Hizmet hayatına ait vazifeleri yaparken bazen Allah’ın hoşlanmadığı şeyler de işlenebilir ve bunlar, çok defa o işin tıkanmasına sebebiyet verebilir. Bu sebeple Kur’ân: Fetihle istiğfarı birbiriyle irtibatlandırmış ve Peygamber (sav)’e: “Allah’ın fethi geldiğinde, durmadan istiğfar et” (Bkz.: Nasr sûresi, 110/1-3) buyurmuştur. Hz. Âişe Validemiz (r.anha) diyor ki: “Bu âyet nazil olduktan sonra O’nun (sav) istiğfarı bir mecliste bazen yüz defa olabiliyordu.“ (Buhârî, tefsîru sûre (110) 2; Müslim, salât 217)
İşte bu ruh, bir peygamber ruhudur. Aksi ise, yani başarılar ve zaferlerle sevinme firavun ruhudur ve mü’mince davranışları firavun ruhu mutlaka tıkar. Misal verecek olursak, meselâ; hizmete giderken bile olsa arabada veya uçakta kasılmak, şen-şakrak bir hava ile ve ferah-feza tavırlarla bir yerlere gitmek, bir şeylerle meşgul olmak, kat’iyen Rahmânî değildir. Evet istiğfarsız, murakabesiz bu kabil hizmetler, tıkanmaların başlıca sebebidir. Ve kat’iyen, inanıyorum ki, hizmetteki bu tür tıkanmalar bu yüzden meydana gelmektedir.
Evet, öyle hassas günlerdeyiz ki, toplumun, hususiyle de bu cemaatin duygu, düşünce, inanç ve amel bakımından yeniden bir kere daha kendini gözden geçirmesi lâzım. Bütün arızalı yerlerin tamiri, ruhî yapının yeniden ihya ve inşası için baştan ayağa gözden geçirilmesi, ancak böyle ciddi bir ameliyeden sonradır ki, insanlar, oruçlu bir ferdin su içme esnasında, suyun, içine akışını hissetmesi gibi, telaffuz ettiği her kelimeyle içi ürperecek ve çok defa huşû içinde kılınan bir namazdan dolayı bile “estağfirullah” deme mertebesine yükseleceklerdir. Evet Allah’ın rızasının nerede olacağı bilinemez. Belki de O’nun rızası namazın böyle kılınmasında değil de, kaskatı, fakat rükünlere riayet edilerek kılınmasındadır. Zaten önemli olan, Allah huzurunda olma terbiyesini yaşamak, şeytanı, ve şeytanî gafleti atarak ciddi bir iş yaptığının şuurunda olmaktır. Yani mes’ele duyulacak şeyleri duymak değildir. Bununla “hiçbir şey duymamak esastır” demek istemiyorum. Demek istiyorum ki, şahsî kemâlatımız ve toplumun mükemmelleşmesi adına elde ettiğimiz her başarıda, istiğfar etme hissini kavrayıp geliştiremiyorsak bu bir gaflet sayılabilir ve Allah da gafilleri sevmez. Hatta “Allah bize ne güzel işler gördürdü” ifadesi bile eğer istiğfarsız kalıyorsa bu da ihtimal, kamuflajlı bir şirktir. Bütün bu tür tehlikeli düşünceleri de ancak istiğfarımızın derinliği ölçüsünde zararsız hale getirebiliriz.
Mes’elenin bir başka yönü; karşımıza çıkan gaileleri göğüslerken, “bunlar niye başımıza geldi, neyimiz vardı?” gibi ifadeler kullanmak bir nankörlük ve Rabbe karşı bir terbiyesizliktir. Bundan dolayı içimize bu tür hisler gelince, hemen onu istiğfar ile boğmalıyız. “Moğolistan niye öyle oldu?”, “Özbekistan niye böyle oldu?” Hayır hayır. Bütün bu olup bitenlerde suçu kendimizde arıyor muyuz? Nazarlarımızı projektörler gibi iç âlemimize çevirip durmadan orayı tarıyor muyuz? Kur’ân: “Aleyküm enfüseküm= Siz kendinize bakın” (Maide,5/105) demiyor mu? Öyleyse niçin “Allah suretlerinize bakmaz, fakat kalplerinize bakar” düsturuyla iç kontrolümüzü yapmıyoruz? Gönüllerimize neler giriyor, neler çıkıyor, araştırmıyoruz.
Bunlar yapılmayınca, elde edilen başarılarda Allah’ın inayeti unutulur, nefsanîlik yaşanır ve insan aldanır.. aldanır zira bunlar şeytanın sağdan yanaşarak fısıldadığı vesveselerdir. Bakın Allah Rasûlü’ne (sav), Kâbe’ye (fatih olarak) girerken, mübarek alnı, binitinin eyerinin ka’şına değecek şekilde idi ve kendisi de iki büklümdü. O halde yaptığımız her şeyde O’nun (cc) rızasını aramalıyız. Halbuki çoğunlukla bir iş yaparken gülerek ve şen-şakrak halimizle mâl-i hülyalar içinde dolaşıyor ve çok defa yanlış şeyler yapıyoruz.
Evet O’nun rızası yeter bize. Öyleyse herşeyimizde O esas olmalı, O hedef olmalı ve bütün davranışlarımız, düşüncelerimiz O’na endekslenmeli…
Kaynak: Prizma I, “Hizmetin İstiğfar Buudu“