Allah’a yakın olabilmenin yollarını izah eder misiniz?
Bir insan için en önemli mesele kurbettir; yani, Allah’a yakın olmaktır. Allah’a yakınlık, cismin cisme yakınlığı değildir; o mânevî bir yakınlıktır. Bizim müteşâbihâta girmeme adına kullandığımız üslûb içinde, kurbet, kendi uzaklığımızı aşma demektir. Evet, O bize her şeyden, herkesten daha yakındır; gözsüz göremese, sağırlar duyamasa, hisleri, ihsasları işlemeyen mahrumlar anlayamasalar da O’ndan daha ayân, daha yakın kimse yoktur. O herkese herkesten daha yakındır; bir uzaklık sözkonusu ise, o insanlara aittir. Uzaklık, cismaniyetle, bedenle, nefis mekanizmasıyla alakalı bir husustur. Şehvet, gazap, öfke, kin, nefret, hırs ve inat… gibi kuvveler uzaklaştırıcı faktörlerdir. Bu açıdan, yakınlık, bu kuvvelerin ifrat ve tefritlerini aşmak, istikamet üzere olmak, güzel ahlakı yakalamak, Cenâb-ı Allah’ın yarattığı üzere fıtrat-ı asliyeyi korumak, o kaybedilmiş ise ciddi bir gayretle tekrar öze dönmek demektir.
Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i sahîha, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmanın değişik yolları olduğundan bahsediyor. Mesela, Hazreti Ebu Hureyre’nin (ra) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) diyorlar ki:
“Allahu Teâlâ ferman buyurdu: “Her kim Benim velîlerimden bir velîye düşmanlık ederse, şüphesiz Ben ona îlân-ı harp ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili hiçbir amel ile Benim kurbiyetime mazhar olamaz. Bir de, kulum nafileler ile Bana yaklaşır ha yaklaşır ve nihayet öyle bir hâle gelir ki artık Ben onu severim. Onu sevince de, onun işiten kulağı, gören gözü, tutup yakalayan eli… olurum (Yani; onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğrudan doğruya meşîet-i hâssa dairesinde cereyan etmeye başlar). Böylesi bir kul Benden birşey isterse istediğini muhakkak ona veririm. Bana sığınırsa onu hıfz ve sıyânetim altına alırım.” (Bkz.: Buhârî, rikak 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/256.)
Bu hadisin ifadesiyle, insan farzlarla belli bir ölçüde Cenâb-ı Hakk’a yaklaşır. Farzlarla kurbeti yakalama en sağlam bir yoldur. Çünkü farz dediğimiz şeyler, dindeki zarûriyattır, olmazsa olmaz esaslardır. Hakikî zarûriyât imân esasları; bir manada zarurîyât da İslâm’ın şartlarıdır. Evet, farzlar çok önemli bir kurbet vesilesidir; ama, hadis-i şerifte özel bir kurbetten daha bahsediliyor. Yani, “iyyâke n’abudu ve iyyake nesta’în – Allahım, yanlız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım dileniriz.” diyerek sürekli istediğimiz bir kurbet daha vardır. Bu, kendimizi, kendi uzaklığımızı aşmaya mâtuf bir kurbet talebidir. Yardım O’ndan olduktan sonra, Cenâb-ı Hak hiç umulmadık şekilde öyle kurbetler ihsan eder, öyle kurbet cilvelerine mazhar kılar ki, belki hiç düşünmediğimiz, aklımızın köşesinden hiç geçmeyen, hiç tasavvur etmediğimiz, hayalimize de hiç gelmemiş olan yakınlıklara ulaştırılırız. Çünkü nafileler ile kurbet ifade edilirken “…onun işiten kulağı, gören gözü, tutup yakalayan eli… olurum.” deniyor. Evet, bu ifadeler bir mânâda müteşâbih olsa da, hadiste nafileler yoluyla daha derince bir kurbete ulaşmanın mümkün olduğu vurgulanıyor. Bu husus, nafilelerin “cebren linnoksan-eksikleri kapama, yarayı sarma” vazifesi görmeleri itibâriyledir. Yani farzında eksiği, gediği, kusuru olan insan nafilelerle onu telafi ettiği için, farzlarla arzulanan netice nafilelerle elde ediliyor. Öyleyse, ana atkılar yine farzlardır; nafileler ise, onların üzerindeki dantela gibi işlenmiş nakışlar…
Ayrıca, kurbet-i nevâfil (nafileler vesilesiyle yakınlık) daha ziyâde evliyâullaha mahsustur. Peygamberler onu aşmıştır; onlar, kurbet-i ferâiz karîbleridir (farzları eda yoluyla yakınlığa eren kutlulardır). Farzların hakkını vererek Allah’a yaklaşma, Enbiyâ-ı izâm ve onların hâlis varisleri olan Asfiyâ-ı Kirâm efendilerimize mahsus bir kurbettir. İmam-ı Rabbânî hazretleri Mektubat’ında bu mevzu üzerinde ısrarla duruyor; farzlarla Allah’a yakın olmanın ehemmiyetine dikkat çekiyor; hatta nafilelere çok düşkünlük gösterirken düşünce ve kanaat itibariyle dahi olsa farzlara gölge düşürmeyi hatarlı-tehlikeli görüyor. Mesela, her gün 100 rekat nafile namaz kılan biri “Şu farzı kılayım da kendi namazlarıma başlayayım.” şeklinde düşünse ve “kendimin” dediği nafileleri farzların önüne çıkarsa, onun, kurb-u ferâizle alınan mesafenin çok gerisinde kalacağını belirtiyor.
Bir kurbet eri, Allah emrettiği için, Allah’ın rızasına ulaşmak için yapar yapacağı şeyleri; yani, onun yegâne hedefi Allah’ın rızasıdır. O, “Rabbimin benden hoşnut olmasından başka hiçbir talebim yok” der durur. Gönlünü tamamen o hedefe bağlamıştır. Öyle ki, yer yer beşerî ve cismânî farklı mülahazalar bu duygusunun önüne dökülse, ciddi rahatsızlık duyar. Dahası, ihlasla alakalı bir sırrı başkaları tarafından bilinince tevbe eder. Hatta sebebini bilemediği, iradesiyle önünü alamadığı çok ciddi bir heyecan, bir gözyaşı… dahi onu rahatsız eder, odasına girer ağlar; “Ya Rabbi, tam ayırt edemedim; o hissim, o gözyaşım ve o davranışımla sadece Seni mi hedeflemiştim, yoksa başka mülahazlarla da kirlettim mi o anı? İrademle önleyebilir miydim başkalarına şirin görünen o tavırlarımı? Yoksa ihlas düsturuna ihanet mi ettim?” der, vurunur, dövünür. Gece, yüzünü yere koyduğu zaman gündüz yaptığı ibadetlerden dolayı bile “estağfirullah” der. Busîrî, Kaside-i Bürde’sinde “Amelsiz sözden Allah’a sığınırım.” diyor. Kurbet eri de, iyilik adına yaptığı çok şeyden dolayı dahi Allah’a sığınır, zahirî yüzü itibariyle güzel görünen amellerine bile “estağfirullah” der, “İhlassız, beklentilere bina edilmiş amelden Allah’a sığınırım” söz ve itikadını vird edinir, sadece O’nun rızasına kilitlenir, ihlasa düğümlenir ve her şeyinde O’nu arar.
Bir diğer husus da şudur: Sa’d b. Ubade’nin oğlu dua ederken, uzun uzun tarifler yapıyor, istediği her şeyi bir bir sayıp döküyor; mesela, “Allah’ım bana Cennet ver, kenarında şöyle ırmaklar aksın, üzerinde böyle kuşlar uçuşsun…”diyor. Hazreti Sa’d hemen oğlunu uyarıyor; “Oğlum, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) duayı böyle yapmayı, duanın teferruatında mübalağayı men etmişti.” diyor. Acaba neden duada mübalağa men ediliyor? Çünkü biz meseleleri dar havsalamıza göre şekillendiriyoruz; oysa ki, Allah (celle celâluhu) kudsî hadiste şöyle buyuruyor: “Ben, sâlih kullarıma -her davranışı sağlam, arızasız, hayatını iyilik ve hayır dairesinde sürdüren, yaptığı iyi bir iş ile yeni bir iyi işe ulaşan ve sâlih amel yapışanlara- öyle şeyler hazırladım ki, onları ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de herhangi bir insan tasavvur etmiş. Tasavvur edilmedik şeyler, sürpriz nimetler… Evet, Cenâb-ı Hakk’ın sâlih kullarına, hâlis kullarına hazırladığı şeyler bu vus’atte ise, meseleyi insanın dar havsalası ve dar idrâkine havale etmek uygun düşmeyecektir. İnsan, sadece burada gördüğü, alıştığı, lezzet dediği, zevk olarak bildiği argümanları esas alır, o argümanların darlığına hapsolur ve onların kalıplarına sıkışmış isteklerde bulunursa Allah’ın çok geniş olarak vaz’ ettiği şeyleri daraltmış olur. İşte duada mübalağanın yasaklanmasının mânâsı da burada gizlidir. Esas olan insânî ve dünyevî kalıpların darlığında sıkışmamaktır; yoksa bir kul sürekli dua etse, ilâhî rahmete müteveccih ellerini/kollarını hiç indirmese yine de duada mübalağa etmiş sayılmaz.
Rıza-yı İlâhî
Öyleyse, amelini Allah rızası için yapacaksın; onu herhangi bir beklentiye bağlamayacaksın. Beklentiye bağladığın zaman, beklentin senin o amelinin karşılığı olur ve o karşılık da beklentinin sığlığına mahkum kalır. Yani; elindeki çok kıymetli, antik bir eserle, mesela beşbin senelik bir çömlekle çarşıya gitsen, onu satmak istesen ve ona dedenin yaptığı çömleğin değeri kadar bir değer biçsen, ne kadar büyük zarar edersin. Oysa, o çömleğin asıl değerini bilen bir antikacıya itimat edip ondan bir fiyat alsan, o fiyata satsan, o zaman antik eserin kıymetini elde edersin.
İşte, ihlâstaki temel espri de budur; amel, Allah için olmalı, Allah rızasına bağlanmalı ve o amelle rıza-yı ilâhîden başka bir şey de aranmamalı. Hatta zevk-i ruhânî peşinde dahi olunmamalı. Mektûbât’ta “îman-ı billah, marifetullah, muhabbettullah, zevk-i ruhânî” deniyorsa da orada netice ifade ediliyor. Yani, zevk-i ruhânî, amelin ona bağlandığı bir iş değildir, amele terettüp eden bir şeydir, amelin gayesi değil semeresidir.. insan zevk-i rûhânîye ulaşmak için amel yaparsa, zevk-i ruhânî, o amelin karşılığı ve gayesi olmuş olur, dolayısıyla, o amel kıymetini kaybeder. Oysaki zevk-i ruhânînin ötesinde de pekçok ilahî teveccüh vardır; mesela, Allah sana “yakîn-i etemm”, “ihlâs-ı etemm” ihsan eder, Allah seni asfiyanın arasına katar, Enbiya ile beraber haşreder. Fakat sen bunların hiç birini aklına getirmemelisin. Çünkü, Allah, Allah olduğu için Mâbud’dur; ibadet edildiği için Allah değildir. Hakkıdır O’nun Kendisine ibadet edilmesi. Kulluk hesabına ne yapıyorsan o, O’nun hakkıdır. Desen ki, ben günde bin rekat namaz kılıyorum, hakkıdır O’nun. O’nda bir hakkın olduğunu iddia etmek ve onu istemek ise, hakkın değildir senin. Öyleyse, hakkı olanı O’na ver, sonra da telattuf (lütfetme) dalga boyunda yapacağı şeyleri, sana olan ihsanlarını sen tayin etme, belirleme, takdir etme.. evet, beklentisiz olma ve ihlas yörüngeli yaşama da bir kurbet yolu, yani Allah’a yaklaşma vesilelerinden birisidir.
Diğer bir kurbet yolu da, Cenâb-ı Hakk’ın bize verdiği mevhibeleri ve varidâtı onun rızası istikametinde kullanmaktır. Mevhibe, bağış, ihsan, hak vergisi ve ekstra ilâhî lütuflar mânâsına gelir. Kalbe gelen, içe doğan ve insanın gönlüne tulû eden vârid ise, yoldakilere Cenâb-ı Hakk’ın özel bir teveccühü, bir iltifatı, bir atiyyesi, bazı ahvâlde hususi bir tenvir ve irşadıdır. Evet, Allah Teâlâ bize el vermiş, ayak vermiş, göz, kulak, dil, dudak vermiş -O’na binlerce hamd ve senâ olsun-. Bu azaların alıp değerlendireceği eşyâyı var etmiş. O eşyâyı değerlendirme vasıtası tatma, koklama, dokunma.. gibi hisler yaratmış, dahası bizi ihsas ve ihtisaslarla donatmış. Bu nimetlerin kıymetini ancak bunlardan mahrum insanlar bilebilir. Cenab-ı Allah, ihsan sahibidir; istediğine istediği kadar verir, istemediğine de vermez. Mal-mülk, nimet O’nundur; onu dilediği kullarına dilediği ölçülerde lütfeder. İşte, bu espriyi kavrayamayanlar, “Neden Velid İbni Mugire, Urve İbni Mesud es-Sekafî’ye peygamberlik gelmedi de o vazife (Hazreti) Muhammed’e verildi?” deyip durmuş ve imandan olmuşlardır. Kaldı ki, Hazreti Üstad’ın o çok güzel, pek şık yaklaşımıyla ifade edecek olursak, Allah (celle celalühu) O zatın (Efendimizin) istikbalde iradesinin hakkını vereceğini görmüş, O’na lütuflarda bulunmuştur; ne yapacağını bilmiş, avanslar vermiştir.
Evet, Allah’ın bizi nimetleriyle şereflendirmiş; mesela, bizi var etmiş. Sonra, var etmekle kalmamış, bizi insan yapmış; insan yapmakla kalmamış, insan-ı mümin yapmış; insan-ı mümin yapmakla da kalmamış, Rahman u Rahîm bizi ümmet-i Muhammed arasına dahil etmiş. -Bir hadis-i şerifin ifadesiyle; ümmet-i Muhammed’in iki şanlı ucu vardır. Birisi, Efendimize, O’nun nurlu asrına dayanan ucu; diğeri de kıyâmetten az önce gelip bütün zorluklara rağmen dine sahip çıkacak olan bahtiyarlara uzanan ucudur. Rasul-ü Ekrem, birincilere “arkadaşlarım” demiş; kıyâmete yakın geleceklere de “kardeşlerim” hitabıyla seslenmiştir.- Evet, Allah bizi ümmet-i Muhammed yapmakla da kalmamış, âhir zamanda, din boyunduruğu yere konduğu bir dönemde, bu boyunduruğu yerden kaldıracak kutlulardan biri olma konumunda yaratmış. Bunların hepsi ayrı ayrı birer mevhibedir ve hepsi ayrı ayrı şükür ister. Bu şükrü eda etmenin yolu da Cenâb-ı Hak’ın bize ihsan ettiği bütün nimetleri Rabbimizin rızasını tahsil etme istikametinde kullanmaktır. O’nun rızasını tahsil yollarının en kestirmesi ise, Îlâ-yı Kelimetullah’tır, Allah’ın Yüce Adı’nın dört bir yanda şehbâl açması istikametinde gayret göstermektir.
Hakiki insan olmayı harikulâdeliklerde gören, herkesten farklı ve fâik görünme gibi lüksleri bulunan çocuk-meşrep kimseler, Allah rızasını esas maksat yapmadıklarından ve ekseriya hırslı bir beklenti içinde bulunduklarından dolayı, çoğu zaman şeytanın bir-iki doğruya yakın ilkaâtına kanarak yüzlerce bâtılı hak görebilir ve değişik yalanların arkasından ömür boyu koşturabilirler. Bu konuda aldanmamanın biricik yolu, Efendimizin vesâyeti altında Hak rızası hedefli yaşamaktan, keramet ve zevk-i rûhânî dahi olsa Hakk’a kullukta hiçbir beklentiye girmemekten geçer.
Öyleyse, bütün mevhibe ve varidatı rıza-ı ilâhî istikametinde kullanmalı; çünkü insan böyle bir yola girmiş ve Hak rızası gibi bir büyük pâyeye dilbeste olmuşsa, o gayeye yürürken ardına düştüğü başka bazı şeyler temelde o büyük isteği daraltmış, ona gölge düşürmüş olur. Çünkü o yolda sadece Allah istenmeli, yalnızca O’nun hoşnutluğu dilenmelidir. Kalb ile Allah arasına hiç bir şey girmemeli; kalb, Allah deyip kalkmalı, Allah deyip oturmalı, Allah deyip yatmalı, Allah deyip doğrulmalı, Allah deyip yemeli, Allah deyip içmeli. O büyük Zatın dediği gibi: “Allah için işleyiniz, Allah için başlayınız, Allah için görüşünüz, Allah için konuşunuz, lillah, livechillah, lieclillah rızası dairesinde hareket ediniz.. o zaman ömrünüzün saniyeleri seneler hükmüne geçer.” Saniyelerinizin seneler hükmüne geçmesini istiyorsanız, Allah’dan istediğiniz şeyleri kendi dar ölçülerinizle daraltmayın. Böyle bir semere dururken siz deseniz ki, “Bana Cennet’te bin tane köşk ver”, yine kaybetmiş olursunuz. Allah’a kulluk yapsanız, her gün Kur’an-ı Kerim’i iki rekatta bir kere hatmetseniz ve bunun karşılığında deseniz ki, “Allah’ım, şöyle bir idarecilik, böyle bir dünya nimeti istiyorum.” Hatta, daha da masumane bir istekle “Rabbim, Cennet bahçeleri ver.” deseniz, himmetinizi yine daraltmış sayılırsınız, Allah’ın lütfuna tahdit koymuş, isteğinizi kendi dar fotoğrafınızla Allah’a sunmuş olursunuz. “Allah’ım, ben Senin rızâna tâlibim, Sana tâlibim.” deyip O’nu dilemek varken niye öyle yapasınız ki?
Hani anlatılır ya: Abbâsîler döneminde Harun Reşid’in vezirleri arasında, Bermekîlerden Câfer de vardır. Harun Reşid, halkına hediyeler dağıttığı bir gün Câfer’e de teklif eder, der ki: “Ey vefalı, sadık vezirim, sana da şunları vereyim.” Vezir, “İstemem Efendim” diye cevap verir. Hükümdar “Herkese şu kadar verdim ama sana servetimin çeyreğini vereyim” der, fakat yine aynı sözle karşılaşır, “İstemem Sultanım.” Birkaç değişik teklifin kabul edilmediğini görünce Harun Reşid sorar, “Peki sen ne istersin?” “Ben sadece seni isterim Sultanım, senin rızanı dilerim. Çünkü sen benim olunca servetin zaten benim olur. Senin hoşnutluğun olmazsa servetinden ne olur?” İşte rıza-ı İlâhî’yi talepte bu espri vardır ve insan O’na tâlib olmalıdır.
Evet, Allah’ın bize ihsan ettiği mevhibeleri yine O’nun yolunda kullanma, kurbet vesilelerinin önemlilerindendir. Bugün, bu hareketin gönüllüleri böyle bir fırsatın başında bulunuyor. İnşâllah, İlâ-yı Kelimatullah yaparlar. Hem dünyevî, hem uhrevî makam, mansıb, pâye beklentisine girmezler. Korkusuz, tereddütsüz, kendilerini adadıkları o davada her zaman kemerbesteyi ubûdiyyet içinde Allah karşısında dururlar ve Allah’tan yine Allah’ı isterler. Sürekli, “Allahım, beni, Sen’den uzaklaştıracak şeylerin insafsızlığına terketme ve gönlüme maiyyetini duyur!” der ve rıza besteleri terennüm ederler.
Kaynak: Ümit Burcu