Hakikî mânâda inanmış, muhlis mü’minler tarafından sevilme, Allah tarafından sevilmenin emaresi sayılabilir. Bunun mânâsı,
اِنَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمٰنُ وُدًّا
“İman edip, makbul ve güzel işler yapanları Rahman, (hem Allah, hem de mahluklar nezdinde) sevimli kılacaktır.” (Meryem, 96)
âyetinin mantukunca onun için “vüdd” (sevgi) vaz’edilmiş demektir. Ama inkâr ehli tarafından beğenilmenin, sevilmenin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Onların bizi sevmesi, beğenmesi çok defa bizim temellüklerimizden, onlara karşı zilletlerimizden, kendi onur ve izzetimizi ortaya koyamamadan ötürü olmuştur. Onun için muhlis mü’minlerin sevmesine, Allah’ın mükerrem ibadının duyduğu alâkaya bakmak lâzım. Allah tarafından sevilmenin esası ve delilidir bu.
Yalnız insan buna aldanmamalı. Muhlislerin sevmesini istidraç saymalı. “Ben kendimi biliyorum, başkasının tarifine gerek yok” demeli. Onların sevmesini, takdir etmesini, kabulünü, teveccühünü Allah’ın mekri, istidracı olarak kabul etmeli. سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَ “.. farkına varamayacakları şekilde yavaş yavaş helâke yaklaştırırız” (A’raf, 182; Kalem, 44) sırrınca o teveccühlerin kendisini farkına varmadan baş aşağı bir çukura düşüreceği ihtimalini gözden uzak tutmamalıdır.
Fakat aynı şeyi dine hizmete kendisini adamışlar adına söyleyemem. “Benim ümmetim dalâlette ittifak etmez” (İbn Mâce, fiten 8; Abd İbn Humeyd, el-Müsned s.367.) fehvasınca, milyonlarca insan belli bir noktada birleşti, uzlaştı ve anlaştı ise, dünyanın dört bir yanında aynı gaye uğrunda bir araya geldiler, gelebildilerse onlar hakkında hüsn-ü zan etmeye binler defa mecburuz.
Biraz önce “vüdd”den bahsettik. Kudsî bir hadiste Allah Teâlâ, Cibril’e buyuruyor ki; “Ben falanı seviyorum, sen de sev. O da gökte durup sema ehline sesleniyor: Allah falanı seviyor, ben de seviyorum, siz de sevin!” (Buhârî, bed’ü’l-halk 6, edeb 41, tevhid 33; Müslim, birr 157) Bu bir ses değildir, bir söz de değildir; bu bir soluktur, bir esintidir, bir meltemdir. Ruhları saran lâhutî dalga boylu bir meltem. Kime ulaşırsa o meltem, içinde sevgi hâsıl olur. O sevgi evvelen ve bizzat o zâta aittir. Kaldı ki o zât kendini şahs-ı mânevî içinde erimiş, eriyik bir unsur haline gelmiş kabul ediyor. Sonra da şahs-ı manevîye aittir. Yani şahs-ı manevî’ye bir teveccühtür. Dolayısıyla şahs-ı manevîden kopan, kendi kendine bir şey yapmaya çalışan, kendine göre bir şey yapıyor gibi görünen insanlar, Allah’ın, Cibril’in, sema ve yer ehlinin bu teveccühünden mahrum kalırlar.
Hâsılı, Kur’ân’a hizmet mesleği içinde bulunanlar kendilerine çok dikkat etmeliler. Zira bu mesleğin esası “yok ve var” dır. Hem yok olmak hem var olmak… Hem kendini nefyedecek hem onu isbat edecek… Hem “Lâ” diyecek, hem “illâ”ya ulaşacak… İsbat-nefy tenakuzunu aynı anda yaşayacak. Hem konuşacak hem de “Konuşan yalnız hakikat ve hakâik-i Kur’âniye’dir!” diyecek. Hem yazacak hem de “Said yok, Said’in şahsiyeti de yok!” (Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası 2) diyecek. Yani oldukça zor bir mesele.
Bunları söylemek bana düşmez; ama siz sorunca “düşmüş” zannediyorum ve konuşuyorum. Allah muinimiz ola!
Kaynak: Gurbet Ufukları, “Herkes Tarafından Sevilme“