görmüşlerdir.
Kuşeyri’ye göre hürriyet, kulun üzerinde Allah’tan başka hiçbir şeyin etkili olmamasıdır. Gerçek hürriyet tam kulluktur.[8]Kuşeyrî, Risale, 365 Tasavvuftaki fakr makamı hürriyeti kapsar. Çünkü fakr, insanın hiçbir şeye sahip olmamasından öte, hiçbir şeyin insana sahip olamamasıdır.
İslâm’da ahlâkı imandan ayırmak mümkün değildir. Zira bütün Kur’ânî emirlere boyun eğmek imanın gereğidir. Bu emirlere uymakla da en üstün ahlâkî değerler elde edilir. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm): “Müminlerin iman açısından en mükemmel olanı, ahlâkı en iyi olanıdır.” (Buhâri, edep, 39.) buyurmuştur. Bu duruma göre ahlâkî açıdan mükemmel bir anlayış ve davranışa sahip olmayan kişi, iman açısından da kemâle ermiş olamaz. Şu sözler de O’na (Sallallahu aleyhi ve selam) aittir:
“İman yetmiş şubedir. En üstünü ‘Lâ ilâhe illâllah’tır, en aşağısı da yol üzerinde insanlara eziyet verecek bir şeyi kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir bölümüdür.” (Ebû Davut, sünnet, 14)
“Allah’a yemin olsun ki, hiçbir kul, kendi nefsi için istediği güzelliği kardeşi için de istemedikçe tam iman etmiş olmaz.” (Buhâri, iman, 7; Müslim, iman, 71-72.)
“Mîzana konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiçbir şey yoktur. İnsan güzel ahlâkı sayesinde, nafile oruç tutup nafile namaz kılan kimseler derecesine yükselir.” (Tirmizi, birr, 62.)
Bu ve buna benzer hadislerde Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) güzel ahlâkın üstünlüğünü dile getirmiştir. Ayrıca, “Müslüman, Müslümanların onun elinden ve dilinden emin oldukları, rahatsızlık duymadıkları kimsedir.” (Müslim, iman, 14) buyurmakla da iyi bir Müslümanı tarif etmiştir.
Kaynak: Bir Müslümanın Yol Haritası
Dipnotlar
⇡1 | Lisanu’l-Arap, hlk md. |
---|---|
⇡2 | Kuşeyri, Risale, 404; Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri I, 107. |
⇡3 | İslâm’dan önce Araplar arasında şiir yarışmaları yapılır ve dereceye giren şiirler Kabe’nin duvarına asılırdı. Bunlardan en meşhur olan yedi tanesine Mu’allakât-ı Seb’a denir. |
⇡4 | Zevzeni, Şerhu’l-Mu’allakât, 82. Beyrut, tr. |
⇡5 | Hucvirî, Keşfu’l-Mahcup, 237; Herevî, Menazilü’s-Sairin, 23. |
⇡6 | Ebu Nuaym, Hilyetu’l-Evliya, II, 23 |
⇡7 | Gazalî, İhya, III, 27. |
⇡8 | Kuşeyrî, Risale, 365 |