Dinin ruhunda ve özünde zorlama yoktur. Çünkü zorlama dinin ruhuna zıttır. İslâm irade ve ihtiyarı esas alır ve bütün muamelelerini bu esas üzerine kurar. İkrah ile yapılan bütün amel ve fiiller ister inanç, ister ibadet ve isterse muamele açısından kat’iyyen makbul ve muteber kabul edilemez. Zaten böyle bir durum, “ameller niyetlere göredir” (Buhârî, bed’ü’l-vahy 1; Müslim, imâre 155) prensibine de uygun düşmez.
Din, kendi meseleleri için ikrahı/zorlamayı caiz görmediği gibi başkalarının İslâm’a girmelerini de ikrah esasına dayandırmayı hoş karşılamaz. O, muhatabını tamamen serbest bırakır. Meselâ zimmîler cizye ve haracı kabul ettikten sonra, İslâm dini onların hayatlarını garanti eder. Evet, İslâm’da müsamaha ufku bu derece geniştir.
Zaten din, zorla kabul edilebilecek veya zorla kabul ettirilebilecek bir sistem değildir. O’nda her şeyden önce iman esastır. İman ise, tamamen vicdanî ve kalbe ait bir meseledir. Hiçbir ikrah teşebbüsü kalb ve vicdana tesir edemez. Dolayısıyla insan ancak içinden geliyorsa ve gönlü imana yatkınsa iman edebilir. Bu manada da dinde zorlama yoktur.
Hz. Âdem’den günümüze kadar, din hiç kimseyi dehâlete zorlamamıştır. Bu mevzûda zorlama daima küfür cephesinin ahlâkı olmuştur. Onlar insanları dinlerinden çıkarmak için zorlamışlardır; fakat hiçbir mü’min bir kâfiri zorla Müslüman yapmaya çalışmamıştır.
Burada akla, şöyle bir soru daha gelebilir. Kur’ân-ı Kerim’de kıtal ve cihadın farziyetiyle alâkalı birçok ayet mevcuttur. Peki, bunlar bir manada zorlama değil midir?
Hayır, değildir. Çünkü cihad, karşı cepheye ait zorlamayı bertaraf içindir. Böylece insanlar, İslâm’ın değişmeyen bir kaidesiyle girdikleri İslâm dinine kendi arzu ve iradeleriyle gireceklerdir. İşte İslâm’ın farz kıldığı cihadla, böyle bir anlayışa zemin hazırlanmış olacaktır. İrade hürriyeti, İslâm’ın cihad emriyle yerleşmiştir.
Bu meseleyi bir başka açıdan da şöyle bir değerlendirmeye tâbi tutabiliriz:
Bu ayetin hükmü belli devrelere aittir. Belki her kemal ve zeval fasılalarının da birbirini takibinde bu devreler yine bulunacaktır; ama hüküm sadece o devreye münhasır kalacaktır. Nitekim Kâfirûn suresinde bildirilen “Sizin dininiz size, benim dinim de bana” (Kâfirûn sûresi, 109/6.) hükmü de aynı şekilde belli bir devreye mahsustur.
Bu devre ve bu dönem, meseleleri çözme ve anlatma dönemidir. Meseleler sözle anlatılacak ve kabulde muhatap kat’iyyen zorlanmayacaktır. Ve yine bu dönem, başkalarının dalâlet ve sapıklığıyla ilgilenmeme, onları tahrik etmeme ve kendi hidayetini muhafaza ile ferdî hayatında dini tatbik etme dönemidir. Bu dönem ve devrelere ait hükümler ise, bütün zaman dilimlerine şamil değildir; tabiî bu manada şamil değildir. Yoksa bu hüküm artık hiçbir zaman tatbik edilmeyecek demek yanlış olur. İslâm’ın her devresinde böyle bir zaman parçası -realite olarak- yaşanmıştır ve günümüzde de yaşanmaktadır.
Ancak aynı âyetin bütün zaman dilimlerini kuşatan bir hükmü daha vardır ki, bu hüküm her zaman ve zeminde geçerliliğini devam ettirecektir. O da İslâm diyarındaki azınlıklara ait hükümlerdir ki, hiç kimse İslâm dinine girme mevzuunda zorlanmayacaktır. Herkes kendi dinî inancında serbest olacaktır.
Tarihe bir göz attığımızda açıkça görürüz ki, bizim aramızda daima Yahudi ve Hıristiyanlar bulunmuştur. Batılıların bu mevzûdaki itiraflarına göre, Hristiyan ve Yahudiler kendi devletlerinde bile, bizim içimizde yaşadıkları kadar aziz yaşayamamışlardır. Onlar zimmetimizi kabul ederek cizye ve haraç ödemişler; Müslümanlar da onları teminat altına alıp korumuşlardır. Fakat hiç bir zaman onları İslâm dinine girmeye zorlamamışlardır. Düne kadar bunların hususi mektepleri vardı ve kendilerine ait hususiyetlerin hepsini, dinî âyin ve yortularına varıncaya kadar muhafaza ediyorlardı. Bizim en muhteşem devirlerimizde dahi onların yaşadığı muhite girenler, kendilerini Avrupa’da zannederlerdi. Hürriyetleri bu kadar genişti. Sadece bizi iğfal etmelerine imkân ve fırsat verilmemiştir. Evet, gençlerimizi ve kadınlarımızı saptırmalarına göz yumulmamıştır. Bu da bizim kendi toplumumuzu korumamızın gereğidir.
Bu kabil dinin caydırıcı bazı hükümleri, hiçbir zaman dinde zorlama değildir ve sayılmamalıdır da. Bu gibi hükümler, serbest iradeleriyle dine girenlere aittir ki, onlar da zaten bu hükümleri kabul etmekle İslâm’a girmişlerdir. Meselâ, bir insan, İslâm dininden irtidat ederse ona mürted denir ve verilen süre içinde tevbe etmezse öldürülür. Bu tamamen daha önce yapılmış bir akde muhâlefetin cezasıdır. Ve tamamen sistemin muhafazasıyla alâkalıdır. Devlet, belli bir sistemle idare edilir. Her ferdin hevesi esas alınacak olursa devlet idaresinden söz etmek mümkün olmaz. O’nun içindir ki bütün Müslümanların hukukunu muhafaza bakımından, İslâm, mürtede hayat hakkı tanımamıştır.
Ayrıca İslâm dinine giren insanlar bazı şeyleri yapmakla bazılarını da yapmamakla mükellef kılınırlar. Bunun da zorlama ile bir alâkası yoktur. Nasıl ki, namaza duran bâliğ bir insan namaz içinde, sesli olarak gülecek olsa ceza olarak hem namazı hem de abdesti bozulur. Ve yine ihramlı bir insan, üzerindeki haşeratı öldürse veya dikişli bir elbise giyse çeşitli cezalara çarptırılır. Hâlbuki aynı insan namazın dışında gülse veya ihramsız bir zamanda bunları işlese hiçbir cezası yoktur. Aynen bunun gibi, İslâm, dine girme mevzuunda kimseyi zorlamamakla birlikte, kendi iradesiyle dehalet edeni de başıboş bırakacak değildir. Elbette onun kendine göre emir ve nehiyleri olacak ve müntesiplerinden, bunlara uygun hareket etmelerini isteyecektir. Bu cümleden olarak, namazı, orucu, zekâtı ve haccı emredecek; içki, kumar, zina ve hırsızlığı da yasaklayacaktır. Bu yasakları ihlal edenlere de suçlarının cinsine göre ceza verecektir ki, bütün bunların zorlama ve ikrahla hiçbir alakası yoktur.
Esasen biraz düşünüldüğünde, bu türlü caydırıcı tedbirlerin de, insanların yararına olduğu idrak edilecektir. Çünkü fert ve cemiyet böyle müeyyidelerle, dünya ve ukbalarını korumuş olacaklardır. İşte bu manada dinde bir zorlama vardır. Bu da insanları zorla Cennet’e koymak istemekle aynı anlamda bir zorlamadır…
Kaynak: Asrın Getirdiği Tereddütler 4.