Aslında insanın ağzı, beyan nimetine mazhar, değer ve kıymeti ölçülemeyecek kadar büyük bir uzuvdur. Ancak böyle mübarek bir uzuv, kötüye kullanıldığı takdirde, insanı helâka, felakete götüren en zararlı bir âlet haline gelir ve onu mahveder. Ağız ki, insan onunla Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ve takdis eder. Ma’rûf’u emir, münkeri nehiy ağızla yapılır. İnsan ağızla, Kainat kitabını ve onun ezelî tercümesi olan Kurân’ı tilavet eder, âyât u beyyinâtı ağzıyla okur ve başkalarına anlatır. Bazen, inanmayan bir insanı, ifade ve beyanı vasıtasıyla imana getirir.. böylece üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlı bir iş yapmış olur ve insan, ağzıyla a’lây-ı illîyîne çıkar, sıddîkiyetin zirvesine taht kurar. Ancak aynı ağız, insanın felaketini de hazırlayabilir. Bütün küfür ve küfrana vasıta ağızdır.
Allah’a ve O’nun şânı yüce Nebisine ağız dolusu sövenler, bu iğrenç günahı ağızlarıyla işlemektedirler. Yalan, gıybet, iftira hep ağızla yapılır ve insan ağızla, Müseylime’nin yalan çukuruna düşer. İşte Allah Resûlü, sadece bir kelime söylüyor, bir uzva dikkati çekiyor… İşte bu tek kelimede, daha yüzlerce dile getirilmemiş hakikat ve bizim bir nebze işaret ettiğimiz hususlar bütünüyle dürülü bulunuyor. “Ağzı meşru dairede kullanın ki, ben de size Cennet’i söz vereyim.” diyor. Bu, “Ağzınızı kapayıp bir köşede oturun.” demek değildir; meşru dairede kullanın demektir.
Allah Resûlü, mahrem uzvun adını söylemiyor.. onun yerine iki bacak arası tabirini kullanıyor. Bu, O’nun yüce edebinin bir tezahürüdür. Zaten O, her zaman bizler için, gayet tabiî ve fıtrî olan şeyleri ifade ederken dahi, öyle kendine has derin bir edep içinde olmuştur ki, bazılarımızca en sevimsiz gibi görünen şeyler dahi, birden insanın gözünde sevimli birer tablo haline gelivermiştir.
O, ahlâk, karakter, seciye ve tabiatıyla güzelliklere programlanmış bir insandı. İnsanlar arasında söylenmesi utandırıcı olan bir uzuv zikredilecekken, Allah Resûlü, kendine has güzellik içinde bu uzva telmihte bulunuyor, “iki bacak arası” tabirini kullanıyor.
Apış arası çok mühimdir. Neslin devamı bu yolla olduğu gibi, zina ve fuhuşla, neslin harap olması da yine bu yolla meydana gelmektedir. Zira onun su-i istimaliyle soy-sop birbirine karışır ve bütün hukuk sistemlerinde korunması gereken hususların en önemlileri bu sebeple yıkılır gider. Kim kimin babasıdır? Kim kime miras bırakacak, kim kimden hak talep edecektir? Aile nasıl korunacak, millet nasıl ayakta duracaktır? Bütün bu ve benzeri sorular ancak iffetli olmaya bağlıdır. Afîf insanlar ve bu insanlardan meydana gelmiş cemiyetler, kendi iç yapılarını kıyamete kadar devam ettirirlerken; zina ve fuhuş bataklığına gömülen fert ve milletler, mevcudiyetlerini, bir batın öteye dahi götüremezler.
Esasen her mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da helâl dairesi geniştir ve keyfe kâfidir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. İnsandaki o arzu, en güzel şekilde helâl dairesinde de tatmin edilebilir. İnsanın bu mevzuda helâl yol arayışı ona bir vacip sevabı kazandırır. Allah Resûlü, ashabına bu hususu açıklayınca, sahabe hayretle, bunun nasıl olacağını sordu. Allah Resûlü (Sallallahu aleyhi ve sellem) de tebessüm ederek şu cevabı verdi: “Eğer helâl yolla olmasa idi, haram olmayacak mıydı”(Müslim, zekât, 53; Müsned, V, 167, 168.) Haramı terk ise vaciptir. Öyleyse helâl yolla mübaşeret insana vacip sevabı kazandırır.
Amûdî Velayet
Burada ince bir nükte dikkatimizi çekmektedir. Allah Resûlü, iki çene ve apış arası hakkında söz verene, cenneti va’dediyor. Cennetle müjdelenen müstesnâ kametler bilinmektedir. Demek onların dışında da bazı kimseler ihraz ettikleri makam ve kazandıkları kurbiyet haysiyetiyle böyle bir mazhariyeti elde edeceklerdir. Buradaki mazhariyet, ağız ve apış arasını korumanın zorluğundan gelmektedir. Zira, şehvetin, bütün vücudu sardığı, benliği kavrayıp ruhu sarstığı bir anda, hatta iradenin gevşeyip fenalığın her türlüsüne açık hale geldiği bir zamanda, Hakk’ın hatırı için insanın kendisini frenlemesi o kadar önemlidir ki; insanın manen amûdî (dikey) olarak zirveleşmesine vesile olabilir ve böyle bir amele muvaffak olan insan, elbette Allah Resûlü’nün kefaleti altına girip cennetlere uçabilir.
Öyle ise nefsinin taşkınlıklarına gem vurabilen, onun her türlü fenalığa açık olduğu demlerde onu zapt u rapt altına alıp günahlara girmekten alıkoyan ve onlara karşı hep sabırla direnen; hattâ bu gibi zaaflara karşı durmadan tahşidat yapan bir insan, bir başkasının, her gece kıldığı bin rekât namazın ona kazandıracağından daha fazlasını hem de bir anda kazanabilir. Kazandırır ve dikey olarak velilik noktasına ulaştırır. Bunlarla, nafile namaz ve nafile orucun hafife alındığı zannedilmesin; onlar, önemli birer kurbet (Allah’a yakınlık) vesilesidir ve hep öyle kalacaktır.
*Bir Müslümanın Yol Haritası, s. 647-649.