Kâinat; Allah’ın ilim programına göre kudret, irade ve meşiet kalemiyle yazdığı bir kitaptır. Bu kitabın en önemli özelliği her yönüyle Allah’ı anlatıyor olmasındadır. Bu kitap, aynı zamanda insanı Allah yolunda sonsuz bir aşk, şevk ve heyecanla araştırmaya sevk edecek, onun içinde tecessüs duygularını şahlandıracak, araştırma, tahlil ve terkipte bulunma hususiyetlerini coşturacak, sonra da marifete, takdire dönüşerek insanın bütün benliğini saracak zenginlik ve muhtevada bir kitaptır. Böyle muhteşem bir kitabın arkasında ahiret gibi ebedî ve sermedî bir âlem olmasa, bu kitabı yazan kâtibin -hâşâ- abes, gâyesiz ve hikmetsiz iş yapıyor olması lazım gelir ki, O Zat (celle celâluhu) hikmetsizlikten münezzeh ve müberrâdır.
Kâinat kitabının özü, esası, mürekkebi ise Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nurudur. O’nun sönmeyen sesi, tükenmeyen solukları olmasaydı insan, ne kainatın ihtivâ ettiği sırlara muttali olabilir, ne de Mebde-i ûla O Mübdi’i tanıyabilirdi… Binâenaleyh bu mânâda, ibtida ile intihayı cemeden, başlangıçla sonu bir araya getiren, en mübtediyâne ile en müntehiyâneyi bir arada yaşayan hakikat-i Ahmediye Aleyhissalatü Vesselâm, bizim için de varlık için de her şeydir.
Her zaman ifade ettiğimiz gibi bu kainat kitabı gürül gürül Cenâb-ı Hakk’ı anlatmaktadır. Ancak, bu kainatta varlık ve hadiseler, sebeplere bağlı cereyan etmektedir. Meselâ, çocuğu anne karnında yaratan Allah’tır ama, bu yaratma, yumurta, sperm ve rahmin bu işe müsait olması gibi zahirî sebeplere bağlanmıştır. Gerçi kâinattaki her şey, bir şiir ahengi içinde, gayet ritmik olarak cereyan etmesi, kainat çapında her şeyi idare eden bir Nâzım-ı A’zâm’ın mevcudiyetine delalet etmektedir. Ama, Cenâb-ı Hak, kapkara bir ruh olan Ebû Cehil’i, bîhemtâ bir elmas mahiyetindeki Ebû Bekir’den ayırmak için bu imtihan meydanında her şeyi sebeplerle irtibatlandırmıştır. Bu açıdan iradesini ve aklını kullanan kimseler ancak hakikatlere ulaşabilecek ve aklını kullanıp vicdanını dinleyenler sonuca ulaşabileceklerdir. Nebi’nin solukları, onların vicdanlarını uyarma bakımından bir ezan sesidir; bu sesi duyanlar uyanacak, uyananlar da kurtulacaktır. Evet irade ve akıl, يُرِيدُونَ وَجْهَهُ “İş ve davranışlarda sırf O’nu isterler.” (En’âm sûresi, 6/52; Kehf sûresi, 18/28) hakikati gereğince, Hak yolunun yolcuları için bir iç dinamik ve sonsuza yelken açanlar için de önemli birer esasdırlar. Bu dinamikleri yerinde kullanıp bu esaslardan tam yararlanabilenler yolda kalmazlar.
Hidayeti yaratan da, dalaleti icat eden de Allah’tır. Ancak, bu iki hâdise ile insan aklı ve iradesi arasında hiss-i bedâhetle anlaşılabilecek bir münasebetin olduğu da açıktır. Hârika lütuf ve ihsanlar bu genel kaideyi bozmaz.. harikaların üstünlüğü, müsellem olsa da, hükümler onlara bina edilmez. İşte bir harika ve harika müessiriyet: Bir gün Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir bedevîye İslâm’ı anlatır; ancak bedevi bu nurlu teklifi kabul etmeyip yoluna devam eder. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile bedevî arasında şöyle bir konuşma cereyan eder:
– Nereye gidiyorsunuz?
– Ailemin yanına gidiyorum.
– Sizi daha hayırlı bir yola yönlendirmek istesem gitmek istemez misin?
– Nedir o yol?
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), yol üzerindeki bir ağaca yanına gelmesi için işaret eder. Ağaç Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına gelir ve herkesin duyacağı şekilde, “Muhammedü’r-resulullah” der. Böylece bedevî daha hayırlı yolun hangisi olduğunu anlar ve İslâm’ı seçer.[1]Kadı Iyâz, eş-Şifâ 1/298-299. Yakın ifadeler için bkz.: Dârimî, mukaddime 4; İbn Hibbân, es-Sahîh 14/434.
İmanı takviyeye bazı gözleri açmaya matuf, bine bâliğ mucize, akıl ve irade üstü hususî birer lütuf ve o mucizeler kahramanı için de birer belgedir. Evet, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), her mucizesi ile birçok gönlü açmış bir hârikalar insanıdır. Ama O’nun en büyük hizmeti iradeyi harekete geçirip aklı uyarması olmuştur. Mucizeler, ilk vesile ve bir tembih, akıl ve irade ise sonuna kadar bu uyanmanın hakkını edâ edip, o tembihe saygılı kalmanın esaslarıdırlar.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün bütün akla kapıları açmış ama insanların iradeleri ellerinden alınmamış ve onları hiçbir zaman cebren imana zorlamamıştır. Zira bazen onlar mucizeleri bile “Bu apaçık bir sihirdir, bir göz yanılmasıdır.“[2]Mâide sûresi, 5/110; Yûnus sûresi, 10/76; Neml sûresi, 27/13; Sebe’ sûresi, 34/43; Sâffât sûresi, 37/15; Ahkaf sûresi, 46/7; Saff sûresi, 61/6. türünden ifadelerle kendilerince izah yoluna gitmişlerdir. Her halde akla kapı açma ve ihtiyarı elden almama mülâhazası da bu çerçevede anlaşılmalıdır.
Evet, kâinat bir kitaptır ve ona bağlı hakikatler de bize Rabbimizi anlatan birer muarrif (tanıtıcı)dır. Kur’ân ise harika muhtevâsıyla ayrı bir muarriftir ki, hem Rabbimizi hem de o kitabı getiren Nebiler Sultanı’nı anlatmaktadır. Ne var ki bütün bunların hepsinde birer ince perde vardır.. ve ancak bir nur, saf ve temiz bir yürek ve O’na tam teveccüh etmek suretiyle işin hakikati anlaşılabilir. İnat, tenkit ve teşvişle ona el uzatan ve ona kuşkuyla bakan kimseler, kat’iyen ondan istifade edemezler. Bunlar karanlık gezer, karanlık dolaşır, karanlık yaşar ve ebedî olarak karanlıklar içinde kalır giderler.
Kaynak: Prizma IV, “Akıl ve İradenin Zaferi“
Dipnotlar