Dua, ruhun gıdasıdır, bu gıda ruha fasılasız verilmelidir. Dua, iradeyi kanatlandıran bir büyüdür; ona devam edenlerden başkası da, onun bu güçlü sırrını anlayamaz. Dua, sebep ve vasıtaları aşarak, hem Allah’ın kudretine itimadı, hem de beşerî zaafı ilândır. Duaya musallat en tehlikeli virüs, sebeplere tesir-i hakikî vermektir. Bu virüsü kapmış ruh, “ekstra” tedavi ister.
Kur’ân-ı Kerim’de Hak Teâlâ kendisine nasıl dua edileceğini kullarına öğretir, resullerinin dualarını bize haber verir. Müminler önce bu dualara bakmak ve böyle dualarla Allah’ı zikretmek durumundadırlar. Gerçekten bilmediğimizi ve en güzelini öğreten Allah’tır. “… Ey rabbimiz unutur veya hata edersek bizi sorumlu tutma… ” (Bakara Suresi, 2/286) Eyüp aleyhisselâm, “Ya Rabbi, gerçekten benim başıma bela geldi. Hâlbuki sen merhametlilerin merhametlisisin.” (Enbiya Suresi, 21/83) İşte bunun gibi Kur’ân’da geçen dualar bize nasıl dua edeceğimizi göstermektedir.
Dua esnasında bu şekilde bazı yüce şahsiyetleri aracı yaparak Allah’a yalvarmaya, O’ndan bir şeyler istemeye “tevessül” diyoruz. Bu meselenin, öteden beridir ulema arasında münakaşası yapıla gelmiştir.
Dua konusunda bahsettiğiniz meseleyi iki yönüyle ele alacak ve bir yönüyle ‘böyle bir şey olmaz’ derken diğer yönden bunun mümkün olduğunu izah edeceğiz. Cenâb-ı Hak, nasıl Zâtında, fiillerinde ve icraatlarında birdir; öyle de insan, O’na mukâbil kulluğunu birleme mecburiyetindedir. Zaten bütün namazlarımızda Fâtiha’yı okurken aynı şeyleri söylemiyor muyuz? “Sadece Sana kulluk eder ve istediğimizi de sadece Sen’den isteriz.” Bunun manası, aradaki bütün vasıtaları silerek Rabb’e muhatap olmaktır. Yani her Müslüman istediği zamanda ve mekânda hiçbir vasıta kullanmadan doğrudan Allah’a dua edebilir, niyaz ve münacatta bulunabilir. Bunu, kılacağı nafile namazlarıyla yapacağı gibi ellerini kaldırıp dua ve yakarışla da yapabilir. Bu manada kul ile Allah arasında hiçbir vasıta yoktur. Kul, kimsenin tavassutuna ihtiyaç duymadan kul-Rab münasebeti içinde Allah’a teveccüh edebilir.
Meselenin diğer yönü olarak tevessülün mümkün ve caiz olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bunun örneklerine İslam’ın ilk devirlerinde de rastlıyoruz. Buna örnek olarak; Hz. Ömer devrinde meydana gelen bir kuraklık esnasında, Hz. Ömer’in gidip Hz. Abbas’ın ellerinden tutarak Allah’a şöyle yalvardığını görüyoruz; “Allah’ım biz hayatta iken, Resulü’nün aziz varlığını şefaatçi yapar ve isteyeceğimizi O’nun adına isterdik. Fakat artık O aramızda değil. Ancak bugün Sen’in huzuruna, Habibinin amcasıyla geldim. Şu el hürmetine bize yağmur ver!” Sahabi der ki, daha elleri havadan inmemişti ki gökten sağnak sağnak yağmur boşalmaya başladı.
Diğer bir örneği de Efendimiz zamanından verelim; Gözleri görmeyen bir zât, Allah Resûlü’ne gelerek, gözlerinin görmesi için dua istedi. Allah Rasûlü de ona: “Gidip iki rekât namaz kılmasını ve namazın ardından da Allah Resûlü’nü vesile yaparak gözlerinin açılması için dua etmesini” söyledi. Bu adam denilenleri yaptı ve gözleri birden açılıverdi…
Sonuç olarak şunu söylememiz mümkündür; kendisiyle tevessül edilen şahıslar esas gaye ve maksat yerine geçirilmediği ve onların sadece bir vesile ve vasıta olmaktan öte hiçbir salâhiyetlerinin bulunmadığı unutulmaz ve bütün bunlarda Meşîet-i İlâhînin (Allah’ın dilemesinin) esas olduğu nazardan kaçırılmazsa tevessül vardır ve olmuştur. Nitekim yukarda misâllerini arzettik. Bunun şirkle, uzaktan-yakından herhangi bir alâka ve irtibatı da yoktur. Ancak her masûm düşüncenin sû-i istimali mümkün olduğu gibi, bunu da kötüye kullananlar olabilir. Fakat onların bu art niyeti, tevessülün zatında masûm bir hareket oluşuna asla zarar veremez. Böylece tevessül ettiğimiz şahısları kendi duamıza iştirak ettiriyor ve böyle birçok ağızdan yapılan duâların Allah katında kabul görmesinin daha kuvvetli olduğuna inanıyoruz. Böyle bir tevessülde de bereket umuyoruz.
Bunu bir manada, tıpkı bir padişahın veya yüksek bir makamda bulunan bir kişinin huzuruna çıkıp herhangi bir ihtiyacını arz edecek kimsenin, huzura çıkmadan o zat katında tanınan, değerli birinin referansını kullanmasına benzetebiliriz.
Uygun isteme şeklini de kısaca söylemiş olduk. Bununla beraber duada uygun zaman ve mekânlar gözetilmeli, özellikle Cuma günü ve gecesi, farz namazların peşi, seher vakitleri, kandil geceleri iyi değerlendirilmelidir. Duada devamlık ve ısrar olmalıdır. Bunun yanında duanın, gönülden ve içten gelerek yapılmasına dikkat edilmeli, dua esnasında gaflet halinde bulunmaktan kaçınmalıdır. Ve dualarımızda başkalarına da yer vermeli, özellikle duasının makbul olacağına inandığımız kimselerden de dua istenmelidir. Ayrıca yolculukta ve yağmur yağarken yapılacak duaların da makbule karin olacağı nakledilmektedir. Kişi dua ederken kendi acizliğini düşünmeli, diğer yandan Ganiyy-i Mutlak olan bir Rabbe dua ettiğini bilmeli ve duasının kabul olacağına inancı tam olmalıdır. Bu manada kulluğun önemli bir ibadet olduğunu ve sadece namazların arkasına sıkıştırılmasının doğru olmadığını hatırlatmakta fayda mülahaza ediyoruz.