Aşk, fart-ı muhabbet demektir. Muhabbet, bilmenin ve tanımanın veyahut mutlak kemale muttali olmanın; karşı tarafta da kemal, cemal -mecazî aşk açısından- melâhet, müşâkele… gibi hususların bulunmasıyla bazen meydana gelen insandaki fıtrî bir hâldir. İnsan, tanımadığını ve bilmediğini sevmez; sevebileceğini tanıyıp bilirse sever. Kâfirlerin Allah’ı sevmemesi ve Resûl-i Ekrem’e karşı saygısız olmaları, tanımama ve bilmemeden kaynaklanmaktır.
Muhabbetin ifrat derecesine aşk denir. Normal muhabbette olmasa da aşkta bazen muvazenesizce tavırlar görülebilir. Bir diğer mânâda aşk, mahbubundaki kusurları görmemezlik, gözüne ondan başka hayalin girmemesi ve onu her şeyin ve herkesin üstünde kabul etme hâlidir. Meselâ kişinin, güneşin güzelliğini mahbubunun güzelliği yanında sönük görmesi, “Mahbubum benim yanımda olursa Cennet’in hurilerini istemem.” demesi veya “Cennet başkalarının olsun. Bana mahbubum yeter..” gibi iddialar, âşık mırıltıları ve mecazî aşk açısından da akıl ve mantıkla telif edilmeyecek bâlâpervazane iddialardır. İşte bu aşktır ki, Mecnun’u sahraya salmış ve Ferhat’ı da koca dağı delme macerasına itmiştir.
Allah’tan başka -neye olursa olsun- gönül vermek, onu sevmek, âşık ve müptela olmak mecazî aşktır. Meselâ Mecnun’un, Ferhat’ın ve Zeliha’nın muhabbeti, birer mecazî muhabbettir. Bir de fart-ı muhabbetin fıtrî, garazsız, ivazsız olanı vardır ki, buna da anne ve babada bulunan şefkati misal verebiliriz. Esasen şefkat, Allah’ın Rahmân ve Rahîm isminden gelmektedir. Allah’ın insanlara ve mahlukata karşı olan mukaddes ve münezzeh sevgisinin, değişik malul yanlarıyla insanlarda olanına şefkat denir.
Evet, Mâbud-u Mutlak’tan gayrıya gönlün kaptırılması, sevilip aşk u alâka gösterilmesi mecazî aşktır. Hakikî aşk ise gönlün Allah’a verilmesi ve Allah’ın deli gibi sevilmesidir. Burada hemen şunu da ifade etmeliyim ki, Allah’ı sevmek, bir pâye meselesidir. Mü’minler, Resûl-i Ekrem’i severlerse, mü’minlik mertebesinde, daha doğrusu mü’minlikteki muhabbet mertebesinde önemli bir noktaya ulaşmışlar demektir. Fakat bu, en kâmil mertebe değildir. Meselâ Resûl-i Ekrem’i andığınız zaman kararınız kalmayabilir; ama bu zirvenin ötesinde bir de şahika vardır. Resûl-i Ekrem’i, O’na ait hatıraları ve ashab-ı kiramı sevme mertebesi, muhabbetin ilk mertebelerindendir. Çünkü bunlar beşerî kıstaslarla anlaşılan, duyulan, takdir edilen ve ölçülen şeylerdendir. Demek ki sizin kabınız, hissedilen şeyleri ölçüp değerlendirip size bir fikir verebiliyor. Siz bu fikirle o mahbubu gönülden seviyorsunuz. Onun halkasına tam girip ve onun gözüyle ötelere, ötelerin de ötesine bakınca, aşk u muhabbetinizde daha derin lâhûtî bir buuda ulaşıyorsunuz.
Allah’ı sevmek, her türlü alâkanın ötesindedir. Bu sevgiyi vicdanında biraz olsun hisseden neler neler duyar… Cenâb-ı Hakk’ı sevmenin başladığı andan itibaren her sevgi dolaylılık rengine bürünür. Ayrıca Allah’ı sevdiğiniz nispette mâsivâya karşı aşk u alâkanız yavaş yavaş küsuf tutmaya yönelir. Siz artık her şeyi ondan dolayı sevmeye başlarsınız. Meselâ Hz. Ali’yi, damad-ı Resûlullah, O’nun Haydar-ı Kerrarı, Şah-ı Merdanı, muharebe meydanlarının kükreyen aslanı olduğu için seversiniz. Allah’ı sevme zirvesine ve şahikasına yükseldiğiniz zaman Resûl-i Ekrem’i Allah’ın elçisi olduğu için seversiniz. O’nun karşısında yeri, konumu ve risaletini görüp okudukça bu derinlikten sevgi, bir hayranlığa dönüşür. Bu bir zevk ve hâl meselesidir. Bunu tadan bilir; tatmayan bilmez.
İnsanın Allah’ı sevmesi iyi bir şeydir. Hususiyle insan, vicdan sistemiyle Allah’ı tam bilebiliyorsa O’nu delice sever. Çünkü sevginin biricik mahalli vicdandır. Vicdanın rükünlerinden biri olan zihin bildirir, latîfe-i rabbâniye gösterir, irade O’nun muradına yönlendirir, akıl, sevgi esbabı üzerinde muhakeme, yürek ise ona önemli derinlikler kazandırır.
Bir insan, bütün bütün mecazî aşkla meşbû ise ve aşk-ı hakikîden mahrumsa mutlaka bir şeyler yapılarak onun yüzü hakikî aşka döndürülmelidir. Böyle bir insan, kendisine fâni matlubların fena ve zevalini göstermek suretiyle, içinde Bâki-i Hakikî ve beka arzusu uyararak.. iman ve mârifet hususunda derinleşerek.. sözün-sohbetin hep evrilip çevrilip O’nunla irtibatlandırıldığı meclislerde bulunarak.. kalbin kiri-pası sayılan günahlardan, hatalardan uzak durarak Hak’la alâka kurabilir; kurabilir ve alâkasını güçlendirerek her şeyden elini eteğini çekip لاَاُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ “Ben, batıp gidenleri sevmem.” (En’âm sûresi, 6/76.); Bâki bir yâr isterim deyip O’na yönelebilir. Hz. İbrahim (aleyhisselâm) gibi yıldız, ay, güneş… hepsini tulû, gurub ve mahiyetleriyle okur, bunların zeval bulup gitmelerini, bir doğup bir batmalarını ve batıp giden bu şeylerin kalbin alâkasına değmediğini haykırır, herkese duyurur. Zaten bunlar, camid ve cansız nesnelerdir; ne insanı duyar ne dinler ne de ihtiyaçlarına cevap verebilirler. Oysaki insan, öyle birine yönelmeli ki, her zaman onu görsün, duysun, dinlesin ve isteklerine cevap versin.
Evet hatırat-ı kalbimi bilsin, dualarıma icabet etsin.. dünyevî-uhrevî taleplerimi yerine getirsin.. yalnızlığımı giderip bana enis olsun.. ebed arzularıma cevab-ı savap verip gönlümü şâd etsin.. benim gibi bütün dost, ahbab, yârân ve yakınlarımı da âbâd etsin.. bana işte böyle bir mâbud, sevgili, yâr-ı vefâdâr ve her hâlime nigehban bir dost lâzım. Öyleyse buna aşk u alâka kurmak gerekir.
Molla Cami, bu hususu anlatırken, “Yalnız Bir’i iste, başkaları istemeye değmiyor. Bir’i çağır, başkaları imdada gelmiyor. Bir’i talep et, başkaları lâyık değiller. Bir’i gör, başkalar her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar. Bir’i bil, mârifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır. Bir’i söyle, O’na ait olmayan sözler mâlâyâni sayılabilir.” demek suretiyle hakikî aşkın Allah’a karşı olan aşk olduğunu, insan Allah’tan gayri neye gönlünü verirse versin, içinde bir burkuntu ve üzüntü bırakıp gideceğini vurgular ki, herkesin meşk edip tekrarlaması icap eden bir husustur.
Hulâsa-i kelâm, fâni ve zâil şeyler, gelip gidişi ile kalbin alâkasına değmediğini göstermekte ve hakikî mahbub arayan gönle, “Allah sevilmelidir.” ihtarını yapmaktadır.
Kaynak: Yol Mülahazaları, “Aşk-ı Mecazînin Aşk-ı Hakikiye İnkılabı”