Çekingenlik ve utanma da demek olan hayâ; Allah korkusu, Allah mehâfeti ve Allah mehâbetiyle O’nun istemediği şeylerden çekinmek manâsına gelir. Böyle bir hissin, insan tabiatında bulunan hayâ duygusuna dayanması, şahsı, edep ve saygı mevzuunda daha temkinli, daha tutarlı kılar. Temelde böyle bir hissi bulunmayan veya yetiştiği çevre itibariyle onu yitiren şahıslarda hayâ duygusunu geliştirmek zor olsa gerek.
Hayâyı ikiye ayırmak mümkündür:
- Fıtrî hayâ ki, buna hayâ-i nefsî de diyebiliriz; insanı pek çok ar ve ayıp sayılan şeyleri işlemekten alıkor.
- Îmândan gelen hayâdır ve İslâm dîninin önemli bir derinliğini teşkil eder.
Fıtrî hayâ, İslâm dîninin rûhundaki hayâ ile beslenip gelişince, ar ve ayıplara karşı en büyük mânia teşekkül etmiş sayılır. Tek başına kaldığı zaman, bazı ahvâl ve şerâit altında sarsılır, yırtılır, hatta bazen bütün bütün yıkılabilir.
Evet, insan tabiatında bulunan bu sıkılma ve çekinme hissi, “O, Allah’ın kendisini gördüğünü bilmez mi?” (Alak, 96/14) gibi âyetlerle anlatılan îmân şuuruyla.. “Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde her şeyi görüp gözetendir.” (Nisâ, 4/1) gibi beyanlarla ifâde edilen ihsan anlayışıyla beslenmezse uzun ömürlü olamaz. Zira hayânın hem var olup gelişmesi hem de devam ve temâdisi îmâna bağlıdır. Bu münâsebeti Hz. Seyyidü’l-Enâm (aleyhissalatu vesselâm), ashâbından birinin diğerine, hayâda mübalağa yapılmamasıyla ilgili tavrını duyunca: “Bırak onu, hayâ îmândan gelir..” (Buharî, iman, 16; Müslim, iman, 59; Ebu Davud, edep, 6.) Diğer bir ifâdelerinde: “Îmân yetmiş küsur şûbeden ibârettir, hayâ da îmândan bir şûbedir.” (Ebu Davud, sünnet, 14; Nesei, iman, 16.) buyururlar.
Bu itibarla diyebiliriz ki; fıtrî hayâ, tıpkı insan tabiatında saklı bulunan diğer iyilik nüveleri gibi, insanı insan yapan ma’rifet dinamikleriyle beslendiği ve takviye edildiği ölçüde gelişir, kalbî ve rûhî hayâtın bir buudu hâline gelir ve nefsin pek çok gayrı meşru isteklerine set çeker ve engeller. Aksine bu duygu îmân ve ma’rifetle geliştirilemez, ihsan şuuruyla takviye edilemez; takviye edilmek şöyle dursun nefsânîlik gayyâlarında açılıp-saçılarak köreltilecek olursa, fert ve toplum plânında insanı insanlığından utandıran yırtıklıklar ve sürtüklükler kaçınılmaz olur.
Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) bu hususa temas eder ve “Hayâsız olduktan sonra istediğini yap!” (Buharî, enbiya, 54, edep, 78; Ebu Davud, edep, 6; İbn Mace, zühd, 17.) buyurur. Hayâ ve hayat birbirine bakan kelimelerdir ve bu yakınlıktan, kalbin ancak, îmân ve ma’rifet sağanaklarıyla beslendiğinde hayatta kalabileceği esprisini çıkarmak mümkündür. Hayat kendi dinamikleriyle, hayâ da kendi dinamikleriyle var olur ve yaşar; yoksa her ikisi için de inkıraz kaçınılmazdır.
Hayâda ilk mertebe, insanın kendisine, Hakk’ın nazarıyla bakmasıyla başlar. Bir insanın, O’nun ölçüleri ve O’nun murâkabesi açısından kendini yakın takibe alması onda temkin derinlikli bir hayâ hâsıl eder ki, böyle bir insan duygu ve düşünceleriyle hep diri sayılır.
İkinci mertebe; kurbet ve maiyyet şuuruyla mebsûten mütenâsiptir ve: “Nerede olursanız O sizinle berâberdir.” (Hadîd, 57/4) ufkunda seyahat edenlere müyesserdir ki, bu hususla alâkalı Efendiler Efendisi’nin şöyle buyurduğunu naklederler:
“Allah’a karşı olabildiğince hayâlı davranın! Allah’a karşı gerektiği ölçüde hayâlı olan, kafasını ve kafasının içindekileri, midesini ve midesindekileri kontrol altına alsın! Ölüm ve çürümeyi de hatırından uzak tutmasın! Âhireti dileyen dünyanın sûrî güzelliklerini bırakır.. işte kim böyle davranırsa, o, Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş sayılır.” (Müsned, I, 387.)
Bir insanın gerçek insanlıktan nasibi, hayâdan hissesi ölçüsündedir. Eğer Hakk yolcusu, menfî-müsbet bütün teşebbüslerinde başını sonsuza çevirip davranışlarını ötelere göre ayarlayamıyor, mahviyet içinde iki büklüm olup edeple yaşayamıyorsa, onun mevcûdiyeti bir bakıma kendisi için ar, başkaları için de yüktür. Bu mülâhazaya binâendir ki âlimler, “Allah’a yemin olsun, hayâ sıyrılıp gittiği zaman, ne hayatta ne de dünyada hayır kalır.” demişlerdir.
Hayâ, İlâhî bir ahlâk ve bir Allah sırrıdır. Eğer insanlar onun nereye taalluk ettiğini bilselerdi daha temkinli olur ve daha titiz davranırlardı. Bu hususu tenvir edecek şöyle bir vak’a naklederler:
Cenâb-ı Hakk mahşerde hesâba çektiği bir ihtiyara: “Niçin şu günahları işledin?” diye sorar. O da inkâra saparak günah işlemediğini söyler. Bunun üzerine Hz. Erhamürrâhimîn: “Öyle ise onu cennete götürün.” buyurur. Bu defa da melekler araya girerek: “Yâ Rab, bu insanın şu günahları işlediğini siz biliyorsunuz.” derler. Allah da onlara: “Evet öyledir ama Ümmet-i Muhammed’den biri olarak ağaran saçına-sakalına baktım; ayıbını yüzüne vurmaya hayâ ettim.” ferman eder. Rivâyete göre; Cibrîl bu haberi Efendimiz’e iletince, o şefkat ve hayâ insanının gözleri dolar, ağlar ve şöyle buyurur: “Cenâb-ı Hakk ümmetimin ak sakallılarına azap etmekten hayâ ediyor da ümmetimin ak sakallıları günah işlemekten utanmıyorlar.” (Kenzu’l-Ummal, 15/423; Gülen, Kabin Zümrüt Tepeleri I, 129.)
Kaynak: Bir Müslümanın Yol Haritası