Din düşmanları, din mefhûmunun insanlar tarafından bir acziyet veya şükrân ifâdesi olarak uydurulduğunu iddiâ etmektedirler. Fikirlerinin hülâsası şudur: Kâinatta esrârını anlayamadığımız, fizik ve kimyânın kanunlarıyla çözemediğimiz bazı hâdiseler vardır. İşte çözülemeyen bu hâdiselere, bir çözüm getirmek için, bunlar eskiden olduğu gibi bugün de hep bir yaratıcıya istinat ettirilmiştir. Ayrıca insanlar,kendilerine menfaati çok olan varlıklara birer kutsiyet atfetmiş, daha sonra da onları birer ilâh kabûl etmişlerdir. Ganj nehrinin Hindistanlılar için, Nil nehrinin de Mısırlılar için mukaddes oluşu ve bu ülkelerde başlayıp günümüze kadar da devam eden ineğe kutsiyet atfı hep insanoğlunun menfaatına katkıları dolayısıyladır. Korku karşısında da insanın tavrı bundan farklı olmamıştır. Aşırı korku onu saygıya sürüklemiş ve bu saygıyla korktuğundan emin olacağı kanâatına sâhip olmuştur. Bazı dinlerde hayır ve şerre ait iki ayrı ilâh kabul edilmesi, bir cihetten bu sevgi ve korkuyu iki ayrı ilâha taksim manâsınadır. Cennet ve Cehennem de aynı ruh hâlinden kaynaklanan düşüncelerin mahsulüdür. Din, haddizatında bir burjuva tesellisidir; din adamlarının uydurduğu sömürü aracıdır ve o bir afyondur, insanları uyutmak için uydurulmuştur.. ve daha neler neler? Hakikaten din, onların dediği gibi sonradan mı uydurulmuştur. Ve altından kalkılamayan hâdiselere îzâh getirmek için icat edilmiş bir avunma ve tesellî kaynağı mıdır? Hayır hayır, aslâ ve kat’â!
Din, Arapça bir kelime olup, itâat etmek, ceza vermek ve yol gibi manâlara gelir. Esâsen bu üç kelime de dinin tarifi içinde vardır. O bir yoldur, şehrâhtır, bir ana caddedir. Onda Cenâb-ı Hakk’a itâat söz konusudur. Ve yine onda, itâat edene mükâfât, etmeyene de cezâ vermek gibi bir müeyyide de vardır.
Dinin şerrî tarifi ise şöyledir : “Din akil sahiplerini bizzat hayırlara sevk eden ilâhî kanunların bütünüdür.” (et-Tehânevî, Kitabu Keşşâf-i ıstılahati’l-fünûn 1/503.)
Din akıl sâhiplerine hitâp eder. Böylece insanlar itâatlarını kendi irâdeleriyle yapmış olurlar. Din, irâdenin hakkını verir, onu felç etmez. Ve onun insanları sevk ettiği nokta da mutlak hayırdır. Şunun bunun anlayış ve telâkkisine göre hayır kabûl edilenlere değil, hayrın bizzat kendisine doğru yönlendirme bahis mevzûudur.
Din bu yönlendirmeyi evvela, itikât cihetinden ele alır. Belki, insan sırf aklıyla dahi, kendisini ve bütün kâinatı yaratan bir yaratıcının olduğunu kavrayabilir, fakat o, bir nebînin gürül gürül sesinden, vicdanındaki kabulü destekleyen bir sadâ ile, Rabbinin anıldığını duyduğunda, esas inanması gerektiği şekilde bir îmân ve yakîne sahip olur. Aynı zamanda o Nebî, Cenâb-ı Hakk’tan vazifeli olduğunu gösteren belgelerle gelmiştir. Gösterdiği yığın yığın mucizenin yanında bir de mucizeliği kıyâmete kadar sürecek bir Kitap getirmişse, artık kuşkuya meydan kalmamış demektir. Bu insan, o kitap sayesinde, âhirete ve kadere nasıl inanılması gerektiğini ve daha nelere inanılmasının şart olduğunu öğrenecek ve orada muğlak gelen hususları, bizzat O nebi talim edecek, îzâhta bulunacaktır.
Böyle bir İmânın, gönüllerde hep taze olarak kalabilmesi ve bayatlayıp pörsümemesi ise, ibâdete bağlıdır. Îmân, ibâdet sayesinde hiç eskimeden hep yeni kalabilir. Yoksa, ibadetsiz insanda., bir müddet sonra îmân, aşk ve şevki adına sâdece yerin altındaki büyükleriyle övünme kalır. Onların da sırf hoca ve hacı olduklarından bahseder. Gerçi, ecdâdına ağzı dolu dolu sövenlere göre, onlarla övünen insan elbette içinde az da olsa bir cevher taşıyor sayılır ama, böyle bir cevherin son âna kadar dayanıp dayanamayacağı meçhûldür.
Günde beş defa koşup ulaştığımız Allah huzûru, bizi her an şahlandıracak ve âdetâ inandığımız hususlara yeniden bir ahd ü peymâna zorlayacaktır. Her namazında hatta, her namazın her rekatında, Kur’ân ve teşbîhlerde Allah’tan yeni mesajlar alınamıyorsa, bu ülfet ve ünsiyetin pörsüttüğü bir ibâdettir ki şuûrsuzca ve ledünniyâtına vâkıf olmadan geçiştirilmiş bir borç edâsı sayılır. Böyle bir namazın edâsıyla farz yerine getirilmiş olsa bile asıl, namazdan beklenen füyüzât elde edilmiş olamaz.
Onun içindir ki, büyüğümüz, secdesinde öyle bir hâl hisseder ki, keşke der “şöyle bir rekat namaz kılabilseydim.” Ve sonra da şu tavzihte bulunur: “İşte sahâbînin her namazı böyleydi” (Bediüzzaman, Sözler, Yirmi Yedinci Söz’ün Zeyli). Her namazın her rüknü onlara, Cenab-ı Haktan ayrı mesajlar getiriyordu. İbâdetlerinde ülfet ve ünsiyet yoktu. Diğer ibâdetler de aynı ruh hâletini verecek mâhiyetteydi. Bu itibârla, Hacca giden, zekât veren, oruç tutan emri bilmârûf, nehyi anilmünker’de bulunan herkes yaptığı ibâdetlerin cinsine göre, o ibâdetten beklenen itici ve takviye edici manevî güç ve dinamikler iyi değerlendirmelidir ki îmânını tam perçinleyebilsin.
Dinin bir diğer yönü de muâmelâta bakar. İnanan insanın çarşı ve pazarı Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına uygun şekilde düzenlenmelidir. Ticâret ahlâkı ve prensipleri Kur’ân ve Sünnet ölçülerine uygun hâle getirilmelidir. Bu da yine îmânı ve, itikâdı takviye eden hususlardandır. Çünkü bu sayede insan nefsinin arzu ve isteklerini terk ederek Cenâb-ı Hakk’ın emir ve isteklerine râm olmaktadır.
Diyelim ki mü’min bir mal satacak, o malının ayıbını söylemesi gerekir. Halbuki o, malın ayıbını söylediğinde, kazancı azalacak veya zarar görecektir. İşte buna rağmen, malının kusurunu söyleyen insan, içinde Rabb’e itaatten gelen bir inşirâh hisseder. Biraz sonra Rabb’in huzûruna gelip namaza durduğunda, içindeki bu inşirâh, onun namazdan elde edeceği feyze müspet yönde te’sir edecek ve böylece o da îmânının tazeliğini ve zindeliğini korumuş olacaktır. İşte bunlar bizi Rabb’e götüren vesîlelerdir. Zaten vesîle aramamızı bizzat kendisi emretmektedir. (Bkz. Mâide sûresi, 5/35.)
Allah Rasûlü, mağarada kalan üç kişinin durumunu anlatırken, onların yaptıkları iyi amelleri nasıl birer vesîle yapıp mağaranın ağzının açılmasını talep ettiklerini anlatır ve vesîlenin önemine dikkati çeker. Bunlardan birisi, ana ve babaya karşı mürüvveti, diğeri iffeti ve bir üçüncüsü de hakka riâyeti kendilerine vesîle yapmış ve duâ etmişler; böylece mağaranın ağzını kapayan taş da açılmıştır. (Buhârî, büyû 98, hars 13, icâre 12, enbiyâ 53, edeb 5; Müslim, zikir 100) Değil sadece hareket ve davranışlarımızda, bizler elimizden gelse, fizikî yapımız itibâriyle Allah Rasûlüne benzemeye çalışırız. Evet, onun gibi göze, kulağa, burna, ağza sâhip olmayı kim arzu etmez. Öyleyse, mümkün olmayan benzeme şeklinden mümkün olan benzeme şekline intikâl ederek, ahlâkımızı ve yaşayış tarzımızı tam ona uydurma gayretine gireceğiz. O’nun gibi yiyecek, giyecek, yatacak, kalkacak ve kulluğumuzu da O’nun gibi yapmaya çalışacağız.
Cenâbı Hakk fâize haram demişse , bir kuruşa bin kuruş dahi fâiz verilse biz ondan tevakkî edip kaçacağız. Yarın karşımıza bir alev bir kor halinde çıkacak olan, büyük küçük bütün günahlara karşı da tavrımızı aynı şekilde ayarlayacağız.
Bütün bunlardan anlaşılan şey şudur: Din bir bütündür, tecezzi ve inkısâm kabul etmez. Veya başka bir ifâdeyle tecezzî ve inkısâm kabul edene din denmez. Sanki din bir ağaç gibidir. İtikâda ait meseleler onun kökü, ibâdete müteallik hususlar, dalı budağı, muâmelât onun çiçekleri, ukûbât koruyucusu, evrâd ve ezkâr gibi hususlar da o ağacı alttan ve üstten besleyen unsurlardır. İşte böyle bir bütünlük ve yekparelik arz eden din, bütünüyle Allah tarafından vaz’ edilmiş ve peygamber tarafından da teblîğ ve talîm edilmiştir.
Herkesin vicdânı, Rabbiyle münâsebete geçip, dînin rûhunu vasıtasız Ondan alabilirdi. Fakat, herkesin o ruh saffetine ermesi mümkün olmadığındandır ki, Cenâb-ı Hakk enbiyâyı izamı istifa edip seçti. “Allahü yastafî minelmelâiketi rusulen ve minennâsi” (Hac, 22//75).Allah risâlet vazîfesini, ister meleklerden, isterse insanlardan bir seçkin gruba yaptırtır.
Cenâb-ı Hakk’ın, yaratıldığından beri, rükûda, secdede ve kıyamda ibâdet eden ve sayılarını ancak kendisinin bilebileceği melekler varken, onlardan birine değil de Allah Rasulüne vahiy getirme vazifesini Cibril-i emîne vermiştir. Ve yirmiüç sene Efendimizle münâsebeti o temin etmiştir.0, O’na vahiy getirdi, Allah Rasûlü de O’nu edeple dinledi ve bütün benliğine işledi. O, geçen yirmiüç senelik zaman zarfında, Cibril’le öyle bir dostluk ve kardeşlik te’min ve te’sis etmişti ki, Cibril’in son gelişi onu iki büklüm etmiş ve ağlatmıştı. İşte Allah (cc) risâlet vazifesine bunları seçiyordu. Diğer peygamberler de aynı şekilde seçilmiş, öz ve kaymak hâline gelmiş insanlardı. Bunların hepsinin madeni de altındandı. Evet, Onlar ısmarlama insanlardı. Nasıl Allah Rasûlü böyle seçkindi, O’na sahâbî olma liyâkatını elde edenlerde aynı şekilde seçkin insanlardı. Ve din bize o altın zincirin intikâl ettirmesiyle gelip ulaşmıştır.
Peygamber Efendimiz ve bütün peygamberler, dînî teblîğ uğruna her türlü çile ve ızdırâbı göğüslemek mecburiyetinde kaldılar ve tabiî dünyâ namına ellerine geçen herhangi bir şey de yoktu. Hatta Efendimiz, davâsından vazgeçseydi, hem çok zengin olacak, hem dünyâya ait bütün başkalarının arzu edip arkasından koştukları şeyler O’nun önüne serilecekti. Civarın en güzel kadınıyla evlenmek, Mekke’ye reis olmak da bunlar arasındaydı. Şimdi bırakın bunları, o miraca çıkmıştı. Bütün yıldızlar parke taşları gibi ayağının altına sıralanmış ve bunlar üzerinde yürüyerek Rabbine varmıştı. Görülebilecek bütün güzellikleri müşâhede etmiş ve bir başkasının asla vazgeçip dönemeyeceği yerleri o teker teker dolaşıp gezmiş ve ümmetine de aynı kavsiyeyi yaptırabilmek için geri dönmüştü. (Miraç için bkz.: İsrâ sûresi, 17/1; Necm sûresi, 53/4-18) O devrede, acaba döndüğü yer neresiydi? Geçtiği yollara dikenlerin serpildiği, taşlanarak ayakları kan revan içinde bırakıldığı, istihzâ ve alay edildiği, horlanıp hakîr görüldüğü bir yere dönüyordu. Acaba, Allah Rasûlünün, bütün bu görüp katlandıklarına ne ihtiyâcı vardı. Dînî teblîğ ederken, hangi menfaat veya korku onu harekete geçiriyordu? Bir insanı Cennet dahi büyüleyip câzibesi içine alamazsa ve o insan ümmetine dönmeyi her şeye tercîh edecek kadar bir fedâkârlıkta bulunursa, atılan bütün bu iftirâlar, iftirâ atanın o kalın kafasını kırmaz mı?
Kendisine kullukta bulunduğumuz Allah (cc) her şeyden müstağnîdir. O’nun bizim din ve diyânetimize ihtiyacı yoktur. Kulluğa muhtaç olan bizleriz. Yeryüzünde kendisine halife yaptığı insanların, sâir canlılar karşısında dengeli ve uygun yaşamalarını istiyor ve bunun için de, dengeli ve uygun yaşamanın ifâdesi olan Kur’ân çizgisinde bizi harekete zorluyor. Diğer bir ifâdeyle, biz kendi kendimizi idâreden âciz olduğumuzdan dolayı, yanlış iş yapmamamız ve yanlış yollara sapmamamız, takılıp yollarda kalmamamız için, bize din gibi aydınlık bir yol lütfediyor. Ve elimize verdiği Kur’ân’a bakmamızı, kendimizi o Kur’ân ölçülerine göre ayarlamamızı emrediyor. Ta ki bizler de insanlık semasının burçlarına doğru mesafe kat edebilelim ve mâhiyetimize ait istidât ve kâbiliyetleri işleterek, ufuk noktalara doğru kanat çırpabilelim.
Evet, bizim dine ihtiyâcımız var. Eğer insanlar gerçek ihtiyâçlarını bilebilse ebedî saadete namzet olduklarının şuûruna varsa ve bütün latîfelerini inkişâf ettirme noktasına ulaşsalardı, ifâdeleri ayrı; ancak talepleri aynı olarak şöyle diyeceklerdi:”Allah’ım bize bir sistem gönder, kendi sisteminle bizi idâre et, yanlış yerlerde yürümeden ve mesafelere takılıp kalmadan, eğri büğrü gitmeden ve yol alamamadan kurtar.”
En akıllı filozoflar dahi yalpalaya yalpalaya yürümüş, herhangi bir yerde düşüp kalmış ve hakîkata ulaşamamışlardır. Halbuki bizim en âmimiz dahi, Muhammedî yolun aydınlatıcı tayfları altında bir tek adımını dahi boşa atmamış ve hayatının her safhasında insan gibi yaşamış ve başka insanların da hukûkuna riâyet etmiştir. Perspektifinde Allah’ın rızâsı ve önünde Allah Rasûlü gibi bir pişdarı vardır ve o, ömür sermâyesinin her ânını bin veren başak gibi kullanmaktadır.
Din zarûrete binâen insan karîhasından çıkmış veya onların tabiriyle uydurulmuş değildir. Onun zarûrî gibi görünmesi dinin tabiiliğinde ve insan fıtratında din duygusunun bulunmasından ileri gelmektedir. İnsan, dînî emirlere ihtiyâç içinde yaratılmıştır. Ve o, dine her zaman muhtaçtır.
İnsan inancında, ibâdetinde ve bütün muâmelâtında doğru ve hal:kı ancak din sâyesinde öğrenir ve yine ancak din sâyesinde Cennete ehil hâle gelir. Din potasında eriye eriye şekillenen insan,”Livâü’l Hamdin altında, Allah Rasûlü tarafından tanınıp elinden tutulacak bir hüviyeti elde eder.
Kendisine, ümmetini nasıl tanıyacağı sorulan Allah Rasûlü, abdest azalarının pırıl pırıl olmasından tanıyacağını ifâde buyururlar. “Sizler der, alnı-nişanlı atınızı at sürüsü içinde nasıl tanırsanız ben de ümmetimi işte öyle tanırım ” (Müslim, taharet 39; Nesâî, taharet 109). Bizim böyle bir tanınmaya ihtiyâcımız var. Onun için de muhtâç olan biziz ve dîne de, onun hayat veren soluklarına da muhtâcız.
Din, hayatı bütünüyle kucaklayıcı, en müspet prensiplerle gelmiştir. Onu yetersiz bulma idrâk yetersizliğinin apaçık bir ifâdesidir. Onu rafa koymaya çalışanlar, târihî yanlışlıklarını bir gün bütün dehşetiyle anlayacak ve ettiklerine bin pişman olacaklardır.
Dünyânın doğusunda, batısında yapılan bu tür yanlışlıklar, günümüzde artık itiraf edilir hâle gelmiştir. Din, hayâtın hayâtıdır ve bunu kimse inkâr edemeyecektir.
Dinin bir usûlü bir de furûu vardır. Usûlde asla değişiklik söz konusu değildir. Hz. Âdem zamanındaki dinle, bizim dinimiz arasında usûl bakımından bir farklılık yoktur.
Îmân esasları bütün semâvî dinlerde aynıdır. Hatta hakkında bir nass olmadığı için kesin bir hüküm vermekten kaçınmama rağmen, şu kadar diyebilirim ki, dinin usûlünde meleklere âit hükümler de aynıdır. Yani bütün melekler de bizim inandıklarımıza inanır ve îmân ederler. Allah’a meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kaza ve kadere, öldükten sonra dirilmeye onlar da aynen bizim gibi îmân ederler; fark sadece derece ve mertebe ölçüsündedir.
İnançta olduğu gibi, ibâdette de bütün dinler aynıdır. Yani ibâdetsiz hiçbir hak din yoktur. Ne var ki ibâdetin şekil yönü her devire göre değişiklik arz etmiştir. Cenâb-ı Hakk, her devrin insanına, o devrin şuûr ve o devir insanının kapasitesine göre bir ibâdet tahmîl etmiştir. Şekil değişebilir; ancak usûl olarak ibâdetin olması hiçbir surette değişmez.
Meselâ, âhiret inancı bütün dinlerde vardır, olması da zarûridir. Arada icmal veya tafsîl farkı olmakla beraber, her peygamber, ümmetine âhiretten bahsetmiştir. Zaten fenalıkları önleyici, iyilikleri de teşvîk edici böyle bir âhiret inancı olmasaydı, din sadece iktisâdî ve içtimâî sistemlerden biri durumuna düşerdi; veya başka bir ifâdeyle onlardan ibâret kalırdı. Din, büyük bir kısmı itibâriyle hükümlerini öldükten sonra dirilme prensibine binâ eder.
Eğer âhirete îmân olmasaydı, yapılan ibâdetlerin, çekilen bunca çile, ızdırâp ve fedâkârlıkların hatta hiçbir inancın insana faydası olmazdı. Zaten insan o takdirde, şimdi kendisinde mevcut bütün faziletlerden de bir bakıma soyulmuş olurdu. Evet, bizleri fazîletli olmaya zorlayan âhirete îmânımızdır. Çünkü bütün yaptıklarımızın, zerre kadar dahi olsa bir gün karşımıza çıkacağını hiç tereddütsüz kabûl ediyoruz.
Ayrıca, bütün Cennet hayatı bir kerecik olsun O’nun Cemâlini seyretmeye mukâbil gelmeyecek olan Rabb’imizi müşâhede edeceğimiz ânı sabırsızlıkla bekliyor ve o büyük nimete erebilmek için, içimizdeki şevkin kamçısıyla şahlandıkça şahlanıyor ve bizi o neticeye götürecek yoldan hiç inhirâf etmeden yürümeye çalışıyoruz.
Teferruâta âit meselelerde peygamberler, bir evvelki şeriatı nesh edip hükmünü kaldırabilir. Bu gibi meselelerde hep değişiklik olagelmiştir. Bu da beşerin biraz olgunlaşması ve kemâle ermesiyle alâkalıdır. Hz. Adem döneminde beşer çocukluk devrini yaşıyordu. Halbuki Efendimiz kendini ikindi sonrası güneşine benzetmektedir. Demek ki onun devrinin insanı olgunluk ve kemal devrini yaşamaktadır. Bu devrede haktan sonra bâtıl çok iyi fark ediliyor ve bâtıldan sonra gelen Hakka sımsıkı tutunuluyordu. Gelen dinin teferruâta âit kısımları da bu düşünce ve fikir merhalesine göre ayarlanmıştı. Fakat bunu yapan da yine Hakîm olan Allah’tır. Bu dinin bütün ibâdet şekillerinde yüzlerce maslahat vardır. Yani ondaki ibâdet şekli olgun bir cemaata münâsip ibâdet tarzıdır. Diğer dinler ise, daha sonra zaten tahrîfe uğramış ve asıl hüviyetlerini kaybetmişlerdir. Eski hallerini muhâfaza etselerdi dahi bugün için geçerli olamazlardı. (Bkz. Âl-i İmrân sûresi, 2/19) Çünkü Allah, din olarak kendisinin râzı olacağı dini tespit buyurmuş ve bunun İslâm. Dini olduğunu söylemiştir. (Bkz.: Mâide sûresi, 5/3.)
Bir cümleyle meseleyi hülâsa etmek istiyorum.
Din; sel felâketinin, yıldırım âfetinin insanları zorladığı, muztar kalmaktan doğan bir sistem olmadığı gibi, beşerin iktisadî, içtimâî durumlarını temin etmek, onları huzura kavuşturmak için ortaya atılmış bir sistem de değildir. Yine o, Rönan’ların, Russo’ların dediği gibi, insanın tabiatından doğmuş olmaktan da’ fersah fersah uzaktır. O ilâhî bir kanunlar mecmuası, ilâhî bir vaz’dır ve insanların dünyevî ve uhrevî saâdetini tekeffül etmektedir.
Buradaki huzûr ve mutluluğumuz ona bağlıdır. Hukuk mefhûmuna bağlı kalmak ancak onunla mümkündür. Âhirette de yine, Cennete ve Cemâlullah’a erme onun sâyesinde olacaktır.
Medeniyet ne kadar terakkî ederse etsin, insanın sâdece dünyâ hayatını dahi mutlu ve mes’ud kılmaya yeterli olmayacaktır. Nerede kaldı ki, dinin yerine geçsin.
Kaynak: Asrın Getirdiği Tereddütler III